Tatile gidelim mi?

Tatile gidemesek bile mutlu çocukluklarımız çok uzaklarda kaldı. Mahallede komşularımızla toplanıp bir arada eğlendiğimiz, yiyip içtiğimiz, oyunlar oynadığımız, ağaçlara kurduğumuz ip salıncaklarda sallandığımız, Ankara’da hafta sonlarımızın gezi yerleri, hayvanat bahçesi, yiyeceklerimizi hazırlayıp gittiğimiz Gençlik Parkı, yazlık açık hava sinemaları günleri artık yok. Küçükler gençlerle, gençler anne babalarla, anne babalar yaşlılarla birlikte olmaktan kaçar oldu. Herkes kendi kabuğuna çekilmiş, etrafında ne olup bittiğinden habersiz.

HANİ şart ya şimdiki zamanda, tatile gidilmezse büyük eziklik. Zengin de olsan, orta hâlli de olsan, hatta borç içinde de yüzsen o tatile gidilecek. Gidilmezse kıyametlerin koptuğu evler biliyorum.

Oysa öyle miydi eskiden? Köyleri yakın olanlar ya da başka ifadeyle “köyleri olanlar”, köylerine giderlerdi.

Bizim köyümüz bin kilometrelik uzaklıkta olduğundan, oraya gitmek çok zordu. İlkokul, ortaokul ve lise dönemlerimde üç ya da dört kez gidebilmiştik meselâ. O da şartlarımızı çok zorlayarak… Dört çocuk, anne ve baba; altı nüfus... Otobüs biletlerini alınca para bitti. Onca yol eskiden iki gün sürerdi. Anacığımın evden hazırladığı kumanyalarımız birinci günün sonunda biterdi. Biz dört kız kardeş, gelişme çağında olduğumuzdan mı ne, çok iştahlıydık sanırım. En büyükleri ben olduğum için de fedakârlık bana düşerdi her şeyde olduğu gibi. Bütün bir yıl, sadece köyümüze gidebilmenin hayâlini kurduğum için hiç dokunmazdı gidebildiğimiz zamanlarda bu durum bana.

O uzak köyümüze her yıl gidemeyeceğimizi bildiğim hâlde hayâl etmekten asla vazgeçmezdim ben. “İnsanoğlu hayâl ettikçe var” derdi rahmetli babacığım.

***

Adem Sevgi Hocam yazmış yine: “Hayâlsiz çocuklarımız”…

“Hayâlleri olmalı çocukların. Öyle hayâller ki, içinde anne olan, baba olan hayâller… ‘Babam eve gelince acaba bana ne getirecek?’ hayâli, ‘Annem bana bugün ne yemek yapacak?’ hayâli, ‘Kardeşim benimle oynar mı?’ hayâli, komşu oğlu, komşu kızı ile elim sende, körebe, saklambaç, çelik çomak, beş taş, dokuz taş oynama hayâli...

Aldık çocuklarımızın elindeki bütün hayâlleri ellerine tutuşturduğumuz harçlıkları ile. Her istediklerini verdik, karşılığında hayâllerini aldık.

Nur içinde yatsın, rahmetli babamın, akşam eve geldiğinde ellerinde ekmek olurdu. Saçımı uzun görürse de traş ederdi. Ayakkabı numaramı bildiği için ayakkabı, kara lâstik alırdı. Tahminî büyüklüğe göre pantolon, ceket alırdı. Seçme, beğenme derdimiz yoktu. Alan babamızdı; o alır da bizim beğenmeme gibi bir düşüncemiz olabilir miydi?

Babam eve gelince, ‘Bana bir şey getirir’ diye beklerdik. En büyük sevincimiz, onun bize bir şey alması idi. Biz kendimize kendimiz üst baş almazdık. Hastalandığımız zaman büyük annemizin öpmesi bize ilâç gibi gelirdi. Saçımızı tarayan annemizdi. Okula giderken önlük giydirir ve ‘Aslan oğlum’, ‘Güzel kızım’ diyerek sevgilerini hissettirirlerdi. Kahvaltımızı hazırlayan kız kardeşimizdi, ablamızdı. Sahibimiz, gözetenimiz komşumuzdu. Onlar bize emanet gözü ile bakarlardı. Bunun adına biz, ‘büyük aile’ derdik. Ya bugün?

