Tarz farz mı?

“Yaşam tarzı”, oluşum sürecinde beğeni, tepki ve ilgisizlik gibi sosyal çemberlerden geçtiği için “dinamik-canlı” bir sürece sahiptir. Etkilemeye, etkilenmeye, çatışmaya ve uzlaşmaya açık bir olgudur. Yaşam tarzının en önemli sorunu ise “basınç/baskı” aşamasıdır. Çünkü tarzın dili, formu ve genişleme/serbest kalma heyecanı, çoğu zaman çevre, toplum ve devlet tarafından gösterilen basınç-baskı karşısında hırçınlaşır.

Özgürlük ve tarz

İNSAN “ele avuca sığmak” istemez. Doğası gereği “sorumlu olmadan yaşamak” fiiline eğilimlidir. Ancak bunu denediğinde başına gelenleri veya hemcinsinin başına getirdiklerini tattığında “sınır” fikrine ayak uydurmak zorunda kalır. Ancak “Sınır nedir, kim belirler ve kim denetler?” gibi sorular, beraberinde “birlikte yaşamak” ve “birilerini görevlendirmek” kültürünü de oluşturmaktadır. Bu nedenle insanoğlu “sınır” kelimesini “özgürlük” kavramı ile çek eder. Veya sınırlar özgürlükleri de sınırlayacağından, bir “özgürlük-sınır” diyalektiği oluşur.

İnsan “benzemek” istemez. Doğası gereği “tek tip, tek tarz” kalıbına sokulmaktan da nefret eder. Ancak tipsiz ve tarzsız biçimde ortalıkta gezindiğinde “tuhaf bakışlar” ve “tuhaflaştıran tanımlar” içine itilir, kaybolmaya yüz tutar. Bu nedenle “kendine özgü olmak” veya “özgünlük” kavramlarıyla kendisini ifade etmek durumunda kalır. Çünkü insan tecrübe etmiştir ki, bir tarz veya birine ait tarz, özgünlüğü veya özgürlüğü sebebiyle beğeni alabilir ve beğeni, zamanla o tarzı “yaygın tüketilen örnek” kılabilir. Kaldı ki, her insan kendi özgünlüğünü, başkasını da etkileyecek özde ifade edemeyebilir. Dolayısıyla “beğeni” ile “özgünlük” arasında bir kamusal etki iksiri vardır.

Bu bağlamda “özgürlük-sınır” ve “özgünlük-beğeni” arasında da bir “gerilim” ve “piyasa” aksi oluşmaktadır. Kuşkusuz bu gerilim “forma” ve piyasa da “moda” aksi şeklinde vücut bulmaktadır.

O zaman şu tespiti/gözlemi fotoğraflayabiliriz: “Tarz”, forma ile moda arasında seçilen özgünlüktür. Bir başka ifadeyle tarzlar, forma ile modanın kamusal alandaki/camındaki kimyasal tepkimeden oluşurlar.

Tarz vitrini

Tarz, özünde ve özelinde “birey” ile başlar. Ancak “beğeni”, “tepki” ve “ilgisizlik” gibi etkileşim çemberlerinden geçerek “yaşam tarzı” diyebileceğimiz bir finalle sonuçlanır. Özellikle “final” kelimesini seçtik, çünkü “oturmuş tarz”dır kastedilen.

“Yaşam tarzı”, oluşum sürecinde beğeni, tepki ve ilgisizlik gibi sosyal çemberlerden geçtiği için “dinamik-canlı” bir sürece sahiptir. Etkilemeye, etkilenmeye, çatışmaya ve uzlaşmaya açık bir olgudur.

Yaşam tarzının en önemli sorunu ise “basınç/baskı” aşamasıdır. Çünkü tarzın dili, formu ve genişleme/serbest kalma heyecanı, çoğu zaman çevre, toplum ve devlet tarafından gösterilen basınç-baskı karşısında hırçınlaşır.

