“DÜNYA birilerinin
parmağında oynatılıyorken, cennet vatanımızın 47 ilinde sayısı 245’e varan
yangınla ciğerlerimiz yanıyorken, kimileri akıbetlerinden bîhaber hesap
yapıyorken, muhalif zevat kederden nemalanma telâşına düşmüş ıstıraptan ‘yalan’
devşiriyorken, ‘Kişi kendinden bilir işi’ sözünü ispatlıyorken, yetinemeyip
yanan ormanların imar ve iskân plânlarına dair âfâkî bir kaygı ile
çırpınıyorken, içimizden bazılarının da sevinç kadar kederin de imtihan
olduğunun ayırdına varamayıp olup bitene kulak tıkıyorken, hepimiz her şeyi
pekâlâ görüyorken, ‘taş’ üzerine yazı yazmak da neyin nesi?” der misiniz?
Aklı
evvel olana ne yazsan kâr olmayacağından, aklıselim olanlar zandan sakınıp “Bir
okuyalım bakalım” der diye düşündüğümden, “taş” ile ilgili aklıma üşüşen ne
varsa yazayım dedim…
Aslına
bakarsanız, yakın zamanda bir dostla aramızda geçen diyalog esnasında taşla
ilgili pek çok bilginin dilimize düşüp sohbetimizi şekillendirmesinden sonra derinlemesine
yazmayı dilediğim bir konuydu bu. Fakat haber bültenleri ve sosyal medya
hesaplarından akılları örtülmüş siyasilerin, sanatçıların, parti
taraftarlarının ahmakça feveranlarına şahit olunca “Kısa olsun, bugün olsun”
dedim.
Bir
de, dokunduğu yeri küle döndüren, evleri söndüren, hayvanları telef eden ve böylelikle
kalbi olanları -isyandan imtina ederek- üzüntüden heder eden yangınları meslekî
rant hâline getirenlere de “taş kafalılar, taş kalpliler” diyerek içimdeki
öfkeye soluk aldırırım niyetiyle, ilk plânladığım biçimde olmasa da yazmaya
karar verdim.
Ve
yine aslında, her birimizin hayatının bir yerinde, bir şekilde hâfızalarımızda
hatıra dosyasına yerleştirilmiş bir “taş” hikâyesi olduğuna inandığımdan ve
insanlığa, medeniyete ve dünyaya hâkim olma kibrine sürükleyecek kadar
ehemmiyet arz eden “taş” üzerine gelecek bir vakitte, nasip olursa, öfkemden
arınmış uzun soluklu bir yazı daha yazmaya kararlıyım.
Bunca
girizgâha rağmen sıkılmayıp bu sayfada kalmış olmanızı umarak mevzuya dair
cümlelerle devam edelim…
***
Kütüphanemden
kitap seçen dostum, rafta duran küçük kâseye ilişince gözü, merakla içine
bakıyor. Yüzünde kocaman bir gülümseme ile “Bu taşlar da neyin nesi?” diyor. “Beş
taşlarım, dokuz yaşındayken Ayvalık Badavut sahilinden topladığım”…
“Ömrü
billah saklasan yeşermez bunlar!” diyor.
Böyle
başlıyor “taş”a dair mülâhazalarımız.
Ne
güzel sözmüş öyle “Ömrü billah saklasan yeşermez bunlar!”. Sonra öğreniyorum
ki, sözün orijinali, “Bin bahar görse de taş yeşermez” şeklindeymiş ve Celâleddin-i
Rumî’ye aitmiş.
Taş
kalplilerin sükût etmiş vicdanlarını anlamak için bu cümle yeterliymiş.
Ama
taş, öyle ehemmiyetsiz de değilmiş. “Yalnız taşla duvar olmaz” imiş meselâ. Taş
taş üstüne konmalıymış ki inşâ yapılabilsin. Öte yandan, taş taş üstünde
bırakmayan savaşlar var bir de. Yapılan binaları enkaza çeviren… Yapılan da,
yıkılan da taştanmış. İnsanlığın tüm fâniliğine rağmen dünya hırsına, tamahına,
kendini bâki sanma gafletine şaşmamak gerek. Çünkü bâki olan sonsuzluğun soyut
tahayyülünün önüne kendi elleri ile yapa yıka barikatlar ören de insanmış.
“Kibir, bele bağlanmış taş gibiymiş; onunla ne yüzülür, ne uçulurmuş”…
“Yuvarlanan
taş yosun tutmaz”, “Meyve vermeyen ağaç taşlanmaz”, “Çay taşını cehri ile
boyasan, o taştan mercan olmaz”, “Bir deli bir kuyuya bir taş atar, kırk akıllı
o kuyudan o taşı çıkaramaz” imiş… Taşla ilgili ne çok söz varmış.