Çocuklarımız ne bizim aldıklarımızı giyer, ne yaptığımız yemekleri beğenirler. Ne komşuyu bilirler, ne de emaneti. Aile kavramını bile yavaş yavaş kaydediyoruz. Baba, anne, kardeş kimdir, ne demektir; komşuluk nasıl olur?

Bir gün “Babam bana bir pantolon alır” hayâli yok. “Annem bugün en sevdiğim yemeği yapsa da yesek” sevinci yok. Ellerdeki telefondan vakit bularak kardeşle oturup oyun oynamak yok. Telefon açmadan, haber vermeden komşuya gidip iki kelâm etme imkânı yok. Babaya bir bardak su verecek ortamları yok. “Anne, yorulmuşsundur, geç de otur, ben alırım halının tozlarını” diyen yok. Hayâller ve gerçekler yok olunca hayatlar da yok oldu! Evin içinde bile birlik beraberlik kaybolurken, çocuklarımızın hayâl kurma melekeleri dahi yok oldu.

Marka, moda, gösteriş ve bir ayna karşısında kaybolan hayatlar… Cennet kokan evlât kokusu yerine Fransız markalı boyalar ve parfümler… Sahte saçlar, sahte gözler, boya badana olmuş dudak ve suratlar...

Bir anne, en son kızının saçlarını ne zaman kokladı acaba? Ya babalar, ‘Gel bakalım oğlum, seninle iki kelâm edelim’ diyebiliyorlar mı? Ne hayâller kaldı, ne de hayatlar. Yaşıyoruz işte! Öylesine…”


Hayâllerimiz kâğıttan kuleler gibi yerle bir olmaya çok müsaitler. İki kelâm edecek bile vakti yok zamanımızın gençliğinin. Ya bir odaya kapanıp bilgisayar oyunlarının içinde kayboluyorlar ya da yanınıza çağırıyorsunuz özlemle, ellerinde akıllı telefonları ile oyuna devam… Bir kelâm bile edecek durumları yok. Efsunlanmış gibiler. Uykuda gibiler. Bir şey soruyorsunuz, boş boş bakıyorlar; tekrarladığınızda, bir silkelenip “Hı, ne oldu, ne dediniz?” diyorlar. Çünkü akıl, fikir, zikir, hep o ne olduğunu bilmediğimiz oyunlarda.

Tatile gidince değişiyor mu? Hayır! Yine bir odaya kapanıp laptop, telefon veya tabletleri ile baş başa kalmayı tercih ediyorlar. Denizi, güneşi, kumu bilmeden, doğanın muhteşem güzelliklerinden bîhaber tatildeler yavrucuklar.

Tatile gidemesek bile mutlu çocukluklarımız çok uzaklarda kaldı. Mahallede komşularımızla toplanıp bir arada eğlendiğimiz, yiyip içtiğimiz, oyunlar oynadığımız, ağaçlara kurduğumuz ip salıncaklarda sallandığımız, Ankara’da hafta sonlarımızın gezi yerleri, hayvanat bahçesi, yiyeceklerimizi hazırlayıp gittiğimiz Gençlik Parkı, yazlık açık hava sinemaları günleri artık yok. Küçükler gençlerle, gençler anne babalarla, anne babalar yaşlılarla birlikte olmaktan kaçar oldu. Herkes kendi kabuğuna çekilmiş, etrafında ne olup bittiğinden habersiz.

Bu çağ, böyle bir çağ! Sanırım tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanmışız. Zaten böyleydik, bir de Koronavirüs geldi, hepten koptu ilişkiler. “Alın” dedi, “Siz misiniz birbirinden kaçanlar? Ben de sizi hepten ayırırım işte böyle!”. “Evlâdına, annene, babana, o canından çok sevdiğin torunlarına bile hasret kal da gör!” dedi.

Umarım geçer bugünler. Ama bizler ders alır mıyız, onu bilemiyorum işte!