“SÖZ ola kese savaşı/ Söz ola kestire başı/ Söz ola ağulu aşı/ Bal ile yağ ide bir söz// Yunus imdi söz yatından/ Söyle sözü gayetinden/ Key sakın o şeh katından/ Seni ırağ ide bir söz…”
Cenâb-ı Hakk, kullarının güzel, sağlam, dürüst, açık, beliğ, tesirli, tatlı, gönül alıcı ve yumuşak söz söylemelerini arzu ettiğini buyurmaktadır: “Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” (İsra, 53)
Gönle yumuşak söz kadar tesir eden başka bir şey yoktur. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” atasözü de bunu açıkça ortaya koymaktadır. Yumuşak bir lisana sahip olmayı gerektiren en mühim saha da hiç şüphesiz İslâmî hakikatleri tebliğ faaliyetidir.
Dinimiz İslâm bizlere üç yolla gelmiştir: Kitaplar, yaşantılar, anlatımlar. Dolayısıyla başta Kur’ân olmak üzere dinimizi ve görevlerimizi belirten bütün kitaplar ile mütedeyyin güzel insanların hâlleri ve ağızlarından dökülen tatlı ifadeler, İslâm’ın bugüne kadar gelmesini sağlamıştır. Görüldüğü üzere üç husustan hiçbirinde şiddet yoktur. Nitekim İslâm tarihine bakıldığı zaman Müslümanların yeryüzünün herhangi bir bölgesinde gayr-i Müslimleri zorla Müslüman yaptıklarına yönelik bir tek örnek bulunamaz. Lâkin bunun tersi örnekler tarih kitaplarını doldurmaktadır.
Nitekim Endülüs kaybedildikten sonra Müslümanlara üç seçenek sunulmuştur: Dinlerini değiştirmeleri, göç etmeleri ve idam edilmeleri. Hicret edemeyip orada kalmak durumunda kalanlar, dışarıdan Hıristiyanlığı kabul etmiş gibi gösterip evlerinde Müslümanca yaşamaya devam etmişler, ancak önce çocuklarını, sonra da torunlarını, velhasıl gelecek kuşaklarını kaybetmişlerdir. Hepsi Hıristiyanlaşmıştır. Bu yüzden İspanya’da Müslümanlardan geriye görünür olarak sadece bazı mimarî yapılar kalmıştır. Adeta din kardeşlerimizin kökü kazınmıştır.
Bu konuda müracaat edeceğimiz kaynak, kültürümüzün hazinesi Kur’ân ve Risalet-i Resûlullah, bir de kadim tarihimiz ve örfümüzdür.
Yüce Allah, İslâm’ın insanlar tarafından kabullenilmesini onların tercihlerine bırakmıştır. İsteseydi kalpleri çeviren Kendisi olduğu için öncelikle Arabistan coğrafyasında yaşayanları, daha sonra da bütün dünyayı Müslüman yapardı da bugün herkesin Müslüman olduğu bir dünyada yaşardık.
Rabbimizin üslûbu
Yüce Allah, İslâm’ın insanlar tarafından kabullenilmesini onların tercihlerine bırakmıştır. İsteseydi kalpleri çeviren Kendisi olduğu için öncelikle Arabistan coğrafyasında yaşayanları, daha sonra da bütün dünyayı Müslüman yapardı da bugün herkesin Müslüman olduğu bir dünyada yaşardık. Kudreti açısından buna bir engel yoktur. Lâkin bu yola girmeden, beşeriyeti makul delillerle ikna etme yolunu benimsemiştir. Bu sebeple de varlığının delili olan ayetleri Peygamber’ine indirerek Zâtını bütün insanlığa hatırlatmıştır.
Ayetlerin bir kısmında ise kâinattaki güzelliklere işaret ederek, Âlemlerin Sahibi olduğunu buradan bile anlayabileceklerine değinmiştir. Dolayısıyla her türlü kudreti Zâtında toplamış olan Evrenin Sahibi, insanların İslâm’a zorla değil, gönül rızasıyla girmelerini istemektedir. Sınav dünyasında yaşıyor olmanın gereği de budur.
Karşı cephenin infiali evvelâ ilgisizlik ve boykot şeklinde oldu. Daha sonra istihza ve alayla devam etti. Son sahada ise işkencenin her çeşidiyle sürüp gitti. Geçeceği yollara dikenler serpiliyor, namaz kılarken başına işkembe konuyor ve kendisine her türlü hakaret reva görülüyordu.
