İSMİ lâzım değil, cins bir arkadaş var.
Tespitleri de kendince çok esaslı.
Kendince öyle ama dışarıdan bakan biri için epeyce
vahim, acıklı bir duruma işaret eden türden:
“Dış güç varsa şu olamaz…”
“Şu varsa dış güçten söz edemeyiz.”
“İhracat şu kadar olmuş, nasıl oluyor? Hani dış güç
vardı?” diye şiddetle itiraz ediyor.
“Küresel kriz varsa şöyle şöyle” diye o kadar cins bir
mantıkla izah getiriyor ki… Yeryüzünde mantık diye bir şey varsa, hepsi bir
anda yerle bir oluveriyor.
“Yahut öyle diyorsanız, küresel kriz yok demektir”
diye diretiyor.
Sanki küresel kriz, dış güç, iç güç, dünyayı saran
ölümcül salgın, enflasyon, maaş zammı, anlamlı anlamsız muhalefet, iktidarın
doğruları ve yanlışları, ihracat rekoru, iyi işler, kötü işler ve çok olumlu
gelişmeler bir arada olamazmış gibi…
Biri diğerine maniymiş, biri varsa diğeri yok
sayılmalıymış gibi…
*
Bu modellerin söylediklerinden anlaşılan şu: Bunlar
ekonominin bir tane kitabı, bir iki tane de genel geçer kuralı olduğunu zannediyor.
O kuralı herkes biliyor, herkes kabul ediyor da bir
tek bu cins arkadaşların karşısında duranlar bilmiyor, anlamıyor, kabul
etmiyor.
Bununla da kalmıyorlar, hep yanlış yapıyorlar.
Her ne yapsalar yanlış.
Bu kafayla ne kadar itici olduğunun farkında değil
elbette.
Çekici olsaydı, arkasına bir dorse takardık giderdi.
Bu hâliyle mümkün değil.
*
Bir diğeri var ki, daha az cins değil.
Ötekine epeyce benziyor.
Onun da adı lâzım değil, eski asker ama mülazım değil.
Tartışırken, “Sen eski askersin, bilirsin” diyerek
askerlikle bağlantılı bir açıdan konuya giren biri olduğunda, kaşlarını çatarak,
“Ben asker değilim” diye tuhaf şekilde itiraz ediyor.
Anlaşılır gibi değil.
Anlaşılabilir gibi de değil.
Neymiş, işletme doktorası yapmış.
Orduda subaylık yaptığı sırada veya sonrasında
işletmede doktora yapması, senelerce süren askerliğini iptal mi ediyor insanın?
Geçmişinden, öz geçmişinden bir anda silini mi veriyor? Bu nasıl bir idraktir?
Sonra lâf arasında tartışmacılardan biri “Asker
kafası” dediğinde, küplere biniyor.
“Ne demek asker kafası? Yok öyle bir şey. İtiraz
ediyorum. Böyle söyleyemezsin. Sözünü geri al!”
Yahu nasıl yok asker kafası?
Her şeyin bir kafası var.
Öğretmen kafası var, imam kafası var, memur kafası,
işçi kafası, bürokrat kafası var…
Sayalım mı hepsini?
Ne kadar meslek grubu varsa, her birinin kafasından
söz etmek mümkün.
Gazeteci kafası, doktor kafası, çiftçi kafası, köylü
kafası, şehirli kafası, bakkal kafası, kasap kafası…
Kasabın sadece kafası değil, bir de havası var. (Yeri
gelmişken, çal bir kasap havası da keyfimiz yerine gelsin.)
Tartışmanın bir yerinde asker, bir yerinde işletmeci
olmasına ses çıkarmayalım da keyfine göre davranmasının eleştiriye açık
durduğunu idrak etse, ne iyi olurdu.
Arada bir -ki o “aralar” işine gelmediği zamanlara
denk düşüyor- çok ateşli itiraz etmesi epeyce abes duruyor.