Örneğin dindar erkeklerin “kadın güzelliği” konusunda geliştirdiği bir forma, bir sınır olabilmekte ve kadının sadece beden/çıplaklık tarzına değil, aynı zamanda giyim -süslenme ve hatta bulunduğu zaman- ve mekân tarzına basınç-baskı uygulamayı “dindarlığın tarzı” diye geliştirebilmektedirler.

Veya ideolojik hareketlerin “aidiyet-kabul töreni” havasında dindar kadından örtüsünü çıkarmayı beklemesi, hatta erkeklerle birlikteliğindeki serbestliği gösterme zorunluluğu -örneğin modernliğin gereği cinsiyet eşitliği kabul töreni- gibi birçok “kabul şartları” olabilmektedir.

Bu tarz basınç-baskı düzlemleri bize bir gerçeği hatırlatmaktadır: “Yaşam tarzının nüfus cüzdanı kamusaldır!”

Çok ilginçtir ki, dindar ve çağdaş çevrelerin arasındaki kamusal gerilimin “başörtüsü-dekolte” denklemi üzerinden yürütülmesi de “kamusal alan” kriteri sebebiyle dinî ve ideolojik bir gerilim bezine çevrilebilmiştir. 

Dolayısıyla birey, çevreye, topluma, dine, devlete, kültüre ve tarihe rağmen bir “tarz” geliştirebilmiş değildir. Dolayısıyla tarz için “uzlaşmak” şarttır. Bu noktada uzlaşmak, “ödün vermek” değildir. Bilhassa “özgürlük-sınır” ve “özgünlük-forma” denklemlerini “gerçekçi” kılmaktır. Bu nedenle tarz, “gerçekçi” olmak durumundadır.

Bilindiği üzere “moda” sektöründe bir de “gerçekçi olmayan ama ertelenmiş tarz seansları sunma” podyumu vardır. Podyumlarda “sergilenen” bazı giyim tarzlarının çoğu “günlük hayatta giyilmemektedir”.

Tüm bunlar “yaşam tarzı” seçkisi içinde akan nehir gibi yatağında akıp dururken, bir uydurma veya bir betimleme de olsa “mahalle baskısı”nı gündeme getirmişlerdir. “Mahalle baskısı” nedir?


Mahalle baskısı: Tarz bekçiliği

“Mahalle baskısı” betimlemesi, nedense bizim toplumda çabuk “sakız”landı. Çünkü Türkiye’nin yakın tarihinin sosyolojisini iyi kurgulatan çağrışımları vardı. Öncelikle “mahalle baskısı” bir taşla iki kuş vuruyordu. Birincisi, “mahalle” kavramı artık “olumlu” içeriğinden boşaltılarak bir “köylülük, modern öncesi, gelenekçilik” kalıbı kılınıyordu. İkincisi ise, “özgürlük” gibi esas duruş gerektiren bir kavramın sınırı, mahalle bahanesiyle belirsizleştiriliyordu.

“Kimse, kimsenin yaşam tarzına karışmamalı!” şeklinde oldukça “naif” bir slogan olarak kullanılıyor, ancak bu “karışmama” vurgusunun tanımı, sınırı ve bağlamının ucu açık ve konu, derin kuyu gibi bırakılıyordu. Çünkü cümlede “Kimse, kimsenin hakkını kullanmasını engelleyemez!” denilmiyordu. Çünkü içinde “hak” kavramı geçerse, kontrol devlette olacaktı. Ancak konu “yaşam tarzına karışma” olunca top önce topluma atılıyor ve sonra “mahalle” potansiyel suç olarak kullanılıyor, top da zamanla oyun dışı kalıyordu. Yani “tarz” ile “politika” arasında gizli koridor kuruluyordu. Toplum bu dar koridora sokulduğunda çatışma, itişme veya ezilmelerin olacağı biliniyordu. Bu da tarz ile ilişkili gizli ajandayı gündeme getiriyordu: “Toplum mühendisliği”…

Yaşam tarzı ile haklar arasındaki ilişkinin netleştirilmesi gerekir. Aksi hâlde insanoğlunun “sınır” ihlâli için “mayınsız ve denetimsiz” alanlar açılmış olur. Bazı sade örneklerle bir sınır turu atalım.