Hazreti Peygamber’in tebliğinde göze çarpan hususlar
Kâinatın Efendisi, Cenâb-ı Hakk’ın ifadesiyle müminler için en mükemmel örnek (Ahzab, 21) olduğundan, O’nun İslâm’ı tebliğ usûl ve şekilleri biz müminler için de başvurulacak yegâne kaynaktır. Zira Allah Resûlü (sas) İslâm’ı tebliğ ederken, “Şeriat-ı Tekviniye” (varlık âlemindeki icraat) dediğimiz, kâinatın akışı içerisinde cereyan eden genel prensiplere göre davranmış ve daha sonraları karşılaşabilecekleri her türlü durumda ümmeti için bir model ortaya koymuştur. O isteseydi, Rabbisine yalvarır ve istediği dünyalığı elde edebilirdi; isteseydi ve hikmet-i İlâhiyeye uygun düşseydi, belki de bütün müşrikler helâk olur veya İslâm’a girebilirlerdi. Ama bütün bunlar mucize kabilinden gerçekleşeceği için, O bir örnek, takip edilecek bir model olamazdı.
Allah Resûlünün (sas) her konuda örnek olması sebebiyle, tarihin seyri içerisinde O’nun gönül verdiği dâvâ uğrunda “kandan-irinden deryaları geçip gitmeye azimli ve kararlı; varıp hedefine ulaştığında da her şeyi Sahibine verecek kadar olgun ve Yüce Yaratıcı’ya karşı edepli ve saygılı gönül erleri” yetişmiştir. Hazreti Resûl-i Ekrem’in (sas) insanları İslâm’a davet vazifesini ele aldığımızda, daha pek çok ve önemli hususiyetin yanı sıra şu prensiplerin de birer esas olduğunu söyleyebiliriz: Sabır, yumuşak davranma ve hoşgörü, tedrîcilik, neticeleri Allah’tan bilmek, iç derinliği, tevazu ve muhasebe.
Şimdi bu esasları tek tek incelemeye çalışalım…
Allah Resûlünün konuşma üslubuna özel olarak baktığımızda karşımıza çıkan tablo şudur: Biriyle kavga ettiği, ağız dalaşına girdiği, kötü söz söylediği, hakaret ettiği görülmemiştir.
Sabır
Kâinatta en büyük belâ ve musibete hep peygamberler duçar olmuşlardır. Kur’ân-ı Kerîm’in ışığında dikkat ediniz, Allah-u Teâlâ’nın peygamberlerinin çileleri örnektir. Fakat bütün bu belâ ve musibetlere karşı en büyük sabrı da yine onlar göstermişlerdir. Hazreti Nuh, Hazreti Lût, Hazreti Musa, Hazreti İsa, Hazreti Yahya ve Kâinatın Efendisinin (sas) başına gelenler, az çok bütün müminlerin malûmudur. Fakat bütün bu belâ ve musibetler onları dâvâlarını anlatmaktan alıkoyamamış, aksine onlar sabır ve sebatla Allah’ı ve O’nun emirlerini tebliğde berdevam olmuşlardır. İşte peygamberlere ait bu umumî gaye ve vazife Kur’ân’da şöyle dile getirilir: “Onlar öyle seçkin kimselerdir ki, Allah’ın buyruklarını tebliğ ederler, O’nu sayıp O’ndan çekinir ve O’ndan başka kimseden çekinmezler. Hesaba çeken olarak Allah yeter.” (Ahzab, 39)
Bu hususta Peygamber Efendimize de Cenab-ı Hakk, tebliğle alâkalı olarak şöyle buyurur: “Ey Peygamber! Rabbinden Sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah, Seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirlere hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz.” (Maide, 67)
Allah Resûlünün bu ulvî vazifeyi yüklendikten sonraki bütün hayatı, dini tebliğ etmekle geçti. O kapı kapı dolaşıyor ve mesajını kendilerine tebliğde bulunabileceği aşina sima ve gönüller arıyordu. Karşı cephenin infiali evvelâ ilgisizlik ve boykot şeklinde oldu. Daha sonra istihza ve alayla devam etti. Son sahada ise işkencenin her çeşidiyle sürüp gitti. Geçeceği yollara dikenler serpiliyor, namaz kılarken başına işkembe konuyor ve kendisine her türlü hakaret reva görülüyordu. Ne var ki, Allah Resûlü bunların hiçbiriyle yılmadı ve usanmadı. Çünkü O’nun dünyaya geliş gayesi buydu. Can alıcı hasımları dâhil, herkese defaetle uğradı. Ve İlâhî mesajı sundu.
