
OKULLA ilk buluşmamda, gözüm duvardaki resimlere takılmıştı.
Hayatım boyunca ne o kadar güzel resim gördüm, ne de o kadar mutlu görünen
çocuklara rastladım.
Büyük bir kartonu dört çeyreğe ayıran tablo, her
mevsimin kendine has özelliklerini yansıtan figürler ve kıyafetlerle
tamamlanmıştı.
Bugünlerde yaz mevsimi kendini iyiden iyiye hissettirirken,
Avrupa’yı kasıp kavuran “ölümcül” sıcak hava dalgasından ülkemiz de nasibini
almaya başladı. Ve sıcaklığa bağlı, içimizi yakan orman yangınları…
Şimdi fen ve sosyal bilgisi derslerinden çıkıp teneffüs
etmeden hayat bilgisi dersine girelim…
Dün “Şubat Soğuğu” vardı ülkemizde ve şahları mat eden
“kaset furyaları”. Dün şaibeli ilişkiler, dönme dolaplar ve racon kesen mafya
grupları, yolsuzluklar ve usulsüzlükler vardı. Dün terör vardı, sözde cemaat
vardı, bunlara bağlı günah vardı, kusur vardı, hata vardı. Ve bundan bahseden
gazeteler… Vardı da vardı…
Yazıda, elimden geldiğince özne ve sıfatlardan sıyrılarak
eylemlere yönelik sonuçlar almak istiyorum.
***
Günümüz koşullarına uyarlarsak, Cahiliye Devri’ne taş çıkartan
türden hâdiselere rastlıyoruz. Bunlardan birçoğu, son çeyrekte tedavülden kalkmış
ya da kaldırılmış olsa da, ne yazık ki sahte bir baharın kucağına
verilmişçesine, eski âdetler köy meydanında yeniden ifşa edilmeye başlandı.
Devletin ebet müddet varlığını sergilediği toprak
parçası ile “Mavi Vatan” semalarını kaplayan hudutsuz derinliğe selâm çakan al
bayrağın gölgesi altında güç devşirmeye çalışan her oluşum, illegal argümanları
elinde bir silah gibi tutuyor. Tutuyor, zira baldıran zehrine eş “ikbâl”
endişesi ve koltuk sevdası taşıyorlar. Bunu da yarınlarını garanti altına almanın
en kestirme yolu olarak görüyorlar.
Ne kadar da yanlış!
Evet, yanlış ama yanlışın “yanlış” olduğunu ne bilir
hörgücü deveye benzeyen ve “kılavuz” olduğunu iddia edenler?
Oysa Allah’ın emirleri, kutsal metinde değişmez bir
şekilde tebliğ edicilere emanet edilmiştir. Asırlardır bu metotla günümüze
ulaşan; dün zarurî bir ihtiyaçtan doğan tekke, zaviye ve cemaat yapılanmaları,
zaman zaman akamete uğrasa da genel anlamda önü kesilememiş, geçmiş devirlerde
olduğu gibi bugün de siyaset sahnesinin en önemli aktörleri arasında yerlerini
almış durumdalar.
Kimi Ukbe Bin Nafi gibi bir ayeti sırtına geçirerek
deniz aşırı ülkelere ulaşmak istemiş, kimi Ebu Eyyûb el-Ensarî gibi muştulu hadîsin
şerefine ulaşmak için tek başına fetih yolculuğuna çıkmıştır. Kimileri Hacı
Bayram-ı Velî Hazretleri gibi sayısız müride erişmiş lâkin ayaklarının sesi
dahi duyulmamış ve kendi hâlinde, sessiz sedasız bir hizmet yolunu tercih
etmiş, kimileriyse giyim kuşam, eylem ve söylemleriyle tarrakalar çıkaran, hak
ve hakikate kulak tıkayan bir yapıya bürünmüş ve milleti sefalete
sürüklemiştir.
Kimin neyi tercih ettiği ve edeceği elbette bizim
uhdemizde değil. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilen hükümler sarih bir şekilde
beyan edilmişken ve hak erlerinin “emr-i bi’l-maruf
nehy-i ani’l-münker” yapmakla
mükellefken güç devşirmeyi tercih etmelerini ve sapkınların tedavülden kalkan
davranışlarını birebir “copy paste” yapmalarını anlamış değilim. (Bu arada
“kopyala-yapıştır” yerine “copy paste” kelimesini, bilerek kullandığımı
belirtmek isterim.)
Peygamber mâkâmı olarak bilinen kürsülerden nasihat vaaz etmesi gerekenlerin tehditkâr söylemlere bürünmelerini, pimi çekilmiş bomba ile ümmetin içine dalmakla eş buluyor ve irkiliyorum. İrkilmekle kalmıyor, aynı zamanda korkuyorum. Korkmakla kalmıyor, bir o kadar üzülüyorum. Üzülmekle de kalmıyor, alabildiğine hicap duyuyorum. İşte tam o esnada, gözüm maziye gidiyor ve elli yıllık “dört mevsim” içerikli resimleri arıyorum. Bulursam, umudum devam edecek o güzel günler için…