HANİ şart ya şimdiki
zamanda, tatile gidilmezse büyük eziklik. Zengin de olsan, orta hâlli de olsan,
hatta borç içinde de yüzsen o tatile gidilecek. Gidilmezse kıyametlerin koptuğu
evler biliyorum.
Oysa
öyle miydi eskiden? Köyleri yakın olanlar ya da başka ifadeyle “köyleri olanlar”,
köylerine giderlerdi.
Bizim
köyümüz bin kilometrelik uzaklıkta olduğundan, oraya gitmek çok zordu. İlkokul,
ortaokul ve lise dönemlerimde üç ya da dört kez gidebilmiştik meselâ. O da
şartlarımızı çok zorlayarak… Dört çocuk, anne ve baba; altı nüfus... Otobüs
biletlerini alınca para bitti. Onca yol eskiden iki gün sürerdi. Anacığımın
evden hazırladığı kumanyalarımız birinci günün sonunda biterdi. Biz dört kız
kardeş, gelişme çağında olduğumuzdan mı ne, çok iştahlıydık sanırım. En büyükleri
ben olduğum için de fedakârlık bana düşerdi her şeyde olduğu gibi. Bütün bir
yıl, sadece köyümüze gidebilmenin hayâlini kurduğum için hiç dokunmazdı
gidebildiğimiz zamanlarda bu durum bana.
O
uzak köyümüze her yıl gidemeyeceğimizi bildiğim hâlde hayâl etmekten asla
vazgeçmezdim ben. “İnsanoğlu hayâl ettikçe var” derdi rahmetli babacığım.
***
Adem
Sevgi Hocam yazmış yine: “Hayâlsiz çocuklarımız”…
“Hayâlleri olmalı
çocukların. Öyle hayâller ki, içinde anne olan, baba olan hayâller… ‘Babam eve
gelince acaba bana ne getirecek?’ hayâli, ‘Annem bana bugün ne yemek yapacak?’
hayâli, ‘Kardeşim benimle oynar mı?’ hayâli, komşu oğlu, komşu kızı ile elim
sende, körebe, saklambaç, çelik çomak, beş taş, dokuz taş oynama hayâli...
Aldık
çocuklarımızın elindeki bütün hayâlleri ellerine tutuşturduğumuz harçlıkları
ile. Her istediklerini verdik, karşılığında hayâllerini aldık.
Nur içinde yatsın,
rahmetli babamın, akşam eve geldiğinde ellerinde ekmek olurdu. Saçımı uzun
görürse de traş ederdi. Ayakkabı numaramı bildiği için ayakkabı, kara lâstik
alırdı. Tahminî büyüklüğe göre pantolon, ceket alırdı. Seçme, beğenme derdimiz
yoktu. Alan babamızdı; o alır da bizim beğenmeme gibi bir düşüncemiz olabilir
miydi?
Babam eve gelince,
‘Bana bir şey getirir’ diye beklerdik. En büyük sevincimiz, onun bize bir şey
alması idi. Biz kendimize kendimiz üst baş almazdık. Hastalandığımız zaman
büyük annemizin öpmesi bize ilâç gibi gelirdi. Saçımızı tarayan annemizdi. Okula
giderken önlük giydirir ve ‘Aslan oğlum’, ‘Güzel kızım’ diyerek sevgilerini
hissettirirlerdi. Kahvaltımızı hazırlayan kız kardeşimizdi, ablamızdı.
Sahibimiz, gözetenimiz komşumuzdu. Onlar bize emanet gözü ile bakarlardı. Bunun
adına biz, ‘büyük aile’ derdik. Ya bugün?
Çocuklarımız ne
bizim aldıklarımızı giyer, ne yaptığımız yemekleri beğenirler. Ne komşuyu
bilirler, ne de emaneti. Aile kavramını bile yavaş yavaş kaydediyoruz. Baba, anne,
kardeş kimdir, ne demektir; komşuluk nasıl olur?
Bir gün “Babam
bana bir pantolon alır” hayâli yok. “Annem bugün en sevdiğim yemeği yapsa da
yesek” sevinci yok. Ellerdeki telefondan vakit bularak kardeşle oturup oyun
oynamak yok. Telefon açmadan, haber vermeden komşuya gidip iki kelâm etme imkânı
yok. Babaya bir bardak su verecek ortamları yok. “Anne, yorulmuşsundur, geç de otur,
ben alırım halının tozlarını” diyen yok. Hayâller ve gerçekler yok olunca
hayatlar da yok oldu! Evin içinde bile birlik beraberlik kaybolurken, çocuklarımızın
hayâl kurma melekeleri dahi yok oldu.
Marka, moda,
gösteriş ve bir ayna karşısında kaybolan hayatlar… Cennet kokan evlât kokusu
yerine Fransız markalı boyalar ve parfümler… Sahte saçlar, sahte gözler, boya
badana olmuş dudak ve suratlar...
Bir anne, en son
kızının saçlarını ne zaman kokladı acaba? Ya babalar, ‘Gel bakalım oğlum,
seninle iki kelâm edelim’ diyebiliyorlar mı? Ne hayâller kaldı, ne de hayatlar.
Yaşıyoruz işte! Öylesine…”
Hayâllerimiz
kâğıttan kuleler gibi yerle bir olmaya çok müsaitler. İki kelâm edecek bile vakti
yok zamanımızın gençliğinin. Ya bir odaya kapanıp bilgisayar oyunlarının içinde
kayboluyorlar ya da yanınıza çağırıyorsunuz özlemle, ellerinde akıllı
telefonları ile oyuna devam… Bir kelâm bile edecek durumları yok. Efsunlanmış
gibiler. Uykuda gibiler. Bir şey soruyorsunuz, boş boş bakıyorlar;
tekrarladığınızda, bir silkelenip “Hı, ne oldu, ne dediniz?” diyorlar. Çünkü
akıl, fikir, zikir, hep o ne olduğunu bilmediğimiz oyunlarda.
Tatile
gidince değişiyor mu? Hayır! Yine bir odaya kapanıp laptop, telefon veya
tabletleri ile baş başa kalmayı tercih ediyorlar. Denizi, güneşi, kumu bilmeden,
doğanın muhteşem güzelliklerinden bîhaber tatildeler yavrucuklar.
Tatile
gidemesek bile mutlu çocukluklarımız çok uzaklarda kaldı. Mahallede
komşularımızla toplanıp bir arada eğlendiğimiz, yiyip içtiğimiz, oyunlar
oynadığımız, ağaçlara kurduğumuz ip salıncaklarda sallandığımız, Ankara’da
hafta sonlarımızın gezi yerleri, hayvanat bahçesi, yiyeceklerimizi hazırlayıp
gittiğimiz Gençlik Parkı, yazlık açık hava sinemaları günleri artık yok.
Küçükler gençlerle, gençler anne babalarla, anne babalar yaşlılarla birlikte
olmaktan kaçar oldu. Herkes kendi kabuğuna çekilmiş, etrafında ne olup
bittiğinden habersiz.
Bu
çağ, böyle bir çağ! Sanırım tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanmışız. Zaten
böyleydik, bir de Koronavirüs geldi, hepten koptu ilişkiler. “Alın” dedi, “Siz
misiniz birbirinden kaçanlar? Ben de sizi hepten ayırırım işte böyle!”. “Evlâdına,
annene, babana, o canından çok sevdiğin torunlarına bile hasret kal da gör!”
dedi.
Umarım
geçer bugünler. Ama bizler ders alır mıyız, onu bilemiyorum işte!