Evet, Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi din ve iman düşmanlarına bile kim bilir kaç defa gitti, hak ve hakikati anlattı. O, panayırları dolaşıyor, bir kişinin hidayetine vesile olabilmek için çadır çadır geziyordu. Gittiği her kapı yüzüne kapansa da O bir başka sefer yine aynı kapıya varıyor, aynı şeyleri tekrar ediyordu.
O, Mekke daha fazla ümit vermeyince Taif’e gitti. Taif mesirelik bir yerdir; rehavetin şımarttığı Taifliler, Mekkelilerden daha baskın çıktı ve bütün sefih ayak takımı toplanıp Resûl-i Ekrem’i, O meleklerin dahi yüzüne bakmaya kıyamadığı güneşler güneşini taşlayarak Taif’ten kovdular. Allah Resûlünün yanında, “Evlâdım” deyip bağrına bastığı Zeyd Bin Hârise vardı. Zeyd, gelen taşlara vücudunu siper ederek Efendiler Efendisini korumaya çalıştıysa da mübârek vücuduna isabet eden taşlar her yanını kanlar içinde bıraktı. Bu müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica etmişlerdi ki birdenbire Cibrîl-i Emin beliriverdi. Ve eğer izin verilirse, çevredeki bir dağı bu azgın insanların başına geçirebileceğini teklif etti. Allah Resûlü çok rencide olduğu bu dakikalarda bile böyle bir teklife “Hayır” diyordu. Evet, O, çok ileride bile olsa, eğer bunlardan bazıları imana uyanacaksa, onlara gelebilecek belâlara karşı “Hayır!” diyordu. Ve sonra ellerini açıp Rabbine niyazda bulundu: “Allah’ım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Ya Rahmân ve Rahîm, Sen hor ve hakir görülen bîçarelerin Rabbisin, Benim de Rabbimsin. Beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi, yoksa işime müdâhil düşmana mı? Eğer Bana karşı gazabın yoksa çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferahfeza, daha geniştir. İlâhî! Gazabına giriftar yahut hoşnutsuzluğuna duçar olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medar-ı salâhı Nur-u Vechine sığınırım. İlâhî! Sen razı olana kadar Senin affını muntazırım. İlâhî! Bütün havl ve kuvvet sadece Senin elindedir.”
O böyle dua ederken, yanlarına sessizce biri yaklaşır, bir tabağa koyduğu üzüm salkımını Allah Resûlünün önüne uzatır ve “Buyurun, bundan yiyin” ricasında bulunur. İki Cihan Serveri elini tabağa uzatırken, “Allah’ın adıyla” mânâsına “Bismillah” der. Üzümü ikram eden Addas ismindeki köle için bu, beklenmedik bir hâdisedir. Hayretle sorar: “Sen kimsin?”
Allah Resûlü cevap verir: “Son Peygamber, Son Resûlüm!”
Addas, üzerine abanır ve öpmeye başlar. Senelerce gökte aradığını şimdi yerde, hem de hiç beklemediği bir anda karşısında bulmuştur ve iman eder.
Bıkmadan, usanmadan ve yorulmadan insanlara İslâm’ı anlatmaya gayret etmiştir. Hatta ömrünün son dönemlerinde bile, hastalığına rağmen tebliğden geri durmamıştır.
Hazreti Peygamber’in Sünneti
Allah Resûlünün bütün hayatı en ince ayrıntısına kadar bizlere aktarılmıştır. Güzin hayatını incelediğimizde iki şeyin çok öne çıktığını görürüz. Bıkmadan, usanmadan ve yorulmadan insanlara İslâm’ı anlatmaya gayret etmiştir. Hatta ömrünün son dönemlerinde bile, hastalığına rağmen tebliğden geri durmamıştır. Bunun yanında Hazreti Peygamber’in bir şeyi daha öne çıkar: Allah Resûlünün etrafındaki insanlardan isteyip de Kendisinin yapmadığı bir şey yoktur. Ne dönemindekiler, ne de sonrakiler asla şöyle bir iddia dile getirememişlerdir: “O milletten yapmasını istediği şeyi tatbik etmiyordu.” Böyle bir örnek bulmak mümkün değildir. Zaten bu olmuş olsaydı etrafında kimse kalmazdı. Tam tersine insanlar, kendilerinden istenenin öncelikle Allah Resûlü tarafından tatbik edildiğini görüyordu.
Bir başka ifadeyle, önlerinde nasıl yapacaklarını veya nasıl kaçınacaklarını gösteren bir örnekleri bulunuyordu Müslümanların. Allah Resûlünün hayatının bu iki yönü, her şeyin merkezinde insanın olduğunu göstermektedir. Şayet Allah Resûlü söz ve yaşantı itibarıyla getirdiği kitapla uyumlu bir yaşantı sergilememiş olsaydı, insanlar bu dini asla kabul etmezlerdi.
