Tebessümü çalınmış bir dünya: Kötüler ve köleler

İnsanları kırıp geçiren, milyonlarca canı tehdit eden, henüz ilâcı, aşısı olmayan, tüm dünya ülkelerinde insanlığı çâresiz bırakan, acemisi olduğumuz bir salgında, iktidarda hangi parti olursa olsun muhalif eleştirilerde bulunmak, muhalefet hakkını kullanmak değil, insanî vasıflardan gönüllü feragat etmek demektir… Yani ki, vicdansızlığa, merhametsizliğe, sevgisizliğe, saygısızlığa bile isteye talip olmak demektir.

DÜN, tam 33 gün aradan sonra (11 Mart itibariyle) birkaç ihtiyacımızı tedarik için ilk kez dışarı çıktığımda, konusu salgın olan bir filmin içinden geçiyor gibi hissettim.

Uğrağı ülkelerin şehirlerinde insanların kalbindeki huzuru, yüzündeki gülümsemeleri çalan bir salgın…

İnsanları birbirinden ayıran, uzaklaştıran, kimi zaman sevgiyle, kimi zaman merhametle, kimi zaman aşkla, kimi zaman şefkatle ve sair hislerle birbirine kollarını dolayan ve dünyanın hengâmesinden sevdiğini, önemsediğini iki kol mesafesiyle koruyan insanlardan sarılmak kadar güzel bir teselliyi çalan bir salgın…

Ölümü anbean insanların kalbine fısıldayan, geçmiş vakitlerin kıymetini hatırlatan bir salgın…

İzleyenleri şükürsüzlüğün terbiyesi mi, sabır tecrübe edilsin diye mi insanlığa musallat olunduğunu kavrayamadığı, acemisi olunan bir salgın…

İşte bir kesitine dâhil olduğum o filmin içinde tedirgindim! Tedirginliğimin sebebi, virüs kapma korkusundan çok, hayatımızın böylesi güzelliklerden yoksunlaşması, eksilmesi, başkalaşmış olmasındandı.

Muhtemel beni tedirgin eden en bâriz görüntü, tebessümsüz insanların arasından geçiyor olmaktı.

Sadece gözleri görünen, gülüşleri maskelenmiş insanlar… İki kat yabancılaşmıştım sanki kendi türüme ve dahi tanış olduğum hâlde tanımakta zorlandığım kişilere. Bu ne acayip bir mesafe!

İnsanın tebessümü ilelebet çalınırsa, gülüşlerden mahrum bir hayatı yaşamak nasıl olurdu acaba?

Bir diğer sebep, takılan maskelerin sadece tebessümleri saklayan birer peçe olmayışıydı. Her bir medikal maske, taşıyana da, karşısındakine de yüksek sesle hastalıktan söz ediyordu. Derin bir bilinmezlikten, saâdeti çalınmış bir hayattan, ölüvermekten, sevdiklerini yitirip yalnız kalıvermekten söz ediyordu.

Dahası, yaşarken meçhulümüz olan ecelden, vedâdan, göçten söz ediyordu. Gideceğimiz ebedî yurdumuzdaki akıbetimizin nasıl olacağını sorgulatıyordu.

33 gün sonra dışarıda oluşum uçsuz bucaksız bir boşluğun eşiğinde duruştu sanki…

Öte yandan, maskesiz cesur (!) insanlar vardı tek tük… Cesaretleriyle zaten salgın tehdidinden ürkmüş insanları daha fazla ürkütüyorlardı. Bir kadının çığlığını işittim, “Sakın yaklaşma” diyordu, “Çocuklarım var benim”…

Birkaç kişi gördüm, maskelerini ceza almamak için taktıkları belliydi. Gayet iğreti, hattâ ağızlarının aşağısına indirilmiş hâlde… Onların da gülümseme yoktu yüzlerinde.

Bir adam gördüm, elindeki poşetleri yere bırakıp her yere temas etmiş elleriyle maskesini indirdi ve bir cigara yaktı. Derin mi derin bir nefes çekti içine. Pervâsızdı…

Orta büyüklükte bir markete girdim. Reyon araları dar, insanlar birbirine yakın. Kimi benden daha tedirgin, kimi hayli rahat…

Elhamdülillah, raflarda yok yoktu. Ne ararsanız var.

Haberlerde gördüğüm Batı ülkelerindeki gibi talan edilmemiş, ardından gelecek olan hesaplanmadan yağmalanmamış. Bilakis gayet düzgün ve dolu dolu…

Kendimi ve başkalarını fazlaca tehdit altında tutmadan hızla alacaklarımı alırken sıyrılıvermişim içinde olduğumu zannettiğim filmden. Çünkü kabul, tez gelişen bir eylem!

