Tek Parti döneminde basın hürriyeti nasıldı? (1)

Millî Şef’i karşılamak için Ankara Garı’na gelen Muğla Milletvekili Yunus Nadi, aynı zamanda Cumhuriyet Gazetesi’nin sahibiydi. Millî Şef o günlerdeki Cumhuriyet Gazetesi’nin yayınlarını beğenmemiş olacak ki, Yunus Nadi’nin “Hoşgeldiniz” anlamında uzattığı elini sıkmamış, büyük bir sinirlilik içinde, “Ne oluyor Nadi Bey? Nedir bu yazılar?” diye bağırmıştı; hâdisenin ardından gazete, Bakanlar Kurulu kararıyla kapatılmıştı”.

TEK Parti devrinde cemiyeti bütün hücreleriyle kuşatan baskı atmosferinin tabiî olarak en önemli hedefi, basın-yayın organları olmuştur. Halkın kendisini ifade etmesinin önündeki bütün kanalları paranoyak bir anlayışla tıkayan Millî Şeflik bürokratları, yayın dünyasındaki bütün hareketlilikleri de büyük bir dikkatle izlemiş ve çizgi dışı hareket edenleri insafsızca cezalandırmışlardı.

Basın Yasası, 25 Temmuz 1931 tarihinde kabul edilmişti. 28 Haziran 1938 tarihinde de önemli ölçüde değiştirilmişti. Yasanın ilk hâlinde yayın çıkarmak için sadece beyanname verilmesi yeterli görülmüşken, 1938 yılında yapılan bir değişiklikle, yayın çıkarmak isteyenlerin, bulundukları yerin en büyük mülkî idare âmirinden ruhsatname yani izin almaları şartı getirilmişti. Bu şekilde hükûmet, yeni bir yayının çıkıp çıkmayacağına karar verme yetkisine sahip oluyordu. Matbuat Kanunu hür basının önünde bir utanç duvarı misâli durmaktaydı. Uzmanlara göre, “bu kanunla tüm basın CHP emrine girmişti” (Ekinci, 1997:88).

Bu kanunun en önemli hususiyeti, hükûmete, iktidarın sürdürdüğü politikalara aykırı yayın yapan gazeteleri kapatma salahiyeti vermesiydi. 1931 tarihli kanun, tek parti idaresinin genel karakterine uygun olarak güdümlü bir basın rejimi oluşturuyor, basın üzerinde hâkimiyete dayanan bir karakter taşıyordu.

Aynı kanunda, 1938 yılında yapılan değişiklikle iktidarın basın üzerindeki hâkimiyeti bir kat daha pekiştirilmişti. Buna göre, gazete ve dergi çıkarmak için o yerin en büyük mülkî âmirinden izin almak gerekiyordu. “Yani hükûmet, yeni bir yayına izin verip vermemekte tamamen serbest kalıyordu” (Akandere, 1998:210).

Bütün ülkenin Şef’in korosu olarak kabul edildiği bu siyâsî konjonktürde basın-yayın hürriyeti, Şef’in ve bürokratlarının iki dudağının ucunda varlık yokluk mücadelesi veriyordu.

Çeşitli kademelerdeki Şef bürokratları, kendilerince akortsuz buldukları bütün seslere kırmızı renge saldırır gibi saldırıyor ve imha ediyorlardı. Tıpkı krallık ve padişahlık rejimlerinde olduğu gibi, Millî Şef iktidarında da basın hürriyeti iki dudak ucundaydı. Matbuat Kanunu’nun meşhur 50’nci maddesi öyle zorlu bir maddeydi ki, “Orkestra şefinin istemediği bir ses korodan çıktı mı, bu değnek, akortsuz sesin sahibinin kafasına iniyordu” (Toker, 1970:32).

Meselâ “İzmir’de çıkan Yeni Ekonomi Gazetesi, valinin oğlunun yaptığı bir otomobil kazasını haber yaptığı için kapatılabiliyordu” (Karpat, 1996:133).

