Tefehhüm

Başını göğe kaldırmadıkça öğrenemezsin gökyüzünü, nefes almadan tadamazsın kokuyu. İncelikleri fark etmeye çalışmazsan doğadaki, varamazsın yoluna. Görmeye çabalamazsan varlığındaki lâtifeleri, yaşayamazsın bu hayatta… Ne anlamı vardır ki yalnızca solumanın ölü bir beden gibi farkında olmaksızın hiçbir şeyin?

GÜNEŞ doğuyor usulca. Günün ilk ışıklarını tenimde hissediyorum. Ciğerlerimi tamamıyla doldurmak istercesine, derinden bir nefes alıyorum. O an soluduğum havanın da bir tadı olduğunu fark ediyorum...

Yaşadığımız her anın bir tadı var aslına bakarsanız. Kimi yakıyor dilimi, kurutuyor damağımı, kimiyse öyle bir lezzet bırakıyor ki dudaklarımın arasında, bir parça da bölüp sizlerle paylaşasım geliyor.

Sabahın bu güzel saatlerinde doğayı seyre dalıyorum. Yaprakların üzerindeki yağmur damlacıkları umut veriyor bana; bulutların ardından neşeyle gülümseyen güneş, her anın her bir dakikanın, yeni yeni başlangıçlar yapmak için var olduğunun haberini getiriyor ellerime. Avuç içlerimi semaya yöneltiyor ve kulağıma, “Tövbeni etmek ve güzel başlangıçlara adım atmak için hiç de geç değil! Bak, gün daha yeni doğuyor. O izin verdiği sürece batacak ve yeniden doğacak. Sen de tövbeni tekrarlayıp her seferinde O’nun kapısında bulacaksın kendini. Kimi zaman gözlerinden süzülecek yaşlar, kimi zaman ise sevinçle dolacak. Yeter ki vazgeçme!” diyor. Et tövbeni, güne “Yaratan Rabbinin adıyla başla” ve sen de benimle tekrar tekrar doğ aşk ile!

Gözlerimi yumuyorum ve bir yol çiziliyor önümde. Işık huzmeleri kirpiklerimin arasında dolaşıyor. Yağmur toprağa damlıyor, küçük tomurcuk filiz veriyor. Ağaçların ardında gizlenen kuş yuvasındaki yumurtanın çatırtısını işitiyorum. Minik serçeler şarkılarını söylemeye başlıyorlar.

Ardından büyük bir yağmur damlası yanımda, benimle birlikte nefes almakta olan menekşenin üzerine damlıyor. Su, pembe mor renkleri barındıran çiçeğin yüzeyinden süzülüyor. Çiçek, Yaratan’ın rahmetiyle yıkanıyor âdeta.

Serçe de, güneş de, yağmur da, menekşe de sevmeyi öğretiyor bana. Kendimi, Yaratıcımı, yaratılanı sevmeyi… Her birini tek tek gösteriyor, ne olduğunu bildiğim sandığım her şeyi yeniden öğretiyor. Kuşun yalnızca bir kuş olmadığını, ardında nice sırlar sakladığını, yaprağın yalnızca bir yaprak olmadığını, onun, Yaratıcı’nın güzelliğinden bir armağan olduğunu anlatıyor.

Hepsinden minik parçalar uzatıyor bana tatmam için. Parmak uçlarımda hissetmemi istiyor dokuyu. Tadanın yalnızca dilim olmadığını söylüyor; burnumla, ellerimle, daha da ötesinde yüreğimle tatmayı öğretiyor. Sevgiyi, şefkati, merhameti nasıl kucaklamam gerektiğini anlatıyor; bunu yaparken de ufacık bir bebeği tutarkenki hassasiyeti göstermem gerektiğini tekrarlıyor gözlerimin içine baka baka. Başımı sallıyorum. Kardeşini ilk defa kucağına alacak bir çocuk gibiyim; biraz heyecanlı, biraz da endişeli…

Kollarıma bırakırken tüm bunları, bir sırrı fısıldar gibi şöyle diyor: “Öğrenmek senin elinde. Eğer dilemezsen, kimse bir şey yapamaz senin için!”

Başını göğe kaldırmadıkça öğrenemezsin gökyüzünü, nefes almadan tadamazsın kokuyu. İncelikleri fark etmeye çalışmazsan doğadaki, varamazsın yoluna. Görmeye çabalamazsan varlığındaki lâtifeleri, yaşayamazsın bu hayatta… Ne anlamı vardır ki yalnızca solumanın ölü bir beden gibi farkında olmaksızın hiçbir şeyin?

Yaratan, şöyle sesleniyor bizlere ilk ayetlerinde: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı alâktan yaratmıştır. Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin, sonsuz kerem sahibidir.” (Alâk, 1-5)

Kâinatı oku, varlığını oku! Yaratan Rabbinin adıyla başla okumaya. Güneşin doğuşunu, yağmurun yeryüzüne indirilişini, ağacın dallarının yıllarla birlikte büyümesini…

Aklımdan bu düşünceler geçiyorken küçük bir kediciğin bacaklarıma dolaştığını gördüğümde ise, daha çok yolum olduğunu fark ediyorum.

Siyah iplik, beyaz iplikten tamamen ayrılıyor ve gün doğuyor…