Allah Resûlünün konuşma üslubuna özel olarak baktığımızda karşımıza çıkan tablo şudur: Biriyle kavga ettiği, ağız dalaşına girdiği, kötü söz söylediği, hakaret ettiği görülmemiştir. O’nun insanları İslâm’a davet ederken güzel ve tatlı bir üslup kullanmış, anlattıklarına inanmayanlara veya kaba bir şekilde itiraz edenlere hakaret etmemiştir. Baskı uygulamamış, “Kabul etmeye mecbursun” dememiştir. Allah da O’ndan bu tavrı istemiştir: “Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki, ‘Bana uyanlarla birlikte Ben, Kendimi Allah’a teslim ettim’. Kitap verilenlerle verilmeyen ümmîlere de, ‘Siz de Allah’a teslim oldunuz mu?’ de. Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok, yüz çevirdilerse, Sana düşen, yalnızca duyurmaktır. Allah, kullarını çok iyi görmektedir.” (Âl-i İmran, 20)
“Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin, Onlara karşı gelmekten çekinin. Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen, sadece açıkça tebliğ etmektir” (Maide, 92) ve “Eğer yüz çevirirlerse, sana düşenin sadece açıkça tebliğ olduğunu bil” (Nahl, 82) gibi ayetlerde Hazreti Peygamber’den yaptığı işi tebliğle sınırlandırmasının istendiğine, bunun ötesine geçerek kimseyi zorlamamasının talep edildiğine dikkat etmek gerekir. Bu sebeple O, sadece bir şeyi yapmaya çalışmıştır: Tebliği olabildiğince güzel bir üslûpla yerine getirmek ve anlattıklarını kendi hayatında uygulamak. Zaten yaşayışına baktığımızda da “Nasıl bu kadar tahammül etmiş?” dedirtecek seviyede mütevazı bir yaklaşım ve güzel bir dille insanları Hak Din’e davet ettiğini görüyoruz. Ki sonuç ortadadır. Aklın kabul etmekte çok zorlanacağı müthiş bir başarı ve yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede harika bir zafer... Allah Resûlünün bu yönteminden alacağımız çok ders vardır.
Kur’ân ile Hazreti Peygamber’in üslûbundan öğrendiklerimiz
Kur’ân’a/Kitabımıza ve hadis eserlerine baktığımızda şunu çok net bir şekilde görürüz: Rabbimiz de, Peygamberimiz de insanlara İslâm’ı sunarken çirkin ifadeler kullanmamışlardır. Kur’ân’da böyle bir ayet olmadığı gibi Hazreti Peygamber’in (sav) hadislerinde de böyle çirkin bir söz yoktur. Biz kendimize Allah’ın kitabı ile Rabbimizin rehber olarak önümüze koyduğu Peygamber’e tâbi olacağımıza göre, üslûbumuz her ikisinin istediği çerçevede olmalıdır. Hatta tasavvuf büyüklerinin kitaplarına baktığımızda da bunu görürüz. Kullanılan dil tatlıdır ve insan kazanmaya yöneliktir. Bu bize gösteriyor ki, gerek zamanımızda ve gerekse önceki dönemlerde bu üslûba uymadan İslâm adına gerçekleştirilen her davet veya ahlâkî öğüt, çizgi dışıdır. Yazarı veya söyleyeni kim olursa olsun, Allah ve Resûlünün üslûbuna uymadığı için kabul edilemez.
Müstehcen ve çirkin ifadelerle İslâm’ın mesajı veya ahlâkı anlatılmaz. Eğer bu gerekli bir üslûp olsaydı, Cahiliye şiirlerinden anladığımız üzere, müstehcenliğin zirvede olduğu bir coğrafyada Allah ve Resûlü de bu üslûbu benimserdi. Lâkin böyle bir durum yoktur. Bu sebeple de bu yola uymayan her türlü üslûp reddedilir. Ayrıca insanları dine ve ahlâka davet eden bir insan, gayr-i ahlâkî veya kaba bir dil kullandığı takdirde onu dinleyenler nezdinde ağırlığını ve saygınlığını kaybeder, konuşmalarından kimse etkilenmez. Tam tersine, alay konusu olur. Oysa hiçbirimizin İslâm ile alay edilmesine malzeme sunma hakkımız yoktur. Dinimizin izzetiyle alay edilmesine aracılık edemeyiz.
