Taş

“Yalnız taşla duvar olmaz” imiş meselâ. Taş taş üstüne konmalıymış ki inşâ yapılabilsin. Öte yandan, taş taş üstünde bırakmayan savaşlar var bir de. Yapılan binaları enkaza çeviren… Yapılan da, yıkılan da taştanmış. İnsanlığın tüm fâniliğine rağmen dünya hırsına, tamahına, kendini bâki sanma gafletine şaşmamak gerek. Çünkü bâki olan sonsuzluğun soyut tahayyülünün önüne kendi elleri ile yapa yıka barikatlar ören de insanmış. “Kibir, bele bağlanmış taş gibiymiş; onunla ne yüzülür, ne uçulurmuş”…

“DÜNYA birilerinin parmağında oynatılıyorken, cennet vatanımızın 47 ilinde sayısı 245’e varan yangınla ciğerlerimiz yanıyorken, kimileri akıbetlerinden bîhaber hesap yapıyorken, muhalif zevat kederden nemalanma telâşına düşmüş ıstıraptan ‘yalan’ devşiriyorken, ‘Kişi kendinden bilir işi’ sözünü ispatlıyorken, yetinemeyip yanan ormanların imar ve iskân plânlarına dair âfâkî bir kaygı ile çırpınıyorken, içimizden bazılarının da sevinç kadar kederin de imtihan olduğunun ayırdına varamayıp olup bitene kulak tıkıyorken, hepimiz her şeyi pekâlâ görüyorken, ‘taş’ üzerine yazı yazmak da neyin nesi?” der misiniz?

Aklı evvel olana ne yazsan kâr olmayacağından, aklıselim olanlar zandan sakınıp “Bir okuyalım bakalım” der diye düşündüğümden, “taş” ile ilgili aklıma üşüşen ne varsa yazayım dedim…

Aslına bakarsanız, yakın zamanda bir dostla aramızda geçen diyalog esnasında taşla ilgili pek çok bilginin dilimize düşüp sohbetimizi şekillendirmesinden sonra derinlemesine yazmayı dilediğim bir konuydu bu. Fakat haber bültenleri ve sosyal medya hesaplarından akılları örtülmüş siyasilerin, sanatçıların, parti taraftarlarının ahmakça feveranlarına şahit olunca “Kısa olsun, bugün olsun” dedim.

Bir de, dokunduğu yeri küle döndüren, evleri söndüren, hayvanları telef eden ve böylelikle kalbi olanları -isyandan imtina ederek- üzüntüden heder eden yangınları meslekî rant hâline getirenlere de “taş kafalılar, taş kalpliler” diyerek içimdeki öfkeye soluk aldırırım niyetiyle, ilk plânladığım biçimde olmasa da yazmaya karar verdim.

Ve yine aslında, her birimizin hayatının bir yerinde, bir şekilde hâfızalarımızda hatıra dosyasına yerleştirilmiş bir “taş” hikâyesi olduğuna inandığımdan ve insanlığa, medeniyete ve dünyaya hâkim olma kibrine sürükleyecek kadar ehemmiyet arz eden “taş” üzerine gelecek bir vakitte, nasip olursa, öfkemden arınmış uzun soluklu bir yazı daha yazmaya kararlıyım.

Bunca girizgâha rağmen sıkılmayıp bu sayfada kalmış olmanızı umarak mevzuya dair cümlelerle devam edelim…

***

Kütüphanemden kitap seçen dostum, rafta duran küçük kâseye ilişince gözü, merakla içine bakıyor. Yüzünde kocaman bir gülümseme ile “Bu taşlar da neyin nesi?” diyor. “Beş taşlarım, dokuz yaşındayken Ayvalık Badavut sahilinden topladığım”…

“Ömrü billah saklasan yeşermez bunlar!” diyor.  

Böyle başlıyor “taş”a dair mülâhazalarımız.

Ne güzel sözmüş öyle “Ömrü billah saklasan yeşermez bunlar!”. Sonra öğreniyorum ki, sözün orijinali, “Bin bahar görse de taş yeşermez” şeklindeymiş ve Celâleddin-i Rumî’ye aitmiş.

Taş kalplilerin sükût etmiş vicdanlarını anlamak için bu cümle yeterliymiş.