Taş,
madenleri barındırırmış o sert ve o görkemli cüssesinin bağrında. Kesici,
çakıcı, delici ve alet namına ne varsa elimizin tuttuğu, taşın kalbinden
sökülmüş olan binlerce yıllık maddelerdenmiş. O maddeler yaba olmuş, orak olmuş,
tarla sürülüp ekin biçilmiş. Aksamlar elde edilip binitler yapılmış “araba”
dediğimiz.
Taşın
en heybetli hâli dağlarmış. Dağlar ki, gök kubbe altında sarsılmadan dönen,
üzerinde yaşayan tüm varlıkların dengesini sağlayan kolonlarıymış dünyanın.
Yani muazzam bir mimarlık harikasının temel dinamiği…
Kayaları,
rüzgârlar ve yağmurlar hırpaladıkça küçük parçacıklarmış; adına “kum” dediğimiz...
O kum ki, harç olurmuş modern zamanlarda insanlığın barınacağı evlere.
Yıkılmasın
diye dağlardan ibretle kolonlar dikilirmiş yüksek binaları ayakta tutan.
Taş,
renk renk, biçim biçim desenleriyle, hatta kimi zaman ışıltılı dokusuyla granit
olur, mermer olur, kuvars olur da inşâ edilen binaları tezyin eder.
Dağların
da kederi varmış ki, rüzgârlar ve yağmurlar yetinemeyince kum zerreleriyle daha
büyük parçalar koparırmış kayaların böğründen. O parçacıklar tutunup yağmurun
kollarına iner su kenarlarına. “Çakıl taşıdır” artık adları; derelerin,
nehirlerin, göllerin, denizlerin kenarına konumlanırlar. Mini minicik hâlleriyle
su taşkınlarının önünde tedbir oluştururlar. Ama sadece bir tanesi değil,
binlercesi bir araya gelince… Birlikten dirlik doğar misâli…
Çakıl
taşlarını da törpüleyen kederler varmış bu dünyada. Hoyrat dalgalarla boğuşa
boğuşa zaten küçük olan hacimleri iyiden iyiye küçülür, küçülürken tüm çıkıntıları
törpülenip pürüzsüz bir hâl alınca, insanoğluna nefisini nasıl terbiye
edeceğinden söz ederler.
Taşmış
modern zamanlarda insan ruhunu ezen, küçülten! İnsan yenilince kibrine, kendi
hacminin eyleyemeyeceğini taşın varlığına yükleyip devasa binalar inşâ eder. Ve
insan o devasa anıtların, heykellerin, görkemli binaların, ihtişamlı köprülerin
gölgesinde kalınca küçücük hisseder kendini. Tabiî, imanın insanı yücelten muhteşem
bir dinamik olduğundan bîhaberse… Haberdar ise, küçülür ölümlü insanın,
eyleyemediğini taş üzerinden gerçekleştirme gayretini. Ve anlar ruhu tanış
olmuşsa yer küreyi dağ gibi kolonlar üzerinde devrilmeden tutan Yaratıcısıyla;
insanın kendi mekânındaki heybet cüretine güler acıyarak...
Taş,
dünyada milyonlarca metreküp yer kaplarken, müstesna dokuda ve sınırlı taşlar
vardır ki maden ocaklarında binbir çile ile yerinden sökülüp insanlığın maddî
gücüne güç katar.
Yüzlerce
insanın çalıştığı maden ocaklarından çıkarılan pırlantalar, elmaslar, zümrüt,
yakut, mercanlar, ekonominin nabzını tutar. Bir fâni adamın uykularını kaçırır
bir avuç pırlanta, bir kadının gerdanında Yaratıcının letâfetinden,
zarâfetinden, lûtfundan, kereminden söz eder.
Fakat
kadın ya kendinden bilir o yükte hafif ve pahada ağır minik taşların muazzam
güzelliğini yahut kendisine sunandan…
“Taş”
deyip geçmemeli; insanı dinden de, imandan da çıkarır mı, çıkarır mazaallah!
“Taş”
deyip geçmemeli, bir bakarsınız, kalbinizin ritmini düzene sokan akik taşı olur
adı.
Mor
rengin buzul hâlini resmeden ametist, negatif düşüncelerden uzaklaştırır
zihninizi.
Adı
“apetit” olunca, dizlerinize derman gelir; “aytaşı” olunca dengeniz düzelir.
Jeo-bilimciler böyle der.
Bana
sorarsanız, mercan, her kadının boynuna yakışır, kehribar ise zamanda
yolculuğun adıdır.