Devrin ünlü gazetelerinden Tasvir-i Efkâr, Almanların sınırlarımıza dayanması üzerine, “Bakın biz demedik mi? Olacağı buydu” şeklinde yayın yapacağı varsayımıyla, bir ihtimâle binaen altı hafta boyunca kapatılmıştı.

“Ne oluyor Nadi Bey?”

Millî Şef Devri basın hayatı, bu mânâda sayısız örneklerle doludur. Millî Şef, bir gazetenin yayınını beğenmedi mi, “Kapatın şu gazeteyi!” diyor ve aynı gün gazete, telefon emriyle kapatılıyordu.

Millî Şef’i karşılamak için Ankara Garı’na gelen Muğla Milletvekili Yunus Nadi, aynı zamanda Cumhuriyet Gazetesi’nin sahibiydi. Millî Şef o günlerdeki Cumhuriyet Gazetesi’nin yayınlarını beğenmemiş olacak ki, Yunus Nadi’nin “Hoşgeldiniz” anlamında uzattığı elini sıkmamış, büyük bir sinirlilik içinde, “Ne oluyor Nadi Bey? Nedir bu yazılar?” diye bağırmıştı; hâdisenin ardından gazete, Bakanlar Kurulu kararıyla kapatılmıştı” (Karakuş, 1977:35).

Savaş yılları boyunca gazeteler, Matbuat Umum Müdürlüğü’nün verdiği emir ve direktiflerle yönetilmişti. Basın, idarenin denetimi ve güdümü altına sokulmuştu. “Savaşın devam ettiği altı yıl boyunca verilen gazete kapatma kararları, ülkede ilk gazete çıkışından beri verilen toplam kapatma kararlarından daha fazlaydı” (Akandere, 1998:218).

Dönemin ünlü gazetecilerinden Emin Karakuş’un naklettiğine göre savaş yıllarının atmosferi içerisinde sabun fiyatlarının yüksekliğinden bahsetmek, gazetecinin Matbuat Umum Müdürü tarafından aranılıp ‘Kanatlarını kopartırım’ ikazına uğramasına sebep olabiliyordu” (Karakuş, 1977:25).

Gazete sahiplerinin, yazar ve muhabirlerinin azarlanması ve tehdit edilmesi ise günlük hâdiselerdendi. “Bir daha böyle bir şey yazarsanız kemiklerinizi kırarım!” gibi sözler, o yıllarda gazete sahiplerinin ve gazetecilerin sıkça duydukları sözlerdi (Akandere, 1998:218).

Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, o devrin önemli bürokratlarındandı. Ankara, âdeta onun yönettiği bir krallıktan ibaretti. “O da beğenmediği yayınlarla ilgili gazetecileri mâkâmına çağırarak ikaz ediyor, çekmecedeki tabancasını göstererek bu tür haberler yazılmasının mukadder netîcesini şimdiden hatırlatıyordu” (Karakuş, 1977:19).

Polis müdürleri, savcılar, ticaret ofisi idarecileri, basın-yayın genel müdürleri ve bilumum Şef bürokratları, basın hürriyetinin önünde önemli bir engel teşkil ediyorlardı. “Gazeteciler her gün bunlardan bir direktif almaktan, mahkeme kapılarında mübaşirlerin dik sesli davetleriyle kendilerini çağırmalarından iyice bıkmışlardı” (Baban, 1970:29).

Dinî yayın yasak!

Bu dönem içerisinde bütün yayınlar gibi dinî yayınlar da baskı ve kısıtlamalardan nasibini alıyordu. “Matbuat Umum Müdürü, 1942 yılında bir genelge yayınlayarak memlekette dinî atmosfer yaratacak yayınlara müsaade edilmeyeceğini bildirmişti” (Heyet, 1995:9).

Daha sonra bir adım daha ileri gidilmiş, 1945 yılında Matbuat Umum Müdürü, İstanbul gazetelerine bir yazı göndererek, ima ve benzetme yoluyla da olsa dinden bahseden yazıların gazetelerde yer almaması gerektiğini belirtmişti” (Heyet, 1995:10).

