BİRİSİ yine dış kapının anahtarını unutmuş olsa gerek. Ya da çoğunlukla
olduğu gibi zilleri karıştırmışlardır. Yoksa bu saatte benim kapımı kim
çalacak? “İnsanlar” diyorum, “Ne kadar da dikkatsiz!”. Hadi zillerde yazan “Cemal”
ile “Cemil” isimlerini karıştırıyorsunuz, isimlerin başındaki daire
numaralarına bakın bari efendim, öyle değil mi?
Beynim çalan kapı zilini ötelemeye, hattâ mümkünse
azaltarak yok etmeye çalışırken fark ediyorum; kalem ucu büyüklüğünde onlarca
delik! Ne zaman oldu, nasıl oldu, hiçbir fikrim yok. Tavanda hareketsiz duran
lâmbanın yanında yöresinde, beyaz zemin üzerinde siyah lekeler hâlindeki o
küçücük delikleri yeni fark ettim. Zilden kurtulmak için tavandan kaçış plânları
yapıyor olmasaydım, yattığım yerde belki yine de fark etmeyecektim siyah
noktacıkları. Oysa yıllardır bu evde oturuyor, bu odada uyuyordum. Tabiî bazı
serin yaz geceleri bir parkta sabahlamamış ya da Kız Kulesi’ni seyrederken
uykuya dalmamışsam…
Yeşil çimenler üzerine şûlesini yayan sokak lâmbasının
altında yaz serinliğini doyasıya yaşamak, o havayı iliklerime kadar hissetmek
ihtiyacı ya da Boğaz’ın hışırtılarını ninni bilerek Kız Kulesi’nin karşısında
çocukça, masalımsı uykulara dalma isteği yüzünden bazı sabahları martılarla
karşıladığım vakidir.
Biraz dikkatli bakınca bir şey daha fark ettim: Lâmbanın
tavana ve duvarlara simetrisi de bozuktu. Yani tepemdeki lâmbanın yıllardır
kapı tarafındaki duvara daha yakın durduğunu, dolayısıyla yattığım odayı eşit
oranda ışıtmayışını fark etmemişim. Gözlerimi birkaç saniye kapatıp tekrar
açıyorum; sonuç değişmiyor. Delikler olduğu yerde duruyor, durmakla kalmıyor,
sanki gittikçe de büyüyorlardı. Uzaydaki kara delikler geldi aklıma,
galaksileri yuttuğu söylenen delikler… Bu delikler de beni yutmasın?!
(Gülümseme çizgisi yerleşiyor dudaklarıma.)
Karanlık boşluğun arkasındaki bilinmezlik ürküttü bir an beni...
İçimin ürperdiğini hissetsem de içim içimde değildi. İçimle dışım birbirinden
ayrı hareket ediyorlardı sanki. Uzuvlarım hareketsiz olmasına rağmen, içimde durduramadığım
bir koşturmaca hâkimdi.
Uyuyor muydum? Sırt üstü yatarken gözü açık uykuya mı
dalmıştım? Kâbus mu görüyordum? Gözlerimi tekrar kapatıyorum ya da ben öyle
sanıyorum… Lâmbanın yerini değiştiriyorum, kara delikleri alçıyla kapatıyorum
tek tek ve özenle… Alçıyı o saatte nereden temin ettiğimi bilmiyorum.
Gözlerimi açtığımda, lâmbanın inatla eski yerine
döndüğünü görüyorum. Bunu birkaç kez tekrar ediyorum. Her gözümü açtığımda alçılar
dökülmüş, lâmba eski yerine gelmiş oluyor. Baş edemiyorum, edemeyince de
bırakıyorum lâmbayla uğraşmayı. Ne hâli varsa görsün! Diğer probleme (evet, bu
dakikadan itibaren delikler artık problem teşkil ediyor benim için) odaklanmaya
çalışıyorum; delikler her bakışımda biraz daha çoğalmış oluyor. Çoğalıyor ve
bütün tavanın yüzeyine yayılıyor. Yok, delikler çoğalmıyor; bakış açım
genişliyor belki de. (Bakış açısını genişletmek ve farkındalığı çoğaltmak…
Bunun üzerinde düşünmeliyim. Bu his, ormanda açılmış patika bir yol gibi, beni
bir açıklığa, ferah bir ortama kavuşturabilir.)
