“Ş.”,
tek kişilik bir çoğunluktu. Çağların künhüne vâkıf, ender fânilerdendi. Özdeyişleri,
tek cümlelik konferanslardır. Müderris
ve Vaiz Cevdet Efendi’nin1 yedi çocuğunun en küçüğü olarak
1953
yılında, Adapazarı’nda doğdu.
Doğuştan talihli; devraldığı miras, on binlerce kitap ve irfan…
On dokuz yaşındayken üç arkadaşıyla
ülke genelinde turneler yapan bir tiyatro kurmuştu: “Beyaz Leke Tiyatrosu”2… Onu tanıyan herkes şahadet eder
ki Ş., 20’nci asrın sırtında tam bir beyaz leke olarak yaşadı. O konuşmaya
başlayınca zaman durur, donardı; heykeller canlanır, kitaplar dile gelir,
kabirler ayağa kalkardı. Kimler müdavimi değildi ki fikir sofrasının? Kâh Gazalî
olurdu konuşurken, kah Balzac. Bazen T. S. Elliot’un sesiydi, bazen İkbâl’in, çoğu
kez Ebû Hanîfe’nin.
Meclisi tarihin resmigeçidiydi
âdeta: Başköşede Peygamber-i Zîşân otururdu; görmedim ki bir akşam da Ebubekir,
Ömer, Osman, Ali uğramamış olsun…
Voltaire’yle tanıştı,
Dostoyevski’yle ahbap; Garaudy’e dosttu, Marks’a düşman… Düşman-ı ekberi
Yahudi’ydi. Itrî
kadar Mozart’a da aşinaydı, Sinan kadar Picasso’ya da. Gümrükönü’nde görürdünüz çoğu kez,
düşünceli; biliniz ki ya Nizamülmülk’le “maarif”
sohbetindeydi, ya Erich Fromm’la “sosyoloji”. Belki Cibran, Shaw’dan haber
getirmişti, belki Carllay veya Tagor’dan selâm. Malcolm X, vereceği bir
konferansın taslaklarını da ona gösteriyor olabilirdi.
Bazen Necip’le uykusuz bir gecenin sabahında
karşılaşırlar, bazen Cemil Meriç, Hegel’i
anlatır. Yûnus uğramasa yapamaz, Mevlâna “Eyyühe’l-veled3” demese… Peyami “sızı”larını
anlatır, Gökalp “cinnet”lerini.
Ş.’yi görünce, Yakup Kadri “yüz ifade”sini
değiştirir, Nazım “yol”unu. Onun meclisi, ezelî ve ebedî düşmanların “beraber
olduğu” ender meclislerdendi; kol kola olamasalar da “yan yana”ydılar: “Yan
yana gelmekle beraber olunamaz” özdeyişi
de onundu zaten.
Bir yıl İslâmî İlimler’de okumuş,
sonra Edebiyat Fakültesi’ni bitirmişti. Romana ve sinemaya tutkundu. Anıyı,
biyografiyi çok severdi; birçoğumuzu bu alana yönlendirmişti. Bu satırların
yazarını da mizahtan portreye “zorla” yönlendiren de oydu örneğin. Bu türün enfes örneklerinden
birini de o vermişti: “Malcolm X: Siyah
Aydınlık”…
Okumayan adama tahammülü yoktu;
okumayan adam da zaten ona tahammül edemezdi.
Bir 75 civarında bir boy, irice bir
baş, oval bir yüz, belirgin bir burun, hafif kavisli kaşlar ve keskin, kararlı,
kendinden emin kartal bakışlar…
Onu sakalsız hiç görmedim. Bıçak gibi bir zekâ, “zifiri karanlıkta ak sütün içinde ak kılı görebilen” bir dikkat, hiç ama hiç kimseye iltimas geçmeyen bir mizaç, daima kararlı bir ruh hâli… İşte Ş. Buydu!
Dostluğu hem “çok zor”du, hem “çok
kolay”… Siyah ve beyazın dışında renk kabul etmezdi çünkü. İnandığına
“tereddütsüz” inanır, karşılığını da beklerdi. Mükemmele olan düşkünlüğünden
“az yazıyor”du; “Haklısınız, müşkülpesentim” derdi sık sık.
Yazıları, başta Zafer olmak üzere, Akademi,
Mektup, Diyanet ve
Tevhit’te yayımlandı.
