Tarihten bîhaber olanlar

Libya ile yaptığımız “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına Dair Mutabakat Muhtırası”, Türkiye olarak, deniz yetki alanları konusunda Libya ile 10 yıl önce yapılan bir mutabakattı. “Arap Baharı” denilen Şimâl-i Afrika’daki olaylardan sonra sömürge devletlerinin baronlarının Libya’yı NATO güçleriyle bölük pörçük etmesiyle ancak bugün akdedilebilmiştir. Bu şeytânî plânın kurucusu, daha öncede Suriye ve Cezayir’i sömürge hâline getiren Fransa’dır.

“BU mesel ile bulur cümle düvel fevz u felâh 

Hazır ol cenge, eğer ister isen sulh u salâh…”

(Abdülhak Molla)

Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile meşru Libya Ulusal Mutabakat Hükûmeti arasında 27 Kasım 2019 tarihinde imzalanan Deniz Yetki Alanları Sınırlandırmasına Dair Mutabakat Muhtırası ile devamındaki Güvenlik ve Askerî İşbirliği Mutabakat Muhtırası’nın ehemmiyetini izah etmeden önce, başta Yunanistan, Mısır, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, İsrail’le beraber Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, İtalya, Fransa, diğer Avrupa ülkeleri ve dolaylı olarak Rusya ile ABD’nin niçin feveran ettiklerini anlamak lâzım…

Libya ile olan kadim bağlarımızı anlatmadan önce, sömürge güçlerin Şimâl-i Afrika’daki işgallerinin tarihini bilmemiz gerekiyor.

Yukarıda saydığımız ülkelere ilâve ettiğimiz ABD’nin karın ağrısı ise, hem İsrail’in güvenliğinin sağlanması, hem de emperyalist emellerin yanında Suriye’deki kaybından dolayı yaşadığı itibar kaybını ve S-400 füzeleri ile F-35 diye bilinen meselenin yanında diğer bilindik konulardan ibarettir.

Türkiye’nin jeopolitik satıhta savunmasını, sınır hattının ötesine taşıyan anlayışı çerçevesinde Libya’ya konuşlandırmasını ve muhtemel deniz gücünün önemini idrak etmek için 100 yıl öncesine dönüp bakmak yeterli.

***

İtalya, 1881’de Fransa’nın Tunus’u, 1882’de ise İngiltere’nin Mısır’ı işgalini takiben Libya’yı sömürgeleştirmek için bir dizi gizli anlaşma süreci başlatmıştı. 1887’de İngiltere ve Avusturya-Macaristan ile başlattığı bu anlaşmalar dizisi 1909’da Rusya’nın da buna yeşil ışık yakmasıyla tamamlandı.

Tarihleri sömürge ve işgallerle anılan bu ülkeleri anlarız, lâkin bugün “Libya’da ne işimiz var?” diyen müzmin muhaliflerin bilmek istemediklerinin (!) aksine, tarihte Şimâl-i Afrika’da vuku bulan bir durumu, bir gazeteci üstadın analizinden alıntıyla yazdık:

“28 Eylül 1911 yılına gelindiğinde İtalyan Krallığı, Libya’daki yatırımlarını korumak ve ‘bölgeye medeniyet getirme’ (!) gerekçesiyle Osmanlı Cihan Devleti’ne (İmparatorluğu-M.A. Kancı) bir nota verdi. Aslında bu notanın öncesinde İtalya ile Osmanlı arasında Adriyatik ve İyon Denizi’nde (Preveze) çatışmalar çoktan başlamış, Osmanlı donanması bu çatışmalarda Tokat, Alpagut ve Hamidiye torpidobotlarını yitirmişti. İtalyan notasını takip eden günlerde Libya topraklarında başlayan çatışmalar ise Kurmay Albay Neşet Bey’in Trablus, Kurmay Binbaşı Enver Bey’in Bingazi ve Kurmay Binbaşı Mustafa Kemal Bey’in Derne’de tertip ettikleri savunma netîcesinde Roma yönetimi için düş kırıklığı meydana getiren sonuçlar doğurdu…” (Trablus’tan Doha’ya Sathı Müdafaa-Mehmet A. Kancı)

***

Hayâli büyük olmayanların istikbâle dair tasavvurları da olmaz. Bizim için en şansız olduğumuz saha, siyasetteki kısırlık…

Şöyle ki…

Dünyanın birçok coğrafyasında, özellikle de gönül coğrafyamızda yürek yakan katliamlar, yürek burkan manzaralar karşısında sesini yükselten Devletimizin bu imânî ve insânî tavrına bu ülke içinde “siyaset yaptığını” söyleyen bir kısım partiler ve particikler itiraz ediyorlar. İnsaf ölçülerine göre değil; savunma bahaneleri, maalesef politik…

Çünkü çoğu kez millî konularda ülke çıkarları bile bir tarafa bırakılarak Devlet Başkanı olan Liderin şahsına duydukları hoşnutsuzluğu söylüyorlar.