Örneğin köpek beslemek, bir “yaşam tarzı rengi”dir. Ancak o köpeği bir apartmanda beslemek, “Kimse, kimsenin yaşam tarzına karışamaz!” sloganı ile karambole getirilecek bir “hak” değildir. Çünkü köpeğin saldırısı, temizliği ve havlaması, başka insanların “Hak ihlâli var!” talebi ile sonuçlanabilir. Dolayısıyla apartman sakinlerinin uzlaşması istenmeli, en azından çoğunluğun bu yönde onayını alınmalıdır.

Bir başka örnek şöyle: Kişi “Tanrı yoktur!” diyebilir ve yaşam tarzını “tanrısız hayat” ile tamamlayabilir. Ancak Tanrı’ya inanan bir toplumda inanca karşı “mizah” adı altında bir saldırı veya dindarları aşağılayıcı üslûpla “açıkça hak ihlâli” yapamayacağı gibi, tanrısızlıktan aldığı cesaretle örneğin “cinsel tercih” adı altında eşcinselliği bir “yaşam tarzı” olarak uygulayamaz ve benimsetemez. Çünkü cinsel tercihler bir “yaşam tarzı” alanında değil, “haklar” alanında değerlendirilirler.

Toplumsal onay, uzlaşma olmadan bir “tarz” olarak benimsetilemez. Çünkü uyuşturucu veya alkol gibi, sonuçları “haklar” kapsamına çabuk yayılan etkileri vardır. Nitekim “alkol”, toplumun genel uzlaşması ve yasal düzenleme ile “haklar” kapsamına alınarak suç olmaktan çıkarılabilmektedir. Çünkü toplum bunu “yaşam tarzı” olarak görebilmektedir. Toplumumuzda olduğu gibi…

Nitekim Müslüman toplumlarda “yaşam tarzı” ile “haklar” arasındaki denge-sınır konusunda kafalar karışıktır ve modern zamanlarda çözümlenemeyen binlerce yaşam tarzı ile kuşatılmış durumdadır. Çünkü Müslüman coğrafyanın “yaşam tarzı” noktasında geliştirebildiği “tek tip bir dindarlık” modeli de olamamıştır. Müslüman coğrafyada bir “yaşam tarzı” olan “sufîlik ve tasavvuf” bile bir yaşam tarzı olarak var olabilmek/kabul görmek için kendisini “hak ve hatta hakikatin kendisi” diye sunmak durumunda kalmıştır.

Yeri gelmişken, “tarz ve dindarlık” ilişkisine de kısaca göz atmakta fayda var.

Birey, çevreye, topluma, dine, devlete, kültüre ve tarihe rağmen bir “tarz” geliştirebilmiş değildir. Dolayısıyla tarz için “uzlaşmak” şarttır. Bu noktada uzlaşmak, “ödün vermek” değildir. Bilhassa “özgürlük-sınır” ve “özgünlük-forma” denklemlerini “gerçekçi” kılmaktır. Bu nedenle tarz, “gerçekçi” olmak durumundadır.

Tarzsız dindarlar

Dindarlar, tarih boyunca din algısında “yaşam tarzı” ve “haklar” arasında ikilemde, ikircilikli bir tutumda ve hatta çoğu zaman çelişkileri “çelişkisizlik” olarak anlamakta ısrar eden bir “kayıtsızlık” süreci yaşamaktadırlar. Çünkü insan doğasından gelen ve kontrolü zor olan “özgürlük” ile sınırlar koymak için gelen din arasındaki denge ve uyumu sağlamakta çoğu zaman güçlük çekmektedir. Kuşkusuz bunun siyasî, kültürel ve ekonomik birçok nedeni var. Ancak en kritik nedeni, yaşam tarzı ile haklar arasındaki farkı tanımlamakta güçlük çekmesi veya gecikmesidir.