Osmanlıcaya tutkundu, bu dilin “ilim
ve sanat lisanı” olduğu kadar bir “medeniyet lisanı” olduğunu söylerdi
öğrencilerine hep. “Sözü,
yazıyı kısaltın” tavsiyesini yaptı çevresine daima. Kendisi de hem sözü,
hem yazıyı, hem de adını
kısaltmıştı Mehmed Selahaddin Şimşek’i “Ş.” yaparak…
Sözlükte yazılı her bir sözcük için
konferans verebilen adamdı Ş.; Asmaaltı Akademisi’nin baş müderrisi, baş
profesörü, hatta tek müderrisi, tek profesörüydü. Her kürsünün de doğal
başkanıydı âdeta. Sinema dersi de veriyordu bihakkın, bir o kadar fıkıh da.
Roman dersi de veriyordu eksiksiz, felsefe ve kelâm da. Tiyatro da onun
alanıydı; tefsir olduğu kadar… Sosyoloji baş uğraşıydı, “Bize insan mühendisi
lâzım” diyordu sık sık.
Birçok öğrenci yetiştirdi, -bir başka
deyişle- birçok hayrülhalef bıraktı ardında: Cihat Zafer’den Sezgin Çevik’e,
Engin Gündoğar’dan Aybars Bora Kahyaoğlu’na, Fahri Tuna’dan Osman
Öztopaloğlu’na, Serhat Demirel’den Sinan Meriç’e, Rahmi Sak’a ve daha
nicelerine... Aramızda ona en çok benzeyenimiz, en yıldızımız, en iyi
anlayanımız -bana göre- Cihat Zafer oldu.
Özdeyişleri ve denemeleri sanat şaheseri
olduğu kadar, dramların da destanıdır; o, yazılarını “çağdaş putları kıran
birer İbrahim” olarak kullanmaya çalıştı. Bir kitabı, bir konferansı, bir filmi
bir, en fazla iki cümle ile özetleyen adamdı o. “Göğe Yağan Yağmurlar”dı hayâlî
çıkaracağı kitabın. Ölümünün 25’inci yılında bu görev biz öğrencilerinde şimdi!
Bir vasiyet hükmünde üstelik…
Erich Fromm haklı; o “varlıklı olmayı”
değil, “var olmayı” tercih etti. Ş.’yi
belki de en iyi anlatan ifade, yine kendi özdeyişi olmalıdır: “Nice ışık saçanlar, yangın
çıkartmakla suçlanmışlardır!”
Özdeyişlerinden
bazılarını paylaşmak isterim:
“Deha, ‘imkânsız’
zannedilende ‘mümkün’ü görebilmek demektir. Gemilerin karada da yüzebileceğini
sezmek, Mehmed'lerden
birini ‘Fatih’ yapar.”
“Yûsuf gibi rüyalar göreceklerin uykuları
uğruna gecelere katlanmaya değmez mi?”
“Düşmandan kurtulmaktan daha mühim bir şey var: Kurtarıcılardan kurtulmak!”
“Kendilerini ‘şartların’ kötü yaptığını
söyleyenlere, aynı şartların neden başkalarını kötü yapamadığı sorulmalıdır!”
“Her hayat, kalbinin ekseninde döner. İnsanların uğrunda öldükleri, uğrunda
yaşadıklarıdır!”
“Yan yana gelmekle beraber olunamaz.”
“Ölçüleri yanlış olanların bütün ölçümleri
yanlıştır.”
“Tuhaf şey! Yabancı girmesin diye evlerinin
kapılarını kilitliyorlar, sonra da televizyonlarını açıyorlar!”
“Hep isabet edene hiç tesadüf denir mi?”
“Çalmayan ama çalana göz yuman, çalmamış hırsızdır!”
“Çoklarının aradıkları ‘doğru’ idi, amma aradıkları
yer doğru değildi. Doğrular doğru yerde aranmazsa bulunmaz.”
“Bazen her şeyi kazanmak için her şeyi kaybetmeyi
göze almak gerekir. Endülüs, gemilerini yakanlarındır.”
1 Ahmet Cevdet Şimşek: 1891 Gölcük-1966
Adapazarı. Fatih Medresesi mezunu. 1926’dan
itibaren Adapazarı’nda merkez
vaizliği ve 24 yıl Orta Camide fahri imamlık yaptı, Orhan
Camii’nde vaaz ederken kürsüde
vefat etti.
2 Yusuf Aydın, “Beyaz Leke
Tiyatrosu”, Akademi Dergisi, Şubat-1975 sayısı,
3 Gazali (1058-1111’in bir kitabının
adı. “Ey oğul!” anlamındadır. (Ana Britannica, c.9,
sh.320)