Nihaâyetinde, “gazetelerde çıkan bazı dinî bilgiler, devrin iktidarını rahatsız etmiş, dinle ilgili tefrikalara üç gün içinde son verilmesi bildirilmişti” (Akandere, 1998:239).

Millî Şef Devri’nde Türk basını, Demokles’in kılıcının gölgesinde trajikomik bir varlık-yokluk mücadelesi veriyordu. Kimin neyi, ne zaman, neden dolayı yasaklayacağı belli değildi. Bir bürokratın “ülke menfaatine ters” gördüğü her şey, bir anda potansiyel tehlike ilân ediliyor ve insafsızca cezalandırılıyordu.

Millî Şef’in mahzurlu saydığı her şey ülkede yasaktı. “Yazı İşleri Müdürünün masasının arkasındaki kilitli dolapta yasak kararları saklanıyordu. ‘Gün geçmezdi ki, birinci şubeden bir memur gelip yeni bir yasak kararını getirip dosyayı şişirmesin” (Toker, 1970:24).

Millî Şef bürokrasisinin yasakçılık refleksi iyiden iyiye paranoya şeklinde bir devlet hastalığına dönüşmüştü. “Hava durumu ile ilgili yayınlar dahi yasak kapsamına giriyordu. Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan, ‘Yarın hava iyi olacak’ haberi üzerine Sıkıyönetim Komutanı, Doğan Nadi’yi mâkâmına çağırarak ağır bir uyarıda bulunmuştu” (Karakuş, 1977:26).

Pera Palas Oteli’ndeki infilak (patlama) haberini yayınladıkları için tam sekiz adet gazete birden belirsiz bir tarihe kadar kapatılmışlardı. İsnat edilen suç ise çok ağırdı: Halkı paniğe sevketmek” (Popüler Tarih, 2002).

Millî Şef bürokratları, “halkı paniğe sevketmek” kavramının sınırlarını o kadar geniş tutuyorlardı ki neredeyse gazetelere haber adına yazılacak hiç bir malzeme kalmıyordu. Millî Şef İsmet İnönü’nün geçirdiği kalp krizi işte bu saikle ‘Vagatani krizi’ şeklinde kamuoyuna resmen tebliğ edilmişti” (Toker, 1970:339). “Tan gazetesi bilâhare, ‘şiddetli sürmenaj’ olarak halka duyurulan bu rahatsızlığı ‘uzun süren teessür’ biçiminde vermişti” (Bozdağ, 1991:136).

Varsayımla kapatma cezası

Tasvir-i Efkâr gazetesinin iktidar tarafından kapatılma sebebi ise, rejimin rengini gösterme bakımından çok sembol bir örnekti. “Devrin ünlü gazetelerinden Tasvir-i Efkâr, ‘Almanların sınırlarımıza dayanması üzerine, ‘Bakın biz demedik mi? Olacağı buydu’ şeklinde yayın yapacağı varsayımıyla, bir ihtimâle binaen altı hafta boyunca kapatılmıştı” (Tercüman, 1986).

Millî Şef Türkiye’sinde, tıpkı krallıklarda olduğu gibi kişilerin ve kurumların geleceği, bir Şef bürokratının iki dudağı arasındaydı. “Bir İçişleri Bakanı’nın, kişinin hürriyetini istediği zaman elinden aldığı, istediği zaman verdiği bir devirdi bu” (Sertel Sabiha, 1987:223).

Basın mensuplarının konuşmak, mukayese veya mütalâa beyan etmek bir kenara, nefes alması bile zorlaşmıştı. Gazetelerin en yaygın kapatma sebeplerinden biri, Millî Şef ve ailesiyle ilgili haberlere gerekli yer ve önemin verilmemesiydi. Olması gerekeni devlet idarecileri basının ilgili şahıslarına öğretmişlerdi. Buna göre “Millî Şef’in dosta düşmana kudretinin gösterilebilmesi için bütün harp yıllarında Cumhurbaşkanı’nın bir konserde, bir at yarışında gazetelerde çarşaf çarşaf haberinin yapılması bir devlet zorunluluğu” idi (Toker, 1970:26).

