Tasavvuf güncellemesi

Takva üstünlüğü her insana eşit bir fırsatta sunulmuş. Yıllarca ayyaş şekilde ya da kerhanede, kumarhanede gezen birinin derin pişmanlığının, tövbesinin hangi ibadete denk olduğunu biz bilemeyiz. O yüzden yargıyı, eleştiriyi, ümitsizliği arkamızda bırakıp yepyeni bir gelecek hayâl edebiliriz.

HÂLÂ sızlıyor dişim. Ama geçen geceki ağrının tadını hiç bilmezdim; yepyeni bir lezzet. Bıraksalar tavanı delip bir roket gibi uzaya çıkacak gibiyken, yatağımda öylece ağrımı çektim.

Bu ağrıyı renklerine ayırdım, ona şekiller verdim, onunla oyunlar oynadım, arkadaş olup muhabbet ve hatta seyahat ettim. Tanıyamayacaktım onu eğer ağrı kesicim işe yarasaydı. Meğer o, başka âlemlere açılan bir kapıymış, bu yaşımda yeni anladım.

Diş sızısından tasavvufa açtım yelkenleri. Hoca Ahmed-i Yesevî, İbni Arabî, Hallac-ı Mansur, Somuncu Baba, Bizim Yunus ve tabiî ki Mevlâna… Daha niceleri var ama yine de Şeyh Galib ilk manşeti attı gönlüme: “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen/ Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen.”

Bu beyti okuduktan sonra kimseden iltifat beklemem gayrı. “Çok güzelsin, çok iyisin” deseler ne çıkar? İnsanı öyle bir makama oturtmuş ki Şeyh Galib, “Kendine, güzel gözlerle bir bak bakalım, ne göreceksin? Sen âlemin özüsün, varlıkların gözbebeğisin” diyor. Şartsız kefilsiz, rengine bakmadan, boyuna posuna bakmadan, yaşına başına bakmadan, parasına puluna, makamına şöhretine bakmadan diyor bunu.

İster istemez güzellik salonları, vücut geliştirme merkezleri, estetik cerrahlar, zayıflama hapları ve sıfır beden furyası gözlerimin önünden geçiverdi. Sadece bu âlemde takdir görmek, beğenilmek ve değer görmek uğruna neler yapmıyor insanlar. Mutlu olmak için antidepresan ilaçlar, genç kalmak için antiaging kremler, iğneler ve ameliyatlar… Sonra kupalarına kahve doldurup kişisel gelişim kitapları okuyorlar. Kitaplar, “Egonu tavan yap ve saldırılara karşı bütün silahları kuşan!” öğütleriyle dolu. “Biz olma, ben ol! Seni üzenleri terk et! Kimseye katlanma! Yardım etme! Gönlünü eğle! Mutluluğu hak ediyorsun” diyor. “Asla fedakârlık yapma! Evine kimseyi alma! Hakkını ara! Kimseye güvenme!” gibi cümleler kol geziyor satırlarda ve sosyal medya ekranlarında. Modern dünya insanı çözmüşte mi bunları söylüyor, yoksa insanlık tümden rotayı şaşırmış da çaresizce fikirler mi üretiyor?

Sosyal medyaya, televizyon reklâmlarına, dehşet haber kanallarına ve sempatikmiş gibi duran ahlâk çökertici dizilere rağmen, tasavvufun iç serinleten penceresinde bir serçe gibi duruyorum öylece. Herkesin yâr dediği, yaren dediği, meylettiği, gönül verdiği bir cazibe merkezi var. Kimi paranın gücüne kapılır, kimi zevkinin peşinden gider, kimi huzuru seçer, kimi hakikat arar. Herkes o seçtiği şeye kavuşmanın çabası içinde ömür tüketir. Fuzuli, bir beyitle kalbimin özetini sunmuş: “Yâr için ağyara minnet ettiğim ayb eylemen/ Bağban, bir gül için bin hara hizmetkâr olur.” 

“Yâr uğruna el âleme minnet etmemi ayıplamayın, bahçıvan da bir gül yetiştirmek için bin dikenin çilesini çeker, hizmetini görür” diyor Fuzuli. İnsan hedefine ne koyarsa koysun, ona çile ile sahip olabiliyor. Dünyalık için belirlenmiş bir hedef için de türlü zahmetlere giriliyor, ahiret için belirlenmiş bir hedef için de. Ama iki adımın biri infilak, biri selâmet. Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi”sine binilecek mi binilecek, meçhule doğru kalkan bir geminin meçhulünü merak ediyorum. Madem tasavvuf insanın çer çöpünden ayıklanması, arınması ve en duru hâliyle İlâhî huzura hazırlanmasıdır, öyleyse bu tek hedef, tek kaygı olmalı benim için.

