TBMM’nin cesur yürekleri

Türkiye’nin köhne duvarlarını yıkın. Bunu yapamıyorsanız, yasa yapma yetkinizin olmadığı, hatta farklı partilerinizin olmadığını, hepiniz istisnasız CHP’li olduğunuzu kabul edin. Evlerinize dağılın ve bir daha, millet adına egemenlik iddiasında bulunmayın. Kayıtlı ve sınırlı hâlinizle milletin vekilleri değil, milletin üst düzey memurları olduğunuzu teslim edin. Karar sizin!

12 Eylül 1980 Askerî Darbesi’nin üzerinden 43 yıl geçti. Darbecilerin yargılanarak mahkemede hesap verdiği dönem, 12 Eylül darbecileri ile başladı. Türkiye’nin tarihi bakımından bu oldukça iyi bir gelişmeydi.

Ancak bu yargılamanın tepedeki beş kişi ile (kuvvet komutanları ve dönemin Genelkurmay Başkanı ile) sınırlandırılması büyük bir hata olmuştur. Hiç olmazsa illerdeki sıkıyönetim komutanları ve ordu komutanları ile birlikte dönemin Bülent Ulusu hükümetinde görev yapan bakanları da bu yargılamanın içinde olmalıydılar.

Yargılama konusu olan sanıklardan üçü (Deniz Kuvvetleri Komutanı Nejat Tümer, Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun, Kara Kuvvetleri Komutanı Nureddin Ersin) dâvâ başlamadan önce vefat etmişlerdi. Sadece iki kişi (Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya) hayattaydı ve yargılama fiilen bu iki kişi ile sınırlı kalmıştır.

Yargılama sonunda dâvânın sanıkları olan Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya, her ne kadar müebbet hapis, rütbelerinin sökülmesi ve mal varlıklarına el konulması cezası almış iseler de dâvâ dosyası Yargıtay aşamasındayken öldüklerinden dolayı, kararın sonuçları uygulanamamış ve etkisiz kalmıştır.

Oysa yukarıda değinilen kimselerin tamamı sanık olarak yargılansa ve ailelerinin temsilcileri olan avukatlar mahkemede hazır olsaydı, dâvânın kapsamı daha geniş ve sonuçları bakımından da adalet yakalanmış olurdu.

12 Eylül 1980 Darbesi’nin yargılanması büyük bir adlî hatayla malül duruma gelmiştir.

Darbelerin yargılanmasındaki ikinci büyük hata ise 27 Mayıs 1960 Darbesi’nin yargılama kapsamı dışında tutulmasıdır. Cumhuriyet döneminde seçilmiş iktidara karşı ilk askerî darbe olması bakımından 27 Mayıs Darbesi’nin yargılama kapsamına alınmaması büyük bir hata olmuştur. Darbecilerin ölmeleri, yargılanmalarına engel olmamalıydı. Aileleri aracılığı ile müdahillikleri, temsilleri, savunmaları yapılmalı ve işledikleri suçun karşılığı olarak, bıraktıkları mal varlıklarına el konulmalı, rütbeleri sökülmeli ve meydanlara, caddelere, okullara verilen adları mahkeme kararına bağlı olarak silinmeliydi.

12 Eylül Darbesi’ne zemin hazırlamak için senelerce Sağ-Sol çatışmaları körüklenmiş, can ve mal güvenliği büyük ölçüde ve bütün memlekette ortadan kaldırılmıştır. Böylece can ve mal derdine düşen vatandaş, “bir kurtarıcı” bekler duruma getirilmiştir. 1980’de İkinci Ordu Komutanı olan Bedreddin Demirel, anılarında, darbeyi 1979’da yapmayı plânladıklarını, ancak darbe şartlarının oluşması için bir yıl daha beklediklerini açıklamıştır. Böylece darbe şartlarının darbeciler tarafından kurgulandığını belirtmiştir. Bu şekilde askerî cunta, seçilmiş iktidara karşı iktidar hevesi için vatandaşın canını ve kanını sokaklarda akıtmıştır.

12 Eylül yargılamasının önemli bir eksiği de darbecilerle iş birliği yapan sivil kanadın kapsam dışında tutulmasıdır. Oysa basın kuruluşları, iş veren çevreleri, siyâsî partiler ve sendikalar başta olmak üzere pek çok sivil kuruluş, darbecilerin suçuna ortak olmuşlardır. Buna rağmen yargılanmamışlardır.