Şimdi bütün tavan küçük deliklerle kaplanmış durumda.
Gözümü son kez kapatıyorum. Beyaz tavan siyaha dönüşüyor, küçük kara delikler
ise ışıldayan yıldızlara… Gözlerimi kapattığımda gece gökyüzünü seyrediyor
gibiyim. Tepemde yıldızlar rezonans hâlinde... Hoşuma gidiyor bu durum. Gözümü
açıyorum, gündüz; kapatıyorum, gece oluyor. Bir göz hareketiyle yaşanabilecek
değişimin büyüklüğü de ilk fark edişlerim arasına giriyor. (Ormandaki patika
yola geri dönüyorum; yolu biraz daha genişlemiş, patika olmaktan çıkmış hâlde
buluyorum… Neredeyse bir otomobilin sığacağı kadar geniş bir alan açılmış.)
Şaşırmak bende artık normal bir hâl. Bu kadar kısa sürede
yaşadığım bunca şaşkınlığı sığdıracak köşe bucak bulamıyorum. Nereye koymaya
çalışsam taşıp elime ayağıma dolaşıyor. Bu hayret hâli, dolapları, hattâ
duvarları sarsacak, yerinden oynatacak güçte. Gözlerim kapıya doğru kayıyor bir
ara, çıkışı arar gibi; odanın bu kadar küçük olduğunu sanmıyorsam, elimi
uzattığımda neden duvara değiyor? Kolum mu uzadı, metamorfoz mu geçiriyorum? Tavandaki
delikler de daha yakın ve büyük görünüyorlar üstelik. Yumruk büyüklüğüne
ulaşmışlar. “Yumruk” diyorum, çenemde kemik ve et karışımı bir ağrı oluşuyor. Ağrının
etkisiyle olsa gerek, “Futbol topu büyüklüğünde” demediğime seviniyorum.
Nasrettin Hoca’nın kabak fıkrası boy gösteriyor sayfalar arasından,
gülümsüyorum. Anlık da olsa işe yarıyor, kapıyı görür gibi oluyorum. Kapalı
olması canımı sıkıyor yeniden. Can sıkıntımı zilin durgunluğu ile örtmeye
çalışıyorum.
Bu kaotik süreçte bana iyi gelebilecek bir şey
bulmalıyım. Sessizliği dinlemek rûhuma iyi gelebilir, derinden gelen hafif bir
müzik gibi. (Ruha iyi gelmek ne demek? Bu soru burada dursun.) Aradığım huzur,
kulağıma gelen cırcır böceklerinin resitaline çarpıp dağılarak yerini
huzursuzluğa bırakıyor. Allah’tan gündüz vakti, şehrin ortasında cırcır
böceklerinin müzikal faaliyetler icra edebileceklerine inanmayacak kadar aklım
başımda. Aklımın başında olduğu benim iddiam aslında, şu anda bir başkası bunun
tersini iddia edebilir ve ispat etmesi de zor olmaz. Ben sessizliğe odaklanmaya
çalıştıkça, kulağıma ulaşan cırıltının volümü yükseliyor. Önce sol kulağımı,
sonra beynimi, sonrasında da dalgalar hâlinde bütün odayı dolduruyor. Dışarıdan
geldiğini düşündüğüm sesi engellemek için kulağımı kapatmam fayda etmiyor, cırcır
böceklerinin sesi avucumun içinde kalıyor. Yüzlercesi kulağımın içine yuva
yapmış âdeta. (Ormandaki yolu hatırlıyorum. “Böcekler buradan gelmiş olmalı”
diyorum.)
“Buradan kurtulduğumda sesten de kurtulacağım” umudu
yerleşiyor içime, “Sabretmek lâzım” diyorum kendi kendime. Sabretmek
rahatlatıcı bir kavram. Hafif bir esinti gibi kuşatıyor bedenimi. Canlı varlık
gibi teşekkür ediyorum ona. O da gülümsüyor canlı bir varlık gibi. Kendimi
bildim bileli soyut-somut gördüğüm her şeyle bir anlama çabası içinde konuşmaya
çalışmışımdır. Bitkilerle, hayvanlarla, taşla toprakla bile… Kavramlarla
iletişim kurmaya çalışmak da sanırım bu süreğin getirdiği bir netîce olsa
gerek.