Ama taş, öyle ehemmiyetsiz de değilmiş. “Yalnız taşla duvar olmaz” imiş meselâ. Taş taş üstüne konmalıymış ki inşâ yapılabilsin. Öte yandan, taş taş üstünde bırakmayan savaşlar var bir de. Yapılan binaları enkaza çeviren… Yapılan da, yıkılan da taştanmış. İnsanlığın tüm fâniliğine rağmen dünya hırsına, tamahına, kendini bâki sanma gafletine şaşmamak gerek. Çünkü bâki olan sonsuzluğun soyut tahayyülünün önüne kendi elleri ile yapa yıka barikatlar ören de insanmış. “Kibir, bele bağlanmış taş gibiymiş; onunla ne yüzülür, ne uçulurmuş”…

“Yuvarlanan taş yosun tutmaz”, “Meyve vermeyen ağaç taşlanmaz”, “Çay taşını cehri ile boyasan, o taştan mercan olmaz”, “Bir deli bir kuyuya bir taş atar, kırk akıllı o kuyudan o taşı çıkaramaz” imiş… Taşla ilgili ne çok söz varmış.


Taş, madenleri barındırırmış o sert ve o görkemli cüssesinin bağrında. Kesici, çakıcı, delici ve alet namına ne varsa elimizin tuttuğu, taşın kalbinden sökülmüş olan binlerce yıllık maddelerdenmiş. O maddeler yaba olmuş, orak olmuş, tarla sürülüp ekin biçilmiş. Aksamlar elde edilip binitler yapılmış “araba” dediğimiz.

Taşın en heybetli hâli dağlarmış. Dağlar ki, gök kubbe altında sarsılmadan dönen, üzerinde yaşayan tüm varlıkların dengesini sağlayan kolonlarıymış dünyanın. Yani muazzam bir mimarlık harikasının temel dinamiği…

Kayaları, rüzgârlar ve yağmurlar hırpaladıkça küçük parçacıklarmış; adına “kum” dediğimiz... O kum ki, harç olurmuş modern zamanlarda insanlığın barınacağı evlere.

Yıkılmasın diye dağlardan ibretle kolonlar dikilirmiş yüksek binaları ayakta tutan.

Taş, renk renk, biçim biçim desenleriyle, hatta kimi zaman ışıltılı dokusuyla granit olur, mermer olur, kuvars olur da inşâ edilen binaları tezyin eder.

Dağların da kederi varmış ki, rüzgârlar ve yağmurlar yetinemeyince kum zerreleriyle daha büyük parçalar koparırmış kayaların böğründen. O parçacıklar tutunup yağmurun kollarına iner su kenarlarına. “Çakıl taşıdır” artık adları; derelerin, nehirlerin, göllerin, denizlerin kenarına konumlanırlar. Mini minicik hâlleriyle su taşkınlarının önünde tedbir oluştururlar. Ama sadece bir tanesi değil, binlercesi bir araya gelince… Birlikten dirlik doğar misâli…

Çakıl taşlarını da törpüleyen kederler varmış bu dünyada. Hoyrat dalgalarla boğuşa boğuşa zaten küçük olan hacimleri iyiden iyiye küçülür, küçülürken tüm çıkıntıları törpülenip pürüzsüz bir hâl alınca, insanoğluna nefisini nasıl terbiye edeceğinden söz ederler.

Taşmış modern zamanlarda insan ruhunu ezen, küçülten! İnsan yenilince kibrine, kendi hacminin eyleyemeyeceğini taşın varlığına yükleyip devasa binalar inşâ eder. Ve insan o devasa anıtların, heykellerin, görkemli binaların, ihtişamlı köprülerin gölgesinde kalınca küçücük hisseder kendini. Tabiî, imanın insanı yücelten muhteşem bir dinamik olduğundan bîhaberse… Haberdar ise, küçülür ölümlü insanın, eyleyemediğini taş üzerinden gerçekleştirme gayretini. Ve anlar ruhu tanış olmuşsa yer küreyi dağ gibi kolonlar üzerinde devrilmeden tutan Yaratıcısıyla; insanın kendi mekânındaki heybet cüretine güler acıyarak...

Taş, dünyada milyonlarca metreküp yer kaplarken, müstesna dokuda ve sınırlı taşlar vardır ki maden ocaklarında binbir çile ile yerinden sökülüp insanlığın maddî gücüne güç katar.

Yüzlerce insanın çalıştığı maden ocaklarından çıkarılan pırlantalar, elmaslar, zümrüt, yakut, mercanlar, ekonominin nabzını tutar. Bir fâni adamın uykularını kaçırır bir avuç pırlanta, bir kadının gerdanında Yaratıcının letâfetinden, zarâfetinden, lûtfundan, kereminden söz eder.

Fakat kadın ya kendinden bilir o yükte hafif ve pahada ağır minik taşların muazzam güzelliğini yahut kendisine sunandan…

“Taş” deyip geçmemeli; insanı dinden de, imandan da çıkarır mı, çıkarır mazaallah!

“Taş” deyip geçmemeli, bir bakarsınız, kalbinizin ritmini düzene sokan akik taşı olur adı.

Mor rengin buzul hâlini resmeden ametist, negatif düşüncelerden uzaklaştırır zihninizi.  