Buna karşılık 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi, gelip geçen darbeler arasında en kanlı olanıdır. Sonuçları ve etkilerinin devam etmesi nedeniyle en uzun olanıdır. Bu darbe ile Kemalist vesayet düzeni hemen hemen her kurumda tahkim edilmiştir. Bu tahkimatın belki de en önemlisi, 7 Kasım 1982’de, göstermelik bir halk oylaması ile yürürlüğe girmiş olan darbe anayasasıdır. Bu anayasa, bütün kurum ve kuralları ile hâlen yürürlüktedir.

Türkiye’nin anayasa tarihinde halk, hiçbir zaman karar verici ve düzenleyici olmamıştır. 1876’da Kanun-u Esasî’nin İkinci Abdülhamid Han’ın tek başına karar vericiliği ile şekillenmesi gibi, 1909’daki tadilat da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üç kişilik cuntasının talepleri doğrultusunda yapılmıştır. 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu tek başına CHP Genel Başkanı Kemal Paşa’nın isteklerine göre şekillenmiştir. 1961 Anayasası, 27 Mayıs cuntasının (Millî Birlik Komitesi) isteklerine göre oluşturulmuştur. 1971’deki anayasa değişikliği 12 Mart 1971 darbecilerinin isteğinden ibaret kalmıştır. 1982 Anayasası, darbeci Kenan Evren’in buyrukları doğrultusunda hazırlanmıştır.

Yeniden anayasa hazırlama veya var olan anayasa değiştirmelerinin tek istisnası, 12 Eylül 2010’da yapılmıştır. AK Parti’nin TBMM’deki sayısal üstünlüğü ile yapılan Anayasa’daki değişiklik, “12 Eylül 2010 Anayasa’da Değişiklik Referandumu” ismiyle halk tarafından onaylanmıştır. Geçmiş dönemlerde, bir kişinin veya bir cuntanın kararı ile oluşan anayasa metinleri ya da değişiklikleri ilk defa özgür bir ortamda, halkın kararı ile sonuçlanmıştır.

Şimdi yeniden TBMM’nin açılması ile birlikte yeni-sivil bir anayasa hazırlanması haberleri çoğalmaktadır. Ancak TBMM’de iktidar ve muhalefet partilerinin sahip olduğu üye sayısı bu haberleri anlamsız hâle getirmektedir. Çünkü TBMM’de Cumhur İttifakının üyesi 323, muhalefetin üye sayısı 277’dir. Yeni bir anayasanın halk oyuna sunulması için TBMM’de gerekli olan 360 üyeye Cumhur İttifakı sahip değildir. Bu ittifakın böyle bir sonuç için ihtiyacı olan 38 üyenin muhalefetten karşılanabileceği ihtimâli de hiç inandırıcı değildir. CHP listesinden, İyi Parti ve PKK’nın parti listesinden (Yeşil Sol Parti) TBMM’ye giren milletvekillerinin içinden 38 kişinin yeni bir anayasaya destek vermelerini beklemek beyhudedir.

Cumhur İttifakı’nın (AK Parti ile MHP) yeni bir anayasa için temel konularda anlaşarak ortak bir anayasa metnini TBMM’den geçirebilme ihtimâli de zayıftır. O hâlde yeni bir anayasa kiminle nasıl yapılacaktır?

12 Eylül darbe anayasasının temel özelliği, Kemalist vesayet düzenini tahkim etmesidir. Bu tahkimatı kaldıracak yeni bir anayasada AK Parti ile MHP’nin anlaşma ihtimâli neredeyse yoktur. “Böyle temel konularda yapılamayacak değişiklikler yerine, suyunun suyu kabilinden değişiklikler için yeni bir anayasa yaptık, yapıyoruz” söylemi de, haberleri de anlamsızdır.

AK Parti’nin, Kemalist vesayete karşı bir kararının, bir görüşünün varlığı da şüphelidir. Çünkü bu vesayetin en çok göze batan tarafı, MEB mevzuatı ve yapılan resmî törenlerdir. MEB mevzuatının önemli bir kısmı kanun ve yönetmeliklerdir. Doğrudan bir anayasa değişikliği öngörmeyen mevzuat... Törenler ise bir yönetmelik maddesiyle yapılmaktadır. Bunları değiştiremeyen ya da değiştirmeyi gerekli görmeyen AK Parti’nin, Kemalist vesayet anlayışından arındırılmış yeni bir anayasa yapacağı haberleri ne kadar inandırıcı olabilir?