Haramzadeler ne kadar inkâr ederlerse etsinler, Türkiye, Osmanlı Devleti'nin büyük devlet olma idealinin mîrasçısıdır. Tarihî ve kültürel coğrafyamız bunun izleriyle doludur. Zira bugün haklı olarak övündüğümüz çok kritik müesseselerin Cihan Devleti’nden kaldığını söyleyebiliriz. Bu izleri takip etmeden bu coğrafyada yaşamayız.

Enver Paşa, Trablusgarp’a giderken, “Peki, o zaman niye gidiyorum? İslâm dünyasının bizden beklediği bir ahlâkî görevi yerine getirmek için” demesinin, Afrin’e yönelik Zeytin Dalı Harekâtı’na katılan Mehmetçiğin “Nereye?” sorusuna “Kızılelma’ya” diye cevap vermesinin ardından Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın da “Bizim bir Kızılelma’mız var, o hedefe doğru gidiyoruz” açıklaması, milletimizin bu ülküsünü özetler.

Türk devletleri, tarih boyunca kargaşayı sükûna, savaşı barışa, kaosu düzene çevirme üzerine hareket etmişlerdir. İstisnalar dışında, Türkiye’nin dış politika refleksleri bu şiar üzerinedir. Biz sömürü üzerine değil, adalet ve düzen üzere olan bir anlayışı temsil ediyoruz.

***

Meselenin stratejik boyutuna baktığımız zaman, Trablusgarp’taki kaybımız, Balkanlar ve Orta Doğu’daki kopuşların da sebeplerinden bir tanesi olmuştur. Bugün de Doğu Akdeniz’de olan biteni, sadece Kıbrıs veya enerji meselesi veya Balkan ve Orta Doğu politikalarından bağımsız okuyamayız. Hele Doğu Akdeniz'i dikkate almadan kuracağımız güvenlik denklemi eksik kalacaktır.

Bununla beraber, “Sykes-Picot” ile bu ümmeti ölüm kıskacına alan güçlerin, “Mavi Vatan”da bundan bir asır evvel çizilen sınırlarla Türkiye’yi gaz ve petrolden mahrum bırakarak az gelişmişliğe mahkûm etmeleri kabul edilemez.

Mütefekkir İbn Haldûn, “Coğrafya kaderdir” der. Coğrafyasını bilmeyen toplum, geleceğine yön ve istikamet veremez. Maatteessüf, Türkiye’deki muhalefetin coğrafyadan ne anladığını anlayanlar, ancak bize düşman olanlardır!

Libya ile yaptığımız “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına Dair Mutabakat Muhtırası”, Türkiye olarak, deniz yetki alanları konusunda Libya ile 10 yıl önce yapılan bir mutabakattı. “Arap Baharı” denilen Şimâl-i Afrika’daki olaylardan sonra sömürge devletlerinin baronlarının Libya’yı NATO güçleriyle bölük pörçük etmesiyle ancak bugün akdedilebilmiştir.

Bu şeytânî plânın kurucusu, daha öncede Suriye ve Cezayir’i sömürge hâline getiren Fransa’dır.

Macron’un “Avrupa Ordusu” kurma fikri, mazlumlara omuz vermemize celâllenip, âmiyâne tâbirle “ön alması” bundandır. Kendi kirli mâzisini unutup bize lâf etmesi, Ruanda ve Cezayir’i unutturamaz.

Osmanlı Cihan Devleti’nin mîrasçısı Türkiye, genelde Şimâl-i Afrika’daki ülkelerin bağımsızlık mücadelesinin öncülerini, özelde Libya’daki kadim siyasetimizi, başta Sünusî Ailesinin Osmanlı’ya, sonrasında Millî Mücadele’ye verdiği desteği ve İtalyanları dize getiren Şehit Çöl Arslanı Ömer Muhtar’ı ve torunlarını unutabilir mi?

Hamdolsun ki Türkiye, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve en son Barış Pınarı Harekâtları ile İtilâf Devletleri’nin kurmaya çalıştıkları “terör koridorunu” parçalayarak “Sykes-Picot” mucitlerine, ABD ve ona omuzdaşlık yapan petro-dolar zengini krallıklara, zalim firavun soylulara gerekli dersi vermiştir.

Bir sözümüz de, her millî meselede hak yolcularına ok atan “tirendazlara”dır…

Vesselâm…

***

(Naçizane yazıyı bitirirken, Türkiye ile Libya arasında yapılan Güvenlik ve Askerî İşbirliği Mutabakat Muhtırası mucibine TBMM’ye sunulan “Libya’ya asker gönderme tezkeresi” de görüşülüyordu.)