Taşları vardır kalbin

Kimisi şifasıyla meşgul oldu taşların, kimisi mimarî sanatıyla. Erken devir insanlık tarihinde bir çağın adı oldu. Taşların da bir sesi, ruhu ve derinliği vardı. İnsanla bu kadar iç içe olan taş, kalpteki yerini unutturdu zamanla…

DÜNYA sadece gördüklerimizden mi ibarettir? Gördüğümüz her şey, içimizdeki dünyanın bir tezahürü olabilir mi? Kalbimizin dağlarına da kar yağ yağıyor çünkü. Yollarına engebe çıkıyor ve hatta depremlere duçar oluyor, değil mi? Tarifi güçtür…

İçimizde bir rüzgâr esiyor gönlümüzün aktığı yöne, aklımızın kaldığı yere doğru. Bir gün bir annenin ocağında açıyoruz gözümüzü, başka bir gün sevdaların ummanında kayboluyoruz. Umuda mı yelken açıyor kalp, inşiraha mı kanat çırpıyor? Yoksa hüsran girdabına mı batıyor, hicran yangına mı düşüyor? Rahmân’ın sofrasında imtihanın dönüm noktası kaç lokmaya bölünüyor? Kalbin tenha sokaklarında dolaşan ayak izleri hangi öykünün kahramanını taşıyor?

Bir gazete kâğıdıyla örtülen müphem sancılar, kurban gidiyor belki yenik düşlere. Geçmişin türküsü dolanıyor bazen dillere, bazen de bir ütopya hayâli çepeçevre kuşatıyor. İlkel zamanlardan gelişmiş çağlara atlıyor insan. Hızlandırılmış bir film gibi… Kalp bütün âlemi, bütün vakitleri, bütün eşyayı, bütün mevcudatı barındıracak kadar geniştir çünkü. İmanla büyür. Ağaçlarında ebabil kuşları, avucunda Esma terennümleri, dimağında fikir ve zikredişleri vardır. Itır kokan şelâleleri, gürül gürül akan dua nehirleri berrak su ile doldurur damarları.

Geceye temaşa eden, güneşe çiçekler bezeyen masum kasabaları vardır kalbin. Bir de kıyısı, dalgaların durulduğu, hüzünlerin arındığı, uçurtmaların hiçbir tele takılmadan gökyüzüne uçtuğu... Bir avlusu vardır kedilerin beslendiği, bir kubbesi arzuhâlin bestelendiği. Şadırvan gölgesinde hibe edilen tarihî mirasları vardır. Bir Hira’sı vardır dünya sahnesinden inip irfan rahlesine çıktığı. Soğuktan kavlamış yaralara ılık merhemi vardır. Öfkeyi bir hindiba gibi sükûnete erdiren üfleyişi vardır.

Kendi kendine iyileşebilmenin sırrının saklı olduğu bir derinliği vardır kalbin. Kalp, kişinin en yakın dostudur. Engebeli yolları aşabilecek sabrı, zorlu koşulları göğüsleyecek gücü bu kalp yolcusunun en kıymetli azığıdır.

Kalbimizde taşıdığımız ne var ise dünyada seyrettiğimiz de bir nevi odur. Taşları vardır kalbin. Kâh heceden örülmüş, kâh miğferden. Kâh Taif’in çocuk ellerine düşmüş taşları, kâh Filistin’in. Çiçek doğuran, su fışkırtan, buğday öğüten, kabir süsleyen, ağlayan taşları vardır. Bir de tamamıyla taşlaşan, hissizleşen melun bir hâli. “Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı da taş kesildi, hatta taştan daha katı oldu. Çünkü öyle taşlar vardır ki bağrından ırmaklar çağlar. Öylesi de vardır ki, çatlar da arasından sular akar. Bazısı da Allah korkusundan yuvarlanıp düşer.”[i]

Bu muazzam teşbih karşısında ürpermemek elde değildir. Bu misâl, ayetin mânâsını hem güzelleştirmekte ve hem de daha anlaşılır bir hâle getirmektedir. O taş ki, bazen sesiyle var olur, bazen çatlayan sinesinde açan otlarıyla.