Kulağımdaki çınlamayı bastıracak daha güçlü bir ses
ararken, bir an unuttuğum kara delikler hatırlatıyor kendilerini. Büyümüş,
kocaman olmuş, tepemde nefes alıp veren kara delikler… Deliklerden gelen hava
yüzümü yalıyor. Ilık mı desem, serin mi, ayırt edemiyorum. Bir tanesinin içine
doğru kolumu uzatıyorum; mıknatıs gibi yapışıyor kolum karanlığa. Önce
direniyorum korkuyla, başaramayacağımı anlayınca bırakıyorum direnmeyi. Biraz
da meraktan tabiî. Karanlığın ötesini, beni çekip götüren her neyse onu merak
ediyorum. Geri döneceğimi tahmin edecek kadar şuurum yerinde fakat hangi hâlde
döneceğimi bilmiyorum. Karanlığın içine doğru kolumdan başlayarak çekiliyorum.
Bir iki saniye sonra yutulduğum koyu siyahlıkla
bütünleşiyoruz. Tam yok olduğumu düşünmeye başlamışken, bitiyor yolculuk. Tavan
uzaklaşıyor, göğümdeki baskı hafifliyor. Delikler kalem ucu kadar kalıncaya dek
küçülüp lâmbanın etrafında kümeleniyor. Rüzgâr, aralık kalan pencereden süzülüp
perdeyle oynaşıyor. Güneş, ormanların içinden, dolambaçlı yollardan da olsa
ışığını odaya ulaştırmayı başarıyor.
Kapı zilindeki parmağın ısrarı açlığımı, açlığımsa yarım
saat önce verdiğim yemek siparişini hatırlatıyor bana. Hızla kalkıyorum
uzandığım yerden...
Orada ne mi oldu?
Merak eden okuyucu için…
Karanlığın içine doğru kolumdan başlayarak çekiliyorum.
Bir iki saniye sonra yutulduğum koyu siyahlıkla bütünleşiyoruz. Ardından bir
çocuk beliriyor sabah alışveriş yaptığım marketin önünde, 8-9 yaşlarında. Temiz
yüzlü, esmer bir çocuk… Bana bakarak bir şeyler söylüyor. Kulak kabartıyorum,
sadece tek kelime söylüyor ve ne dediği anlaşılmıyor. Umursamıyorum. Marketten
çıkışta yine göz göze geliyoruz. Bu defa bir şey söylemiyor. Benden umudunu
kestiği belli olsa da bakışları bir tuhaf; sanki bana acıyor, ihtiyaç sahibi o
değil de benmişim gibi bakıyor nedense?
Karanlık dürtüyor vicdanımı, ona pişman olduğumu
söylemek, markete çağırmak için ağzımı açıyorum ama maalesef konuşma yetimi, kelimelerimi
ve hareket kabiliyetimi kaybetmiş hâlde buluyorum kendimi. Pişmanlığım ve
üzüntüm katmerleniyor. Sabah yaşadığım ve sonra “Keşke farklı davransaydım”
dediğim birkaç saati hızlandırılmış boyutta bu şekilde yeniden yaşıyorum.
Hepsinde aynı netîce: Kelimelerim ve sesim yok!
Anlıyorum, pişmanlığım çarpılıyor yüzüme. Sadece yüzüme
değil, kalbime ve vicdanıma. Öyle ki, aklımın, kalbimin ve vicdanımın ne kadar
işe yaramaz olduğunu öğrenmek, midemi bulandırıyor. Utandığım insanlığımı
(dönebilirsem eğer) yanıma almak istemiyorum.
Tam yok olduğumu düşünmeye başlamışken bitiyor yolculuk. Tavan uzaklaşıyor, göğsümdeki baskı hafifliyor. Delikler kalem ucu kadar kalıncaya dek küçülüp lâmbanın etrafında kümeleniyor. Rüzgâr aralık kalan pencereden süzülüp perdeyle oynaşıyor. Güneş dolambaçlı yollardan da olsa ışığını odaya ulaştırmayı başarıyor…