Ve
yine taş, ocak olur; ateşi en güvenli biçimde koynunda saklar, bağrında yanan
alev tencereye erişince aş olur.
Taş,
hâddi bilmeyenin taşkın hâline işarettir.
Taş,
farklı fikirlere meydan okunduğunda taşlama olur.
Taş,
ister para, ister fikir olsun, asıl servet sahiplerinin işini kolaylaştırmak
için ameleliğe talip olununca taşeron olur.
Taş,
üzerine emek verilince sanatkârından söz eden bir eserdir artık.
Taş
usta bir elde şekillenince, yan yana dizilmesi kolaylaşan taşçılık mesleği hâsıl
olur. Tıpkı çakıl taşlarının pürüzsüzlüğünden mülhem terbiye mesajı gibi,
düzgün olanların oluşturduğu cemiyetlerden hayr ve huzur neşet eder.
Taş,
çocuk yanımızın en şen hâline eşlik eder. Beş taş olur meselâ, tatlı
heyecanlarla elimizin üzerinde beşini bir arada tutma gayretimizin bize bugünün
“bir arada” olmaklığına işaret ettiğini sonradan anlarız.
Kâğıda
bir şekil çizip dokuz taşın matematiğini doğru yaparken rekabet duygusunun
üstesinden kardeşçe, arkadaşça, tatlı tatlı nasıl geldiğimizi hatırlarız.
İki
parmak arasına zarifçe aldığımız siyah ve beyaz taşlarla hamle yaparak oynadığımız
şibimu oyunundan öğreniriz iyi hasletlerimizin karşısında atağa geçmeye amâde
bir kötülük olduğunu.
Domino
taşları söyler bize birimize gelen bir musibetin diğerimize de geleceğini ve
zincirleme kaza ile hepimizi etkileyeceğini. Pandemi gibi…
Hâsılıkelâm,
taş evdir, barajdır, yoldur, ocaktır, mücevherdir, şifâdır, oyundur, ibrettir!
En
önemlisi de taş, tarihin şekil almış hâline şahit olur. Ve geçmişten geleceğe
söyleyecek sözün hamallığını yapar yüzyıllar boyu.
Taş,
kâh kitâbe, kâh yazıt olup günümüze eriştiğinde, insanlığın geldiği noktada
geçmişten haberdar eder.
“Taş”
deyip geçtiğimizde, yıkılır düşünce taşlarından inşâ ettiğimiz gelecek. Çünkü her
projenin, her plânın üzerine inşâ edildiği yapı taşları vardır. Ki o taşlar
olmasa, mazinin medeniyetlerinden geleceğe izler nasıl kalır?
“Taş”
deyip geçmemek lâzım. Meselâ Ebrehe’nin fillerini ve devasa ordusunu târumar
edenin de taş olduğunu unutmayalım!
Bir
başka meselâ: Ad kavminden haberdar oluruz ki, asırlar sonra günümüz
insanlığına ibretli bir hakikatten söz eder helâklarından sonra günümüze kadar
dayanmış sütunlarıyla.
Bir
vakitler taşa, kuma hükmedip büyük ve güzel saraylar inşâ eden, yollar,
barajlar, bentler yapan, İrem bağlarıyla övünen Ad kavminin taş ile kurduğu
bağdan ve edindiği başarıdan mülhem kendilerini yücelten bir kibre düşünce,
kulakları patlatacak kadar şiddetli bir gürültü ve bir o kadar güçlü rüzgârla
târumar edilişleri vardır ki, taşın insanlık için put olma tehdidinin ne denli
büyük olduğuna dair en güçlü tarihî ibrettir.
Bunca
taş bahsinden sonra, şimdi o muhteşem kılavuzumuzu alıp Ahkaf (Yemen/ Kum
tepeleri) Sûresi’ne ve tarihin eskiliği nispetince insanın değişmez tamahlarına
yaşanmış ve İlâhî nasihatlerle kayda geçmiş Ad kavminin serüvenine bakmalı.
Dünya
ile sarhoş olmanın bedelini nasıl ödediklerini okuyup, düşünüp, “Yoksa sizden
öncekilerin çektikleriyle karşılaşmadan Cennet’e girebileceğinizi mi sandınız?”
ayet-i kerîmesini hatırlamalı!
Ad
kavminin, bugünün yalancılarından pek farklı olmadıklarını, hatta modern
zamanların imkânlarına taş çatlatacak yetenekte ve estetikte bir dünya kurduklarını
düşünelim de zamanenin büyük güçlerini gözümüzde büyütmeyelim.
Ayağınıza taş dokunmaması duâsı ile hoşnut kalınız efendim...