Taş dahi bir fayda ve bir hoşluk içinde olabiliyorken, insan kalbi nasıl böyle kaskatı kalabiliyor? Su damlayarak taşa şekil bile verebiliyorken, bir kalp nasıl yumuşamıyor, yontulmaya gelmiyor?

Söz konusu ayet, İsrailoğullarının hiçbir hakikat karşısında etkilenmedikleri ile ilgilidir. Taş, Allah’ın yasasına uygun bir biçimde hareket ediyorken, böylesi katılaşmış kalpler Allah’ın emirlerine karşı kayıtsız ve isteksiz kalarak insanlığa en büyük zararı veriyor. Belki de bu yüzden şairin “Taş, taş değil, bağrındır taş senin/ Nereni nasıl yaksın -söyle- bu ateş senin”[ii] dediği mısraları gönlümüzde billur bir eda ile çalkalanıyor. “Yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem”[iii]in ateşini tutuşturmaya sebep olacak olan putlar, belki de böylesi taştan bir kalple yaşayan insanların bizatihi kendileridir.

Dünyevî ve uhrevî yaşamın ana hattıdır kalbimiz. Vesvesenin kiri ve günahın pasıyla taşlaştığı vakit tövbeyle yumuşayan, şükürle âb-ı hayat sunan, aşkla güzelleşen, zikirle mutmain olan bir karargâh mekânı kalbimiz. Bir yumruk et parçasından çok daha öte. Şair bu yüzden “Kazmayı kayalara değil, kalplere vur ey/ Ferhat niçindir kırdığın bunca taş senin”[iv] diye seslenir Taş Gazeli’nde.

“Taş” mevzuuna biraz da dünya tarihi üzerinden bakmak gerekirse, insanlık medeniyetinin iki önemli taş etrafında zuhur ettiğini söyleyebiliriz. Hazreti İbrahim’in Kâbe’yi yaparken tavafın başladığı ve bittiği yerin belirlenmesi için koyduğu Hacerü’l-Esved ve yine Hazreti İbrahim’in oğlu Hazreti İsmail'i kurban etmek için kullandığı ve Hazreti Peygamberin de Miraç’a çıkarken üstünde durduğu, Kubbetü’s-Sahra içerisinde yer alan Hacer-i Muallâk... Hem taşıdığı sembolik mânâlar, hem de karşılaşılan imtihan ve mucizeleriyle bizlere adaletten teslimiyete, eminlikten ubudiyete kadar pek çok şey söylemektedirler. Gözle gördüğümüz bu somut taşların kalbimizde zıttı ile vuku bulması yani kalbi yumuşatması, beklenen en tabiî hâldir.

Çocukluğumuzda “Beştaş” isminde bir oyun vardı. Taşların atılması, tutulması, parmaklar ile oluşturulan köprüden geçirilmesi gibi kuralları bulunan bu taş oyunu, yetişkin hayatında yolumuza çıkacak taşları nasıl deforme edebileceğimizi öğretir nitelikte idi. “Bağrına taş basmak” bir teselli, “Yalnız taşla duvar olmaz” ise beraberlik mesajı idi. Kimisi şifasıyla meşgul oldu taşların, kimisi mimarî sanatıyla. Erken devir insanlık tarihinde bir çağın adı oldu. Taşların da bir sesi, ruhu ve derinliği vardı. İnsanla bu kadar iç içe olan taş, kalpteki yerini unutturdu zamanla.

Taşı putlaştırmak yerine bir zarafet timsali olarak sunan ecdada dönüp bir bakmalı burada. Sadaka taşıyla insan onuru nasıl korunmuş, sabır taşıyla dertler bir mermer üzerinde nasıl oyulmuş, mezar taşlarındaki letafet ile bir kültür taşıyıcılığı nasıl sağlanmış, hatırlanmalı yeniden. Kalbin taşlarını da benzer hassasiyetlerle onarmalı. Ve birini taşlayacaksan, o nefis ve şeytan olmalı. Kendinden başka bir mesele aramamalı.

 



[i] Bakara,74

[ii] Osman Sarı, Taş Gazeli

[iii] Tahrim,6

[iv] Osman Sarı, Taş Gazeli