“Biz bu vatana şu kadar sene hizmet verdik” diye
göğsünü gerdiğinde, biri de çıkıp “İyi ki varsın Eren” demiyor.
“Ne oldu paşam, şimdi de askerliğini mi hatırladın?” diye
soran da yok.
*
Ekonomi konuşulurken, oradakilerden biri terör belâsına
vurgu yaptığında, bizim eleman hiddetle ve şiddetle itiraz ediyor.
“Terörün ekonomiyle ne alâkası var?” çıkışı, akıllara
zarar.
Bu nasıl asker? Hem de askerliğin üstüne işletme-iktisat
ile meşgul olmuş, ekonomiyle terörün alâkasını göremiyor.
Bakkal manav görür, gazeteci görür ama o herhâlde
gözleri kapalı bakmayı tercih etmiş.
Turgay Güler’in dediği gibi, teröristlere leblebi
fıstık mı atıldığını sanıyor dersiniz?
Uçakların deniz suyuyla mı çalıştığını düşünüyor?
Birkaç saat süren bir operasyonun maliyeti ne
kadardır?
Kırk yıldır başımızda bir terör belâsı var.
Kaç bin kişi hayatını kaybetti ve o terörle mücadelede
harcanan para ekonomiye yöneltilseydi, bugün nerede olurduk?
Ülkemize yönelik terörü besleyenlerin maksadı, bizim
belimizi bükmek, Türkiye’yi zorda bırakmak değil mi?
Terörün ekonomiyle ne alâkası varmış!
*
Bu özel cins arkadaşların ortak özelliği, muhalif
olmaya içtikleri ant.
Tamam, istedikleri andı içsinler de…
Ülkeye yapılan hizmetlere karşı çıkarken bir parça da
insaf, izan, vicdan diye bir şeylerden haberdar olsalar, ne hoş görünecek.
*
Partilerinin ambleminde yer alan okların ne anlama
geldiğini sorsak, en koyuları dâhil, noksansız sayabilecek kaç kişi çıkacaktır,
bilemeyiz.
Yanlış sayan, yarıya kadar ancak gelen çok çıkar.
Mümkün olmasa bile hoş bir açıdan bakalım.
Ve diyelim ki hiç kimse şaşırmaz, hepsi tamı tamına
sırasıyla sayabilir.
“Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Milliyetçilik,
Devletçilik, İnkılapçılık.”
Varsaydık.
Kabul ettik.
Tamam da, gerçekten bu ilkeler yerli yerinde duruyor
mu?
Hâlihazırda geçerli mi?
Hakikaten o partinin yöneticileri ve mensupları bu
ilkelere sahip mi?
Hepsini benimsiyorlar mı? İnanıyorlar mı? İçlerine
siniyor mu? Gereğini yerine getiriyorlar mı?
Üst düzeyde görünen yöneticilerden birkaçının ismini
sayıp anlatmak istediğimi daha netleştirmek, fotoğraf gibi ortaya koymak mümkün
ama onların da isimleri lâzım değil, emin olun.
O partinin oklarla ifade edilen ilkeleri çoktan
değişti.
Gemi başka limanlara yanaştı.
İnenler oldu, binenler oldu.
Bugün öyle bir yere gelindi ki artık sadece baş
harflerini muhafaza edilebiliyor o ilkelerin.
Benim baktığım yerden şöyle görünüyor:
Cemaatçilik, Halk düşmanlığı, Lahanacılık,
Makarnacılık, Devlet karşıtlığı, İnkırazcılık.
(“O da neyin nesi?” diye soracak olanlar için
“inkıraz” ne demektir, sevabına açıklayalım: Batma, çöküş, dağılma, son bulma,
yok olma.)
Bu ilkeler bütünüyle bugün gelinen noktayı ve sahip
olunan tavrı, felsefeyi ortaya seriyor.
Özellikle son madde!
İtiraz eden olursa, sabaha kadar konuşabiliriz.
Fakat ne gerek var?
Bir şey değişmez ki...
“Ki” ayrı, bakışlar ayrı.