Hiç kimse sert sözlerden ve kabalıktan hoşlanmaz. Gönüllere girebilmenin en güzel yolu tatlı dil, yumuşaklık ve tevazudur.
Hata düzeltirken bile nezih üslup
Özellikle öğretmenler/muallimler veya birilerine bir şeyler öğretme durumunda olanlar bazen herkesin yanında yanlışa müdahale etmek durumunda kalırlar. Hatanın o anda düzeltilmesi gerekmektedir. Böylesi durumlarda tatlı bir üslûpla yapılan müdahale kimsenin onurunu rencide etmez. Pek çoğumuz kusurlarımızı öğretmenlerimizin veya hocalarımızın uyarmasıyla düzeltmişizdir ve şimdi onlara duacı olmaktayız. Allah Resûlü de -O en büyük mübelliğdi- bir insanın çokça işlenen bir hataya düştüğünü gördüğünde müdahale ederdi. Etrafındakilerin hakikati öğrenmelerini ve bundan ders almalarını arzulardı. Çünkü O bir öğretmendi. Ancak bunu yaparken hatayı işleyenin onuruyla oynamazdı. O’nun bu tür müdahalelerini daha ziyade ibadetler hususunda görmekteyiz.
Bir defasında Ashabından kalabalık bir cemaatle birlikte mescitte oturmaktadır. Tanımadıkları bir adam mescide girer ve namaz kılar. Kıldıktan sonra sohbete katılmak için Allah Resûlünün yanına gelir. Hazreti Peygamber (sav) onu, “Namazını bir daha kılar mısın?” diye tembihler. Adam gider, tekrar kılar. Allah Resûlü ve etrafında bulunan herkes onun namaz kılışını seyrederler. Adam namazdan sonra tekrar gelir. Peygamber (sav), kıldığı namazı bir kez daha kılmasını söyler adama. Adam yine kılar. Bütün cemaat seyretmektedir. Namazını önceki iki kılışındaki gibi kılar. Kıldığı namazlardaki eksiklik, tadil-i erkâna uymamasıdır. Rükûa gitmesiyle kalkması bir anda olmakta, rükûdan doğrulmadan da hemen secdeye kapaklanmakta, secde aralarında da başını kaldırması ile ikinci secdeyi yapması neredeyse bir saniyede olmaktadır. Cemaat bütün bu olup biteni seyreder. Adam tekrar Allah Resûlünün yanına varınca kılabildiği en iyi namazın bu olduğunu, daha iyisini yapamadığını söyler. Nelerde eksiklik yaptığını hâlâ anlamamıştır. Kendince en güzel şekilde kılmıştır. Üç yanlış uygulamanın ardından Hazreti Peygamber (sav), cemaatin önünde ona şu nasihati yapar ve herkes bundan nasibini alır: “Namaz kıldığında her rükûun hakkını ver. Rükûa gittiğinde azâların sükûnete ersin, rükûdan kalktığında tam doğrul, secdeye gittiğinde de azâların secdeyi hissetsin, iki secde arasında da oturuşu tam yap.”
İslâm, aşiret ruhunun, rekabet ve küçümseme duygusuyla geçici hazlara düşkünlüğün doğurduğu kaba ve hoyrat geleneklerin karşısına insanın nefsini dizginlemesi, tabiatını öfke ve şiddetten koruması anlamına gelen hilm ve şefkati koydu; bu suretle insana, o güne kadar kendi dışındaki varlıklara çevirdiği mücadele enerjisini kendi nefsinin kötü temayüllerine karşı yöneltmesini öğretti.
Unutmayalım ki, İslâm dininin birinci kaynağı Kur’ân’dır. Yüce Allah, insanlara yönelik emir ve tavsiyelerini Hazreti Peygamber’e indirdiği Kur’ân vasıtasıyla bildirmiştir. Allah tarafından insanların dinî ve dünyevî hayatlarını düzenlemek için gönderilmiş olan Kur’ân’ın içerdiği hükümler iman, ibadet ve ahlâk olmak üzere üç ana konuda toplanmaktadır. Kur’ân, insanların nasıl doğru bir imana sahip olacaklarını ve Allah’a karşı yapmaları gereken ibadetlerin neler olduğunu öğretirken günlük hayatlarında sahip olmaları gereken ahlâkî özelliklerin neler olduğunu da öğretmektedir.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de, “Andolsun ki Biz, insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. Fakat iman edip salih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır” (Tin, 4-6) buyurmaktadır. Buna göre, yaratılış itibarıyla diğer varlıklardan üstün olduğu hâlde insan, kötü huy ve davranışlara sahip olması durumunda son derece değersiz bir konuma düşebilecektir. Kur’ân, doğru ve yanlışları ortaya koymak suretiyle güzel ahlâka kaynaklık etmektedir. Meselâ dürüst olmak, yalan konuşmamak, insanları aldatmamak, anne babaya karşı gelmemek, insanların arkasından konuşmamak, büyüklenmemek, insanları küçük görmemek gibi pek çok ahlâkî güzelliğe doğrudan işaret etmektedir. Aynı şekilde Kur’ân, ahlâkî özellikleri nedeniyle kurtuluşa eren veya yok olup giden önceki toplumların yaşamlarından örnekler vermek suretiyle de güzel ahlâka kaynaklık etmektedir.