Tamam, abdest suyu değmemiş bir el, yüz, ayak ile yürünmez; bükülmemiş bir bel ya da secde etmemiş bir baş ile varılmaz o hedefe. Ama bütün ayrıntılara dikkat etmek gerek. Şeytan ayrıntıda gizli, evet. Bir hain bakış, sahte gülümsemelerin arasına karışır. İhaneti tespit etmek için bir anlık o hain bakışı yakalamak gerek. Mükemmelliğin ortaya çıkabilmesi için ince işçilik ve ayrıntı elzem. İşte bu yüzden Kelime-i Şahadet, daha yolun başıdır ve namaz kılmakla iş bitmez, hacı olmakla Cennet’in anahtarı alınmaz, oruç tutmakla mezun olunmaz.

İnsan giyim kuşamıyla Yaratıcısının emrine amade olunca, bakışları bundan muaf mı olacak? Dürüstlüğü, kibarlığı işin içine girmeyecek mi? Elbette bütünlük eşsiz bir manzaradır, başka gönüller benim dilimden dökülen her sözün hem şahidi, hem de yargıcı olacaklar. Görüntü olarak yansıttığım her kare, görenlerin şahitliğine ve hâkimliğine sunulacak. Sırat-ı müstakimi tanımak gerek sırattan geçmeden önce. Ama hiçbir teferruat, aslolan namazın, orucun yerini alamaz. Binanın çatısı daima temelden sonra gelir.


Kişisel gelişim tasavvufun hangi çakma aşaması?

Eskiden, internet falan yokken, tasavvuf ehli olmak kolay mıydı ki veliler yaşadılar? Allah dostu olmak geçmiş zamanlara has değil ki. Eskiden de bedeli vardı bu dostluğun. İşte tam da bu ahir zamanda, insanın nefsine yönelik bunca silah kalbinin tam ortasına doğrultulmuş ve komşunun karısına gönlü kaymışken, göz bebeğine oklar çevrilmiş ve gözünü başkasının malına dikmişken, Allah dostu olmak eskisinden çok daha zor!

Şimdiki nesli düşünüyorum; namazsız niyazsız bir hâlde ve fıtraten sahip olduğu inanma duygusuna habire saldırılan bir sanal orduyla karşı karşıya. Hem de yapayalnız, savunmasız bir şekilde. İşte bu yüzden, hakikat adına en küçük mücadele bile Allah dostu olmak için çok önemli. Zararlı bir siteye girmemek, ahlâksız birini takip etmemek bile kemâlât için müthiş bir çaba.

İnsan çok daha mühim bir varlık. Ekranlarda tanıtıldığının çok ötesinde… Haz peşinde koşturulan, tatil için plajları doldursun diye kredi kartı borcu kabartan, gözü sınırsız, ağzı ölçüsüz bir varlık değil aslında. Bir menzil, bir zirve konulmuş ona en baştan. Hep oraya tırmanır ama düşünemez, göremezse yolunu şaşırır ve tuzağa düşer. “Dünya bir aldanış, geçici faydalanma, bir oyun ve eğlence yeridir” tanımları hep dünyayı tercih edenler içindir. Yoksa dünya, aynı zamanda hakikati arama, düşünme ve kendini tanıma yeridir. Burada niçin bulunduğunu anlayacak kadar zaman, mekân ve imkân verildiğini anlama yeridir.

İnsanın sahip olduğu ve diğer canlıları kendisine hizmet ettiren, hatta Ay’ı, Güneş’i ve yıldızları emrine amade ettiren en kıymetli duygularını almak istiyor birileri. Merhametini, şükrünü, yetinme duygusunu, saygısını, aşkını, güvenini, sadakatini, fedakârlığını, hoşgörüsünü yok etmek ve robotlaştırmak isteyen birileri var; hem inançsız, hem vicdansız bir zalimler topluluğu. Bunu her şekil ve şartta yapıyor, ne yiyeceğimize ve ne giyeceğimize, nasıl düşünmemiz veya kimi/neyi sevmemiz gerektiğine karışıyor, günümüzün 24 saatini plânlıyorlar. Ne seyredeceğimizi, ne dinleyeceğimizi belirliyor, paramızı kuruş kuruş nereye harcayacağımıza karar veriyorlar. Geçmişimizle, akrabamızla, komşumuzla, ana babamızla bağlarımızı kopartıyor, hatta kendi özümüzle, iç sesimizle bile aramıza giriyorlar.

Bilinçaltı, bilinç üstü her neyse, insanın en zayıf noktalarını keşfedip kancayı takmışlar. Modern yaşam özgürlük sunmuyor, iradenin güzelliğini, eşsizliğini gölgede bırakıyor, köleliğe teşvik ediyor, kirletiyor, insanı kendisine yabancı hâle getiriyor.