Öyle ki, Millî Şef’in seyahatlerinden gazetelerde yer alacak resimlerine, iç politikadan dış politikaya, ekonomik meselelerden sosyal meselelere, okullardaki disiplin hâdiselerinden intihar edenlere, meteoroloji haberlerinden zam haberlerine kadar her saha ve konuda yasaklama ve kısıtlama mevcûttu.

Dönemin önemli şâhitlerinden Cihat Baban, o günlerde sansürün vardığı boyutu çarpıcı bir örnekle şöyle anlatıyor: “O günlerde gazeteye bir telgraf geldi. Millî Şef’in bir demeci var. Bu demeç gazetelerin şeref köşesine konacak. Yani birinci sayfanın sağ üst köşesine… ‘Metin tam olarak o sayfada bitecek. Arka sayfaya kalmayacak. Bir tek tashih hatâsı olmayacak. Yoksa ... size gösteririz’ (Baban, 1970:288) şeklinde bir üslûpla aba altından sopa gösteriliyordu.”

Gazetelerde Millî Şef ile ilgili haberin nerede, kaçlık puntoyla yayınlanacağı bile belliydi. “Millî Şef’in fotoğrafını birinci sayfadan bildirilen sütun ve santime uymadan veren gazetenin cezalandırılmaması için hiçbir sebep yoktu. İnönü Ailesinin seyahatlerini gazetelerin birinci sayfalarından vermemek mümkün değildi” (Ağaoğlu Samet, 1993:104).

Gazetelere gelen emirler şöyleydi: “‘Reisicumhur İsmet İnönü, Ankara civarında, küçük bir seyahat yapmak üzere Ankara’dan hareket etmiştir.’ Gazeteler bunun hâricinde hiçbir şey yazamayacaklardır./ Matbuat Umum Müdürü.” (Kabaklı, 1989:282)

Millî Şefin kendisi kadar aile fertleri de aynı imtiyaza sahiptiler” (Toker, 1970:25). Paşa’nın eşi Mevhibe İnönü’nün fotoğrafını üçüncü sayfada yayınlamak hakaret sayılıyor ve bir gazetenin kapatılma sebebi oluyordu. Mevhibe Hanım’ın İstanbul’a geliş haberine fiilî imkânsızlıktan dolayı üçüncü sayfada yer veren Tasvir-i Efkâr gazetesi, işte bu sebepten kapatılmış, yapılan haber saygısızlık kabul edilmişti” (Baban, 1970:289).

 

Kaynaklar

Ağaoğlu Samet, (1993), Siyâsî Günlük, İstanbul: İletişim Yay.

Akandere Osman, (1998), Millî Şef Devri, İstanbul: İz Yay.

Baban Cihat, (1970), Politika Galerisi, İstanbul: Remzi Kit.

Bozdağ İsmet, (1991), Demirkırat Aldatmacası İstanbul: Emre Yay.

Ekinci Necdet, (1997), Çok Partili Hay. Geçişte Dış Etkenler, İstanbul: T.D. Yay.

Heyet, (1995), Her Yönüyle Tevfik İleri, Ankara: T.D.V. Yay.

Kabaklı Ahmet, (1989), Temellerin Duruşması, İstanbul: Türk Edebiyat Vakfı Yay.

Karakuş Emin, (1977), İşte Ankara, İstanbul: Hürriyet Yay.

Karpat Kemal, (1996), Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul: Afa Yay.

Popüler Tarih Dergisi (2002), 2002/03

Sertel, Sabiha, (1987), Roman Gibi, İstanbul: Belge Yay.

Tercüman Gazetesi, (1986), 23.01.1986

Toker Metin, (1970), Tek Partiden Çok Partiye, İstanbul: Milliyet Yay.