Kur’ân’da, imanla birlikte özellikle vurgulanan bir diğer husus ise “güzel işler” olarak da anlayabileceğimiz “salih amel”dir (Nisa, 173). Zira iman ile davranış arasında sıkı bir ilişki vardır. En genel anlamıyla imanı Yaratıcı’ya verilen bir söz olarak değerlendirdiğimizde, Yaratıcı’ya iman etmek, aynı zamanda O’nun istediği gibi davranmayı da gerektirecektir. Bu anlamda güzel ahlâk sahibi olmak da iman etmenin bir gereği olmaktadır. Kişinin Allah’a olan imanının bir göstergesi olan namaz, oruç ve zekât gibi ibadetlerin de güzel ahlâkla sıkı bir ilişkisi vardır. Vahiy kaynaklı dinlerin tamamı güzel ahlâka önem vermiştir. Bununla beraber İslâm dini, Peygamberimiz vasıtasıyla güzel ahlâk ile tamamlanmıştır.
Peygamber Efendimiz, “İslâm, güzel ahlâktır” diye buyurmuştur. Hazreti Peygamber’in güzel ahlâka teşvik eden birçok güzel sözü vardır. Bunlar, “Müminlerin imanca en kâmil olanı, ahlâkı en güzel olanıdır”, “İçinizden en çok sevdiklerim ve kıyamet gününde Bana en yakın olanlarınız, ahlâkı en güzel olanlarınızdır” hadisleri bunlardan sadece bazılarıdır. Peygamber Efendimizin güzel ahlâka teşvik eden ve kötü hasletlerden nehyeden hadisleri çok olduğu gibi, O sadece bu sözleri söylemekle kalmamış, güzel ahlâkı Bizzat yasayarak insanlara örnek olmuştur. Nitekim Hazreti Aişe bir soru münasebetiyle Hazreti Peygamber’in ahlâkının Kur’ân ahlâkı olduğunu belirtmiştir (Müslim, “Müsâfirîn”, 139). Bu yüzden O’nun ahlâkı, İslâm ahlâkının en güzel tatbikatını oluşturmaktadır.
Günümüzde de İslâm’ı tebliğ ederken karşılaşacağımız zorluklara karşı en birinci sığınağımız yine sabır olmalıdır. Kur’ân-ı Kerim’de seksenden fazla yerde sabır zikredilerek, müminlerin ona ittibaları emredilir: “Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah’tan yardım dileyin. Muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 153)
Bizler birer mümin olarak sabrı hayatımızda üç kategoride tatbik edebiliriz: Müslüman, Allah’a itaat edip O’nun rızasını kazanmak için sabreder. Bu çeşit sabır, Allah’ın muhabbet ve rızasına vesiledir. Böyle bir sabırda ihlâs esastır. İhlâs, yapılan işin sadece ve sadece Allah rızası için yapılmasıdır. İnsan, harama karşı da aynı sabırla mukabele etmelidir. Günahla ilk karşılaşıldığında gösterilecek mukavemet, ondan gelecek kötü şerareleri kırar, insan da o oku böylece atlatmış olur. Onun içindir ki, Efendimiz, Hazreti Ali’ye, “İlk bakış lehine, gerisi aleyhinedir” buyurmuştur. Yani insanın gözü günaha kayabilir. Ama o hemen gözünü kapar, yüzünü çevirirse, bu onun için günah olarak yazılmaz. Hatta harama bakmadığı için kendisine sevap bile yazılabilir. Bunun gibi, insan her zaman bir çeşit şekilde günaha düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. O günaha girmeme konusunda direnç gösterdikçe, takvaya ve takvada daha üst derecelere ulaşır.
O’nun insanları İslâm’a davet ederken güzel ve tatlı bir üslup kullanmış, anlattıklarına inanmayanlara veya kaba bir şekilde itiraz edenlere hakaret etmemiştir. Baskı uygulamamış, “Kabul etmeye mecbursun” dememiştir.