Oysa 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yürürlükteyken (1924-1950) yapılanlar örnek olacak mahiyettedir. Çünkü bu anayasanın ikinci maddesinde “Devletin dini İslâm’dır”, yirmi altıncı maddesinde “TBMM’nin ahkâm-ı şeriye’yi uygulamakla yükümlü sayılmasına” dair maddelere rağmen bilinen işler yapılmıştır. Bugün de Kemalist vesayet düzeninin anayasadan tasfiyesi mümkün değilse, MEB mevzuatından ve resmî bayram/kutlama törenleri yönetmeliğinden çıkarılabilir. Bu işler için TBMM’de büyük bir sayı çoğunluğu ya da referandum şartı da gerekli değildir.

1982 (Darbe) Anayasası’nın Kemalist vesayeti öngördüğünü gösteren maddeleri arasında CHP’nin altı oku “Atatürk İlkeleri” adıyla yazılmıştır. 1982 Anayasası’nda 15 ayrı yerde doğrudan ya da dolaylı olarak “Atatürk ilkelerinden” söz edilmiştir. 1982 Anayasası’nın 81’inci maddesinde, milletvekillerinin “Atatürk ilkeleri üzerine” yani CHP’nin altı oku üzerine yemin etmeleri öngörülmüştür. Yani diğer siyâsî partilerden milletvekili seçilmiş olanlar, kendi partilerinin ilkelerini bırakarak, doğrudan CHP’nin ilkeleri/altı oku üzerine yemin etmezlerse, milletvekili seçilmiş sayılmamaktadırlar.

CHP’nin altı okuna/ilkelerine sadakat yemini eden milletvekilleri kendi ilkeleri, kendi partilerinin esasları ve nihayet kendi vicdanları ile karşı karşıyadırlar. İnsan tabiatına aykırı bu düzenleme, 1937’den beri kesintilerle devam etmektedir.

Milletvekilleri, kendilerini seçen millete ve kendi partilerine değil de CHP’nin Genel Başkanı Kemal Paşa’ya ve “onun ilkeleri” denilen CHP’nin altı okuna neden sadık kalmak üzerine yemin etsinler? Bu maddelerin varlığı, bütün Meclis’i yalnızca CHP’nin parti yönetimi hâline ve hatta “CHP’nin meclisi” durumuna getirmektedir. Millet iradesini ve egemenliğini ortadan kaldırmaktadır. Halkın seçme ve seçilme hakkını, ülkenin seçilmişler eliyle yönetilmesi hakkını, yasama yetkisinin seçilmişler eliyle kullanılması hakkını/yetkisini ortadan kaldırmaktadır.

Kemal Paşa ve partisi CHP’nin yaptıkları değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez ise, TBMM’nin varlığı anlamsızdır. TBMM’nin millet egemenliğinin temsilcisi olduğu iddiası beyhudedir. En önemlisi, “milletin kayıtsız şartsız egemen olduğu” iddiası boştur. Mevcut anayasa ve ona bağlı olarak yapılan uygulamalar ile bütün bunlar imkânsızdır, hatta gereksizdir.

Bu anayasa, bu hâliyle bir parti, bir kişi anayasasıdır. Bir kişinin, bir partinin egemenliğini öngören örtülü bir mutlakıyet anayasasıdır. Dünyada, özgür ülkeler arasında bir benzeri yoktur. Kişi/parti egemenliği gibi anayasanın temel ilkelerine dokunmayacak bir anayasa değişikliği, yalnızca günü kurtarmaktır. Milleti boş yere heyecanlandırmaktır.

1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yürürlükteyken nasıl temel konularda o anayasanın rağmına pek çok işler yapılmış ise, mevcut şartlarda ve mevcut TBMM yapısı ile yeni bir anayasanın yapılması mümkün olmadığından, 1982 Anayasası kendi hâline bırakılarak, MEB mevzuatının kişi ve parti egemenliğinden arındırılması, resmî tören ve bayramların bir kişiye, bir partiye bağlılık tekrarından kurtarılması, yapılması kaçınılmaz olan en acil, ertelenemez, vazgeçilemez ve devredilemez bir yükümlülüktür. TBMM’nin cesur yürekleri, haydi buyurun, tarih sizi göreve çağırıyor!

Millet egemenliğinin önünde, “Değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” gibi eski Türkiye’nin köhne duvarlarını yıkın. Bunu yapamıyorsanız, yasa yapma yetkinizin olmadığını, hatta farklı partilerinizin olmadığını, hepiniz istisnasız CHP’li olduğunuzu kabul edin. Evlerinize dağılın ve bir daha millet adına egemenlik iddiasında bulunmayın. Kayıtlı ve sınırlı hâlinizle milletin vekilleri değil, milletin üst düzey memurları olduğunuzu teslim edin. Karar sizin!