Tedbir, sabır ve tevekkül

Hastalığın mecbur ettiği şekilde davranmak, ona göre beslenmek, çevreye zarar vermeden bu süreci geçirmeye çalışmak da bir sabır göstergesidir. Tüm bunları yaparken, bunlarla birlikte Allah’ın inâyet ve merhametine inanmak da tevekküldür. Her şeyi doğru yapmaya çalışmak ve bunu yaparken takdirin Allah’tan geldiğini bilmek, güçlü bir tevekküldür.

DOĞRU anlamadığımız hiçbir şeyin hakkını vermemiz mümkün görünmüyor. Bu yanlış ya da eksik anlama hâli domino etkisine sahip... Topluca gerçekleştirildiğinde değerleri ayaklar altına alıyor.

Bir o kadar vahim olanı da, insanı şâd edebilecekken lağvediyor.

Tedbir almak, tevekkülden ayrı düşünülemez. Bu yüzden herhangi bir durum karşısında tedbir almanın aktif, tevekkül etmenin pasif bir durum olduğu da iddia edilemez. Önceleme yapılması da bir o kadar yanlış... “Önce tedbir” ya da “Önce tevekkül” demek, birini pasifize etmektir ki bu da sonuca varmada oldukça hatâlı bir yöntem olacaktır.

Tedbir, tevekkül ile beraberdir.

Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla “Temiz akıl sahipleri...” ya da “Akıl erdirmeyecek misiniz?” şeklinde hitaplar bulunuyor. Bu da demek oluyor ki, insan her durum karşısında “akıl” dediğimiz o şahesere başvuracak!

Akıl neyi dikte eder insana?

Öncelikle hastalıklar, sıkıntılar, afetler ve zorluklar insan içindir. Bu, en akla yatkın gerçeklik. Yani hemen burada akıl dışı bir bilinci elemiş oluyoruz. Neydi?.. Evet! “Bana bir şey olmaz”…

Bu cümlede insan aklına muhalefet eden bir yargı mevcût. İnsana bir şey olur. Olanda hayır vardır. Olan, muhakkak hayrıyla gelir. Fakat gelene râzı olmak da hiçbir şey yapmadan beklemek değildir. Bugün dünyamızı kolaylaştıran ne kadar insanî beceri, teknoloji, bilim, tıp ve benzeri birikim varsa, hepsi zor durumlar karşısında aklı kullanmanın bir getirisidir. Demek ki zorlukların gelişinde İlâhî bir takdir olduğunu bilmek, fakat zoru alt edebilmede de Allah’ın verdiği aklı kullanmak gereksinimi bulunuyor.

Bilimi inançtan ayıran kör zihniyet, insanda zarurî ve çarpık bir bilinçaltı oluşturuyor. Allah’ın insanlara verdiği sezgi, algı, öğrenme, beceri, düşünme, analiz gibi tüm kabiliyetler, ilim öğrenmek ve bu ilimle bilimin gelişimini sağlamak içindir. Yani akılcılık, Allah’ın emirlerindendir.

Hâl böyleyken...

Zorlu bir durum karşısında aklımızı kullanarak çâre arıyor olmamız ve durumu bertaraf etmede gösterdiğimiz çaba, tevekkül etmediğimiz anlamını taşımıyor. Tam tersine, Allah’ın verdiği beşerî kabiliyetlerimizi kullanarak kendimize ve insanlığa faydalı olmakla, Allah rızâsını kazanabilmede de bir adım daha atmış oluyoruz.  

Bir hadîs-i şerifle bu ifadeyi güçlendirebiliriz.

Peygamber Efendimiz (sas) buyuruyor ki, “Ey insanlar, tedavi olunuz! Çünkü Yüce Allah, şifâsını vermediği hiçbir hastalık yaratmamıştır”.

Derdin dermanını, hastalığın şifâsını yaratan Allah, insanın var olan yetilerini kullanması üzerine de açık bir yol gösteriyor. İnsan bir derde düştüğünde oturup bir köşede beklemesi; tevekkül, sabır ya da iman değildir. Nasıl ki bir insana eziyet etmek büyük bir günahsa, kendi derdine derman aramamak da insanın kendine eziyetidir.

Sabır da tıpkı tevekkülün pasifleştirilmesi gibi bir muamele görüyor çok zaman... Sabır da tevekkülle yakın bir anlamı ihtivâ ediyor. Başa gelen bir zorluğa sabretmek, yine eylemsiz ve çâre aramaksızın geçmesini beklemek olamaz. Sabrın insanı zorlayan bir duygu baskılaması olması, onun hareketsiz bir faaliyet olduğu anlamını taşımaz.

Sabır elbette zordur. Fakat burada sabrı zor yapan şey, yapman gerekeni yapmak olarak algılanmalı. Yine gündeme uygun bir örnekle açıklamak gerekirse; bir hastalık geldiğinde hiçbir şey yapmadan geçmesini beklemek, aklı kullanmamaktır. Böylece insana verilmiş bu nimetin heba edilmesi anlamını taşır.

Hastalık geldiğinde inançtan sapmamak, bir sabır göstergesi olabilir. Yine o hastalığın şifâsını aramak, zorlayıcı bir sabretme hareketidir. Hastalığın mecbur ettiği şekilde davranmak, ona göre beslenmek, çevreye zarar vermeden bu süreci geçirmeye çalışmak da bir sabır göstergesidir. Tüm bunları yaparken, bunlarla birlikte Allah’ın inâyet ve merhametine inanmak da tevekküldür. Her şeyi doğru yapmaya çalışmak ve bunu yaparken takdirin Allah’tan geldiğini bilmek, güçlü bir tevekküldür.

Hastalıktan kurtulmak için doktora gider, ilâç alır, yapmamız gerekenleri yaparız. Bu, aklın gerektirdiği bir harekettir. Bir hastalığa yakalanmamak için gayret etmek de tedbir almaktır. Bunlar; o hastalığa yakalanmamak için duâ etmek ya da şifâ için Allah’a el açmak kadar mühimdir. Fakat “Önce doktora git, ilâcını iç, tedbirini al, sonra da bir ara Allah’a bırak” anlamı da oldukça eksik ve yanlış!

Sen tevekkülle doktora git!

Sabırla ilâcını al!

Allah’a güvenerek çâre ara!

Bütün bu çâre ve derman arama süresi boyunca yapacaklarımız, zaten tevekkül ve sabrın fiile dökülmüş hâlidir. Bir de buna, Allah’a güvenen kalbini dâhil etmen gerekiyor. Kalbin tevekkülde, rûhun sabırda, bedenin yapman gerekenlerin tatbikinde olduğunda, bu, takdiri Allah’a bırakmak ve sana verilmiş aklın, bedenin ve imkânların heba olmaması anlamına geliyor.

Hastanın tedavi olmaması, hastalık riski olan yerde önlem almamak, kendinden çevreye bir zarar gelmemesi adına dikkat etmemek; hiçbir sûrette sabır ya da tevekkül olamaz! Bu, ancak Allah’ın rızâsını kaybederken “Allah’a sığınıyorum” sanmaktır. Allah’a, O’nun gösterdiği yollarda sığınılır.