Hitabette kullanılan lisan-ı hâl
Âriflerden alınan malûmata göre, tarihin meşhur Haccac-ı Zalim’i, zulmüyle şöhret yapmış olsa da filozof tabiatlı bir insandı. Bir gün Cuma namazında onu gören hatip, “Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın karşısında hakkı ve adaleti söylemektir” hadisini hatırlayarak hutbede Haccac hakkında pek çok ağır sözler söyledi. Haccac-ı Zalim, sükûnetle dinledi. Namazdan sonra hatibi çağırtarak sordu: “Sen öyle neler söyledin bakalım hutbede?”
Hatip, nasıl olsa kellesinin vurulacağı düşüncesiyle geri adım atmadan Haccac’a hutbedeki sözlerini biraz daha sert bir üslûp ile tekrar etti. Haccac, “Tuhaf şey” dedi, “Sen bilgili bir adama benziyorsun. Lâkin İslâmî davetin metotlarından haberin yok. Sen hiç Kur’ân okumuyor musun? Senden daha faziletli olduğu muhakkak olan Musa’yı (as) benden daha kusurlu ve üstelik ehl-i küfürden olduğu muhakkak olan Firavun’a gönderirken Cenab-ı Hakk, ona ‘leyyin’ yani suyun akışı gibi yumuşak bir lisan kullanmasını emir buyurmadı mı?” dedi. Hatip, söyleyecek söz bulamadı. İrşat metodundaki hatasını anladı ve özür diledi. Bu imtihanda nasların alacağı payeler/dersler yok mudur?
İmtihan, hayatta Allah’ın kulları için bir sünnetidir. Allah (cc), insanların istidat ve kabiliyetlerini ortaya çıkarmak için onları imtihan eder. Böyle bir imtihanla insanlara bahşedilen irade ve tercih kabiliyetinin ne yönde kullanıldığı tebeyyün (ortaya çıkmak, anlaşılmak) eder. Allah kullarından dilediğini dilediği zamanda ve dilediği şekilde imtihan eder. Kişi, en yakınlarıyla bile imtihan olabilir. Onun için insan, düşmanlarıyla olduğu gibi dostlarıyla da imtihan olunabileceğini düşünmeli ve Hakk’ın elinde bir imtihan unsuru olarak kullanılan dostlarına karşı mürüvvetli olmalıdır.
Yumuşak davranmak
Hoşgörü ve hilm (yumuşak huyluluk), Efendimizin İslâm’ı tebliğinde en mühim köşe taşlarından biridir. İnsanlara mülâyemetle yaklaşarak dâvâsını anlatan Peygamber Efendimize, yaptığı işin doğruluk ve mükemmelliğini tebcil mânâsına Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet, bağışlanmaları için duada bulun. (Umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven! Çünkü Allah, kendisine tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmran, 159)
Hilm, Allah Resûlüne verilmiş ayrı bir altın anahtar durumundadır. O, bu anahtarla pek çok gönlü açmış ve onlara taht kurmuştur. Eğer O’nun bu hilmi olmasaydı, pek çok hazımsız gönül, bir kısım sertliklerle karşılaşacak ve şimdi olduğunun aksine kimileri İslâm’a cephe alacak, kimileri de belki bir hisle O’ndan uzaklaşacaktı. Ancak Allah Resûlünün hilmiyle bütün bunların önü alındı ve koşan koşana herkes gelip İslâmiyet’e dehalet etti. Ayetten de anlaşıldığı üzere hilm, rahmetten gelir. Eğer Allah Resûlü, kaba ve haşin olsaydı (ki asla değildi) etrafında bulunanların hepsi dağılıp gidecekti. Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetidir ki, O’nu yumuşak huylu kıldı. Yani O’nun mayesini öyle mükemmel ve mahiyetini de öyle halîm kıldı ki O’na dokunan eller dahi hiçbir zaman incinmedi ve diken bekledikleri anlarda gül buldular.
Allah Resûlü (sas) şöyle buyuruyor: “İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez. Yerdekilere merhamet ediniz ki göktekiler de size merhamet etsin.”