Aldığım birkaç parça ürünle kasalara yöneldiğimde, o zannettiğim filmin içine yeniden çekiliverdim. Kasiyerler şeffaf siperlikler ardından bakıyordu. Onların da gülüşleri çalınmıştı. Yine o yabancılık hissi, yine o mesafe, yine o evham… “Ne yaparız, nasıl yaparız, tebessümü çalınmış bir dünyada nasıl yaşarız?” sorularının hücûmuna uğradım yeniden?

İnsanların yüzünde tebessüm yoksa… Yahut var ama maskelerle saklıysa… Bu durumda mutluluktan nasıl söz edebiliriz? Saâdetin, şükrümüzün fiilî yansıması değil midir gülüşlerimiz?

Ah bu virüs, sadece ölümle tehdit etmiyor insanlığı. Hattâ ölüm temiz bir ayrılık. Kalmak zor. Kalıp yalnızlıkla, sevgisizlikle, tebessümsüz yüzlerle, saâdetten habersiz yaşamak daha vahim bir ceza olmaz mı insanlık için?

Küçücük dünyamdan, küçücük bir kesit ve büyük eksikliklerin minik çetelesiydi buraya kadar okuduklarınız. Ve biliyorum, pek sıradan ve pek bilindik tecrübeler... Hepimizin maruz kaldığı şeyler…

“Ya dünya, ya tüm insanlık?” diye düşününce büyüyor insanın havsalasında bu küçük edinimler.

Ancak biliriz ki, basitin içinde saklı ibretler… Ne çok uzağımızda, ne erişilmesi zor Kafdağı’nda hakikat. Ve zaten sıradan, iyi günde, kötü günde, dar zamanda, zor zamanda iksiri olmayan deneyimler değil midir yaşamak?

***

Ve görmek… Gülüşü saklanmış insanların içinde kendi varlığımızı ve etrafımızdakileri görmek… Gördüğünün bir film kurgusu değil, gerçek olduğunu bilmek… Uzun süreli gülüşsüz yüzlerle karşılaşarak yaşama ihtimâlini öngörmek.

Asıl ceza bu sanırım: Görmek…

Gördüğünden uzaklaşamamak…

İçinde bulunduğun hâli göre göre yaşamak ancak yönetememek… Şartları değiştirememek…

Görmek bilmektir ya hani, bildiğini iyileştirme gayretine rağmen hiçbir şeye güç yetirememek…

Acziyet duygusunu en yüksek seviyede hissetmek…

Değişen şartların hesabını kime soracağını bilememek…

“Kader” deyip geçivermek var amma kaderimizin aktörü olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmenin yükünü omuzlarımızda hissetmek…

Böylesi durumlarda görmek, salgından daha büyük bir ihtar ve daha tesirli bir ceza…  

Öyleyse, kimileri neden bu kadar rahat?

Neden bu virüs kendilerine erişmeyecekmiş gibi emin içimizden bazıları?

Nasıl olur da dünya ülkelerinde olup biteni haberlerden izlerken, salgının vahamet derecesini siyâsî malzeme hâline getirebiliyorlar?  

Ki, her türlü ürüne erişilebiliyorken, İngiltere’de olduğu gibi kanatlarımızın altına alma vakti gelen yaşlılarımız ölüme terk edilmeyip baş tâcı ediliyorken, ABD’de ölülerin toplu mezarlara gömüldüğü, morglarda yer kalmadığı için hastane odalarına istiflendiğini biliyorken, Avrupa ülkeleri bizim ülkemizde bedava dağıtılan yüz binlerce maskeye para karşılığı ulaşmakta dahi zorlanıyorken, kendi ülkesinin imkânlarına imkân ekleme gayreti yerine dil uzatmak neden?

Yoksa kötüler, ölümün kendilerine erişmeyeceğini mi sanıyorlar?

Zor zamanlarda, seferberlik ilânıyla yan yana, hep birlikte efendiler gibi mücadele edilmesi gerekmez mi? Covid-19 pandemisi yoksa onlar için bir eğlence mi? Kimden yanalar? Ne istiyorlar? Neden bu kadar vicdansızca acemisi olduğumuz bu ahvalin hep eksik yanlarını gündemimize taşıyorlar?

Yoksa kötüler ve köleler bu salgını körükleme emri aldıkları için mi bu kadar yüksek perdeden kendi ülkelerinin idaresine ve halkına düşmanlığı marifetten sayıyorlar?

Bilemedim…

Bildiğim bir şey varsa, köleler ve dolayısı ile kötülerin de birer ölümlü oldukları…

Ülkelerin tarihleri bize savaşlarda ve doğal afetlerde değme düşmanların aynı gayret, aynı çaba ile yan yana durmayı başardıklarından, zafere hep birlikte koştuklarından söz eder çoğunlukla.