Nitekim Müslüman coğrafya ve tarihi, dindarların kendi aralarındaki yaşam tarzı farklarını bile “şirk, sapkınlık, küfür, fesatlık” olarak görebilecek ve gösterebilecek kadar “tutucu” ve “tuttuğunu cezalandırıcı” örneklerle doludur.

Örneğin Müslümanların tarihinde, içinde rükû, secde ve kıyam gibi temel rükûnlardan birinin eksik olduğu bir namaz şekli geliştiren mezhep (toplum üretmediği hâlde), Haccı Arafat’ta değil de Müzdelife’de tamamlayanlar, Ramazan’ı daha az günde tutanlar, herhangi bir haramı helâl kılanlar veya herhangi bir sorumluluğu reddeden Müslüman toplumlar çıkmadığı hâlde, birbirini boğazlayan ve birbirlerini müşriklikle suçlayan sayısız örgütler çıkabilmiştir. Bunun en temel sebebi, daha önce vurguladığımız gibi yaşam tarzı ile haklar arasındaki sınır ve dengeyi çözümleyemeyen zihniyetlerin “yaşam tarzındaki çoğulculuğu” inkâr ederek “tek tarz” sahibi olmayı “Tevhidin bir cüzü” olarak göstermesidir. Yani Allah’ın sıfatlarını birlemek olan Tevhid kültürünü birebir sosyolojiye de taşıyarak, “tek ümmet” modelini bile “tek tip/tek tarz” olarak yorumlamasından kaynaklanmaktadır. Bu önemli bir sorundur ve çözülmek durumundadır!

İlginçtir, sufîlik Müslüman coğrafyalarda gelişmiş bir yaşam tarzı iken Arap, Türk ve Fars Müslümanların doğal olan yaşam tarzları farkı bile farklı mezhep, meşrep ve hatta din olarak algılanıp sunulmaktadır.

Yaşam tarzının çoğulculuğuna ilişkin Müslümanlık tecrübesinin modern zamanlarda azaldığını söylemek mümkün. Çok ilginçtir, “modernite” adı altında da tüm dünyayı “tek tip yaşam tarzı” odasına kapatmak isteyen sapkın çağdaş akımlar çıkabilmiştir. Nitekim dünyadaki kavganın çoğu, sapkın dindar örgütlerle modern sapkın zihniyetlerin çatışmasından doğmaktadır. Çünkü ikisi de kendi tanımladığı yaşam tarzını dayatmakta ısrar etmektedir.

Sonuç

“Kimse, kimsenin yaşam tarzına karışmamalı!” hükmü ile “Kimse, kimsenin hakkını kullanması nedeniyle kınanamaz!” çıkışı arasındaki sis perdesini kaldıracak anlayışlar ve diller geliştirmek durumundayız. “Tek tip yaşam tarzı”, insanın doğasına ve tecrübesine uymaz. Ancak yaşam tarzındaki çoğulculuk, “hak ihlâli” ve “hak sınırı tanımama” şeklinde yorumlanarak uygulanamaz. Bu denge, sınır ve uzlaşma ise, toplum ile devletin arasındaki ödev birliği ve uzlaşma performansına bağlıdır.

Türkiye bu sınavda “son sınıfa gelmiş ama hâlâ birinci sınıftaki dersi vermemiş” durumdaki müzmin öğrenci düzeyinde. Kuşkusuz bir gün mezun olacak okuldan; ancak önceki mezunlarla arasındaki farkı hayatın içinde kapatması bir hayli zor. Çünkü Türkiye çok zaman kaybetti bu alanda!