Hazreti Peygamber (sas), mukaddes dişini kıranlara, mübârek başını yaranlara karşı bile hep müsamahalı davranmıştır. Mekke’nin fethinden sonra durumlarının ne olacağını merakla bekleyen Mekkelilere, Kendisini yurdundan yuvasından mahzun ve yaşlı gözlerle çıkarmış olmalarına bakmaksızın, “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz” buyurmuştur. Ebû Süfyan’ı affetmiş ve Müslüman olması için gönlünü yumuşatmıştır. Ciğerinin parçası olan amcasının katili Vahşi’yi ve Ebû Cehil’in oğlu İkrime’yi de affetmiştir. Daha bunlar gibi nicelerini affederek bağrına basmış, işledikleri daha nice kötülüklerden dolayı onları muaheze etmemiştir. İnsanların kusurlarını yüzlerine vurmamış, yaptıkları hatalardan dolayı onları suçlayarak toplum nazarında hor ve hakir görüp küçük düşürmek yerine, doğru ve güzellikleri öncelikle kendi hayatında yaşayarak insanlara örnek olmuştur.
Bazen O’nun karşısına çıkıp kaba-saba hareket eden ve hakarette bulunan insanlar olurdu. O, parmağını indirip kaldırsaydı yüz kılıç birden o adamın kellesi üzerinde iner kalkardı. Ancak, bu kaba hareketleri hep mülâyemetle karşılamış ve bütün bu hareketlere hilmle mukabelede bulunmuştur.
Allah dostları şöyle söylemişler: “Kaynayan yağa soğuk su dökersen, ocağı da harap edersin, tencereyi de.” Her insanı kaynayan bir yağ gibi görmek lâzımdır. Zira herkeste izzet-i nefs vardır. Hiç kimse sert sözlerden ve kabalıktan hoşlanmaz. Gönüllere girebilmenin en güzel yolu tatlı dil, yumuşaklık ve tevazudur. Samimî bir kalpten yumuşak bir üslûp ile sâdır olan tatlı sözler, ahlâkî olgunluktaki yüksek seviyeyi gösteren alâmetlerdir. Bu olgunluk hâli, kişinin şahsına karşı yapılan kabalık, eziyet ve cefaya sabretmesini ve hatalar karşısında affedici olmasını icap ettirir. Dolayısıyla tatlı bir dil ve yumuşak bir üslûp sahibi olmak, zor lâkin feyizli ve bereketli bir yoldur.
Müslüman’da bulunması gereken başlıca ahlâkî güzelliklere ve istikametimiz hayra doğru olmalıdır. Hiç şüphesiz güzel ahlâk, bir müminde bulunması gereken temel vasıflardandır. Buna göre Kur’ân’dan hareketle söyleyecek olursak, kâmil bir mümin şu hasletlere sahip olmalıdır: Müslüman dürüsttür, sadakat ehlidir; zira sadakat ve dürüstlük hem Kur’ân’ın, hem de Hazreti Peygamber’in tavsiye ettiği en önemli ahlâkî güzelliklerdendir. Tevazu sahibidir; alçakgönüllüdür, insanlara karşı kibirli ve gururlu olmaz, büyüklenmez. Sabırlıdır; başa gelen sıkıntılardan dolayı Allah’tan başka kimseye şikâyetçi olmaz, yakınmaz, sızlanmaz; insana ağır gelen ve hoşa gitmeyen şeyler karşısında dayanma gücü gösterir. Hoşgörülüdür; başkalarının kusurlarını görmezlikten gelir, kendisine karşı yapılan hataları affetmeyi bilir, müsamaha gösterir. Cömerttir, cimrilik yapmaz. İffetlidir; haramdan uzak durur, helâl ve güzel olmayan söz ve davranışlardan sakınır. Adildir; daima hakkın ve haklının yanında yer alır, kimseye haksızlık yapmaz, başkalarına haksızlık yapılmasına da göz yummaz. Merhametlidir; acır, esirger, korur, bağışlar.
Elbette Kur’ân’da yer alan ahlâkî güzellikler bunlardan ibaret değildir. Başlıca olanlarını saydığımız bu güzelliklere ilaveten Kur’ân’da müminlere rehberlik edecek pek çok ahlâkî erdem vardır. Buna göre güzel ahlâk hayatımızın her alanını öyle kaplamalıdır ki bir Müslüman daima, “Allah, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır” (Mülk, 2) ayetine uygun olarak yaşamaya gayret etmeliyiz.
“İstediğimiz gibi yaşarız, her istediğimizi yaparız” anlayışıyla hareket edemeyiz. Biliriz ki insan, başıboş bırakılmış değildir. Bundan sebep, topyekûn kâinat muhteşem İlâhî kudret akışlarının son derece hassas ölçüleri içinde devam ederken, âlemin en üstün varlığı ve ziyneti olan insanın hesapsız, kitapsız, ahlâksız, gelişigüzel ve nefsaniyetine mağlûp olarak hareket etmesi kabul edilemez. Hayat Rehberi Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse ya hayır söylesin veya sussun!”
Vesselâm...