Hâl böyleyken, daha mı stres olmasın, kanser olmasın, mutsuz olmasın insanlar? Düşünün ki, çok zenginsiniz ama kuru ekmek yiyor, çadırda kalıyor ve yırtık elbise giyiyorsunuz. Birinin paranıza el koyup size vermemesi ne korkunç bir haksızlık, değil mi? Eskiden pazar oluşturmak için güçlü ülkeler sömürge imparatorlukları kurmuşlar. Şimdi sömürülen ülkelere bakınca durumun vahametini anlıyorum; insanlar açlıktan bir deri bir kemik kalıp ölüyorlar ama sömürüldüklerinin farkında bile değiller. Ne kahredicidir ki, şu an da aynı sömürü ruhumuza, inancımıza, kültürümüze, sağlığımıza ve sonsuz geleceğimiz olan ahiretimize yapılıyor. Paha biçilemez olan irademiz sömürge altında. Hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ediyoruz.

Sürüklendiğimiz karanlığa bakınca o kadar derin bir kaygı hissediyorum ki insanlık adına… Bu uğurda atacağım her adım, söyleyeceğim her hakikat, Allah dostu olmak için bir fırsat. Şimdi savaşın meydanı sanal, silahları ise haz çukuruna ittiren cazip görüntüler, tatlar. Öyleyse ben de bu meydanda mücadele verebilirim. Gerçek ve de sanal hayatımda bütün detaylara önem veren bir Allah dostu olabilirim. İsteyen herkes bunu başarabilir; dert, derman aratır. Önce bunu dert edinmek gerek. Savrulup gitmek ne kötü! Özgürlüğün tadına varmadan nihaî varış yerinin cehennem olması ne kötü!

Bir alçağa dersini vermek için alçalmak gerekmez. Sövene sövmek ya da aldatanı aldatmak çare olmaz. Yüksek bir ahlâkla da alçağa ders verilir. Susmak en güzel cevaptır edebî olmayana. Sadakat en asil çaredir aldatana. Bizim ecrimiz Allah’tan olduğu için, bize yakışan ancak budur.

İlk cümlelerimde diş ağrımla dansımı anlatmıştım. Hekime de gittim, “Enfeksiyon var, ilaç kullan!” dedi ama ağrıyor ve ağrı kesici fayda etmiyor. “Karanfil koy!” dediler, yaptım. “Şunu dene” dediler, denedim. Demem o ki, dert, insanı harekete geçiriyor. Ota, ilaca şifa özelliğini veren Allah, dilerse otsuz da, ilaçsız da şifa verir. Ama bizi sebebe ve çabaya bağlamış Yaratan. Dünyanın bütün tuzaklarından Allah’a sığınıyor, dua ediyorum ama doğruyu yanlışı ayırt etmek için mesai harcamak ve düşünmek gerek. Kaç gündür aklım fikrim dişimde, çünkü zonkluyor. Ama ilginç bir keyfi var; çünkü sevgili dişimi hiç düşünmemiştim bu kadar. Tıpkı Mecnun’un gece gündüz Leyla’yı düşünmesi gibi, aşk gibi bir şey bu.

Hiç düşünmemektense biraz düşünmek iyidir. Tam vefasızlıktansa birazcık vefa iyidir. Hiç gülmemektense biraz gülmek iyidir. Yani işte, hiç yoktansa biraz varlık iyidir. Ama daha güzeli olamaz mı tam ayarında, tam dozunda? Gerektiği kadar değer vermek, düşünmek, yorulmak, yemek, içmek, uyumak, çalışmak, konuşmak, gülmek…

“Tasavvuf” denince kendimi o aşılmaz dağın yamacına bile yakıştıramazdım. Hâlbuki kendimi o dağa vurup delice yol almalı, korkusuzca zirveye tırmanmalıymışım. Bunu Allah’ın her kulu için diliyorum. Takva üstünlüğü her insana eşit bir fırsatta sunulmuş. Yıllarca ayyaş şekilde ya da kerhanede, kumarhanede gezen birinin derin pişmanlığının, tövbesinin hangi ibadete denk olduğunu biz bilemeyiz. O yüzden yargıyı, eleştiriyi, ümitsizliği arkamızda bırakıp yepyeni bir gelecek hayâl edebiliriz. Şeytan ayrıntıya gizlenebildiyse, takva da ayrıntıda gizlidir. Yani küçücük şeyler toplanır, kocaman olur. Küçücük sevaplar, minicik çabalar, ufacık iyilikler, dev yollar açar, koskoca mutluluklara dönüşür, devasa başarılar kazandırır.

İnsan kendi zâtına hoşça bakınca gerçekten kâinatın gözbebeği olduğunu hissediyor. İşte o zaman ne gam, ne keder kalıyor gönülde. Sadece insan olmanın gereğini yapıyor, bütün gücüyle, onuruyla, aklıyla ve kalbiyle özgürce hayata karışıyor. O hayat ki, Hayy’dan gelip Hû’ya giden eşsiz bir hayat. Hikmet ve hayret mekânından adalet mekânına akan bir sebil. Ve son cümlem odur ki, “Hasbünallah ve ni’mel vekil”.