Ve merak ediyorum, bu salgın, ülkemizin idaresi tarafından ithal edilmiş bir durum mudur? Aynı süreçten, aynı sonuçtan etkilenecek olmalarına rağmen o kimileri bir an önce bu aman vermeyen durumdan kurtulmak için ellerinden geleni neden yapmazlar da ülke imkânlarından ve şartlardan şikâyeti tercih ederler?

Savaşlarda, salgınlarda, doğal afetlerde suçlu aramak yerine maddî-mânevî morale ihtiyaç duyulduğunu bu ekranlardan ahkâm kesen zevat bilmez mi?

Dışarıda kaldığım o iki saatlik zaman dilimi içinde gördüklerim ve hissettiklerimle bu maskeli, bu tebessümsüz zamanların uzaması ihtimâli beni böyle derinden etkilerken, onlar nasıl uyurlar acaba?

Köleliği ve kötülüğü meslek edinmiş böylesi kimselerin doğru bilgileri çarpıtmaları, ölüm sayılarını çoğaltmalarına ne demeli?

Tüm dünyada bu salgın sebebi ile ölüm kol gezerken, kendi ülkesinde, kendi milliyetinden insanların ölüm sayılarını arttırmalarındaki gâye ne olabilir ki? Ölümün çokluğundan medet mi umuyorlar?

Muhalefet, demokrasilerde bir hak, bir imtiyazdır… Ancak böylesi insanları kırıp geçiren, milyonlarca canı tehdit eden, henüz ilâcı, aşısı olmayan, tüm dünya ülkelerinde insanlığı çâresiz bırakan, acemisi olduğumuz bir salgında, iktidarda hangi parti olursa olsun muhalif eleştirilerde bulunmak, muhalefet hakkını kullanmak değil, insanî vasıflardan gönüllü feragat etmek demektir… Yani ki, vicdansızlığa, merhametsizliğe, sevgisizliğe, saygısızlığa bile isteye talip olmak demektir.

Gerçeği manipüle eden, yalan haber yayımlayan bu kimselerin Türk milletine verdiği zararı, en radikal muhalif zekâlar ve en saf insanımız bile bir zaman sonra idrak edecektir.

Tuhaf bir görmezlik içindeler ki, kötüler, kötülüklerinin köleliklerinden mülhem olduğunu cümle âleme izhar ettiklerinin farkına dahi varamıyorlar. Ya da farkındalar ama vicdanlarını efendilerinin taksim ettiği ödüllerle avutuyorlar.

İyiler kötüleri anlayabilselerdi, “Kişi, kendinden bilir işi” deyimi yerini bulurdu.

Kötü olmak kolay. İyi olmak? İyi kalmak zor!

İyi olmak önce kendi iç dünyasındaki savaşta zaafları, aldanışları, kini, nefreti, düşmanlıkları yenebilmektir.

İyiler ilkin kendi nefisleriyle cenk edenlerdir. Onlar tek başlarına zafere erişmiş kişilerdir. Dolayısı ile iyiler, topluma karışmadan evvel kendi dünyalarının efendileridir!

Kötüler, kendi zaaflarıyla baş edemeyenlerdir. Onlar, neyden besleniyorlarsa o renktedirler.

Kötüler, baş edemedikleri açlıklarının ve rengine boyandıkları kötülüğün kölesidirler! Ve emir aldıkları kötü efendilerine muti olmaktan başka çıkar yolları olmadığından, aslında her kötü birer esirdir! Sınırlı bir ömür ve fani bir dünya için bu esaret ne ucuz bir mertebedir! Yazık!

Bizler, müstesna kılınmış iyilerden olma gayretiyle sözü şairi meçhul bir dörtlüğe bırakalım ve sadece kendi insanımız değil, hangi din, hangi siyâsî parti, hangi ülke ve şehirde olursa olsun, tüm insanlığın bu bâdireden bir an evvel kurtulmasını dileyelim…

Çünkü yaşlıların, âhir ömürlerinde acı ve sancı içinde tedavisiz bırakılmalarına, ölülerin kabirsiz kalmalarına, kimi ülkelerin imkânsızlıktan insanlarını göz göre göre kaybetmelerine, yükselen ölüm sayılarına, maske kavgalarına, sokaklara taşmış hasta yataklarına, ülkemizdeki muhalif yalanlara kalbimiz tahammül edemiyor. Bu acı, bu ziyan insanlığa yakışmıyor. 

“Çeşm-i ibretle nazar kıl dünya bir misafirhanedir/

Bir mukim âdem bulunmaz acep ne keşanedir?/

Bir kefendir akıbeti, sermayesi şâh u keda/

Pes, buna mağrur olan mecnun değil de ya nedir?”