Adı “apetit” olunca, dizlerinize derman gelir; “aytaşı” olunca dengeniz düzelir. Jeo-bilimciler böyle der.

Bana sorarsanız, mercan, her kadının boynuna yakışır, kehribar ise zamanda yolculuğun adıdır.

Ve yine taş, ocak olur; ateşi en güvenli biçimde koynunda saklar, bağrında yanan alev tencereye erişince aş olur.

Taş, hâddi bilmeyenin taşkın hâline işarettir.

Taş, farklı fikirlere meydan okunduğunda taşlama olur.

Taş, ister para, ister fikir olsun, asıl servet sahiplerinin işini kolaylaştırmak için ameleliğe talip olununca taşeron olur.

Taş, üzerine emek verilince sanatkârından söz eden bir eserdir artık.

Taş usta bir elde şekillenince, yan yana dizilmesi kolaylaşan taşçılık mesleği hâsıl olur. Tıpkı çakıl taşlarının pürüzsüzlüğünden mülhem terbiye mesajı gibi, düzgün olanların oluşturduğu cemiyetlerden hayr ve huzur neşet eder.

Taş, çocuk yanımızın en şen hâline eşlik eder. Beş taş olur meselâ, tatlı heyecanlarla elimizin üzerinde beşini bir arada tutma gayretimizin bize bugünün “bir arada” olmaklığına işaret ettiğini sonradan anlarız. 

Kâğıda bir şekil çizip dokuz taşın matematiğini doğru yaparken rekabet duygusunun üstesinden kardeşçe, arkadaşça, tatlı tatlı nasıl geldiğimizi hatırlarız.

İki parmak arasına zarifçe aldığımız siyah ve beyaz taşlarla hamle yaparak oynadığımız şibimu oyunundan öğreniriz iyi hasletlerimizin karşısında atağa geçmeye amâde bir kötülük olduğunu.

Domino taşları söyler bize birimize gelen bir musibetin diğerimize de geleceğini ve zincirleme kaza ile hepimizi etkileyeceğini. Pandemi gibi…

Hâsılıkelâm, taş evdir, barajdır, yoldur, ocaktır, mücevherdir, şifâdır, oyundur, ibrettir!

En önemlisi de taş, tarihin şekil almış hâline şahit olur. Ve geçmişten geleceğe söyleyecek sözün hamallığını yapar yüzyıllar boyu.  

Taş, kâh kitâbe, kâh yazıt olup günümüze eriştiğinde, insanlığın geldiği noktada geçmişten haberdar eder.

“Taş” deyip geçtiğimizde, yıkılır düşünce taşlarından inşâ ettiğimiz gelecek. Çünkü her projenin, her plânın üzerine inşâ edildiği yapı taşları vardır. Ki o taşlar olmasa, mazinin medeniyetlerinden geleceğe izler nasıl kalır?

“Taş” deyip geçmemek lâzım. Meselâ Ebrehe’nin fillerini ve devasa ordusunu târumar edenin de taş olduğunu unutmayalım!

Bir başka meselâ: Ad kavminden haberdar oluruz ki, asırlar sonra günümüz insanlığına ibretli bir hakikatten söz eder helâklarından sonra günümüze kadar dayanmış sütunlarıyla.

Bir vakitler taşa, kuma hükmedip büyük ve güzel saraylar inşâ eden, yollar, barajlar, bentler yapan, İrem bağlarıyla övünen Ad kavminin taş ile kurduğu bağdan ve edindiği başarıdan mülhem kendilerini yücelten bir kibre düşünce, kulakları patlatacak kadar şiddetli bir gürültü ve bir o kadar güçlü rüzgârla târumar edilişleri vardır ki, taşın insanlık için put olma tehdidinin ne denli büyük olduğuna dair en güçlü tarihî ibrettir.

Bunca taş bahsinden sonra, şimdi o muhteşem kılavuzumuzu alıp Ahkaf (Yemen/ Kum tepeleri) Sûresi’ne ve tarihin eskiliği nispetince insanın değişmez tamahlarına yaşanmış ve İlâhî nasihatlerle kayda geçmiş Ad kavminin serüvenine bakmalı.

Dünya ile sarhoş olmanın bedelini nasıl ödediklerini okuyup, düşünüp, “Yoksa sizden öncekilerin çektikleriyle karşılaşmadan Cennet’e girebileceğinizi mi sandınız?” ayet-i kerîmesini hatırlamalı!

Ad kavminin, bugünün yalancılarından pek farklı olmadıklarını, hatta modern zamanların imkânlarına taş çatlatacak yetenekte ve estetikte bir dünya kurduklarını düşünelim de zamanenin büyük güçlerini gözümüzde büyütmeyelim.

Ayağınıza taş dokunmaması duâsı ile hoşnut kalınız efendim...