TOPLUMLARIN başlarından
geçen olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bunların sebep ve sonuçlarını,
birbirleriyle olan ilişkilerini ele alan bilim dalı ve bu dalda yazılan
eserlerin ortak adına “tarih” denilmektedir. Değişik tanımları yapılsa da
tarih, en basit ifadeyle geçmişin bilimidir. Tarihin amaçlarından biri,
geçmişteki gerçekleri ortaya çıkarma, bilinmesini sağlamaktır. Geçmişi öğrenip
anlamak, şimdiki zamanı değerlendirmek ve geleceğe daha iyi hazırlanmak için
tarih vazgeçilmezlerdendir.
Ağustos, Türk tarihi açısından bir bakıma tarihî zaferlerin resmigeçit ayıdır. Ağustos, tarihin sayfalarından çıkarak zihinlerde yer alan kahramanlıkların resim galerisidir. Ağustos ayının en kayda değer zaferi, hiç şüphesiz Müslüman Türk’e Anadolu’nun kapılarını açan Malazgirt Meydan Muharebesi’dir.
Malazgirt Meydan Muharebesi
Büyük
Selçuklu Devleti’nin kuruluşunu sağlayan Dandanakan Savaşı’ndan (431/1040)
sonra Merv şehrinde toplanan büyük kurultayda, “cihan hâkimiyeti” mefkûresi
doğrultusunda tespit edilen fetih plânları çerçevesinde Selçuklular bilhassa
batı yönünde büyük fetih hareketlerine başladılar.
Anadolu’nun
bir Türk yurdu hâline getirilmesi uğruna yapılan bu mücadeleler sırasında
Selçuklu kuvvetleri Sivas’a kadar ileri hareketlerine devam etmişler ve buradaki
Bizans kaleleri ve müstahkem mevkilerini geniş çapta tahrip etmişlerdir.
Anadolu’daki
Selçuklu fetih hareketlerinin hızla devam ettiği sıralarda Bizans’ta imparator
olan IV. Romanos Diogenes, gittikçe artan Türk fetihlerini durdurmak amacıyla
çeşitli milletlerden meydana getirdiği bir orduyla Mart 1068’de Anadolu’da
Selçuklu kuvvetlerine karşı harekâta başladı ve Maraş’a kadar gitti. Ancak
kesin bir başarı kazanamadan geri döndü.
Yeniden
başlayan Selçuklu akınlarına karşı sevk ettiği kuvvetlerin yenilmesi üzerine İmparator,
Sivas ve Malatya’ya iki ordu gönderdiği gibi kendisi de üçüncü bir orduyla
bizzat harekete geçerek Harput yörelerine kadar ilerledi. Fakat Selçuklu
kuvvetlerinin Orta Anadolu’nun merkezi durumundaki Konya başta olmak üzere
birçok şehir ve kasabayı fethetmeleri karşısında hiçbir başarı elde edemeden
İstanbul’a dönmek zorunda kaldı (1069).
Öte yandan
Fâtımî Veziri Nâsırüddevle el-Hamdânî’nin davetiyle, fakat aslında önceden beri
tasarladığı fetih amacıyla Horasan’dan Mısır’a doğru hareket eden Selçuklu
Sultanı Alparslan da Halep önlerine gelmiş bulunuyordu. Halep’i bir süre kuşattıktan
(Şâban 463/Mayıs 1071) sonra şehri elinde tutan Mirdâsî Emîri Mahmûd’un huzura
çıkıp itaat arz etmesi üzerine Alparslan, Mısır’a gitmek üzere Halep’ten
ayrıldı. Yolda Romanos Diogenes’in elçisi kendisine yetişip İmparator’un
Menbic, Ahlat ve Malazgirt’in iadesini istediğini, aksi takdirde bir orduyla
harekâta başlayacağını bildirdi.
Silvan’da
iken İmparator’un Malazgirt Kalesi’ni zapt edip halkını kılıçtan geçirdiğini
öğrenince, Erzen-Bitlis boğazı yoluyla Ahlat’a doğru yola çıktı. Aynı günlerde
İmparator da Gürcistan’ı yeniden ele geçirmek ve özellikle ordusuna yiyecek
sağlamak için 20 bin kişilik bir kuvveti kuzeydoğuya gönderirken, arkasını güven
altına almak amacıyla 30 bin kişilik bir kuvveti de Ahlat üzerine sevk etmişti.
Alparslan
Ahlat’a yaklaşırken, bu ikinci kuvvet Selçuklu atlıları tarafından durduruldu
ve geri çekilmek zorunda bırakıldı. Sultan’ın Ahlat’a geldiği haberi duyulunca
İmparator bunun doğruluğunu tespit için Nikephoros Bryennios kumandasında yeni
bir birlik gönderdi.
Bizans
ordusuna oranla kendi ordusunun küçüklüğü sebebiyle bir meydan muharebesine
girişmeye henüz karar vermediğinden, görünüşte barış teklifinde bulunmak, gerçekte
ise düşmanın durumunu tespit etmek maksadıyla İmparator’a bir elçilik heyeti
gönderdi. Öncü savaşlarını kaybetmesine rağmen askerlerinin çokluğuna ve iyi
donatılmış olmasına güvenen İmparator, Alparslan’ın bu elçilik heyetini köşeye
sıkıştığı için gönderdiğini zannederek teklifini sert bir şekilde reddetti.
Bunun üzerine savaşın kaçınılmaz olduğunu gören Sultan, ordusunu savaş düzenine
soktu ve bir kısım atlı kuvvetlerini küçük bir yarma vadi boyunca pusuya yatırırken
bizzat kumanda edeceği 4 bin kişilik hassa askerini merkez hattına yerleştirdi.
Bir
süre sonra merkez hattında Romanos Diogenes olmak üzere Nikephoros Bryennios,
Aliattes ve Andronikos Dukas gibi kumandanların yer aldığı Bizans ordusunun da
savaş düzenine girmesiyle iki ordu karşı karşıya geldi ve 26 Zilkade (25
Ağustos) son hazırlıklarla geçirildi. Bu arada Abbâsî Halifesi Kâim-Biemrillâh
da o sıralarda bütün İslâm dünyasının yakından ilgilendiği Malazgirt
Muharebesi’nin Alparslan tarafından kazanılması hususunda bir dua metni
hazırlatarak Cuma namazında bütün İslâm ülkelerindeki minberlerden okutulmasını
emretti.
27
Zilkade 463 (26 Ağustos 1071) Cuma günü öğleye kadar orduyu denetleyen ve
kumandanlarına son direktiflerini veren Alparslan, imamı ve fakihi Buharalı Ebû
Nasr Muhammed’in, bütün Müslümanların İslâm’ın zaferi için dua ettikleri Cuma
günü öğle vaktinde düşmana saldırması tavsiyesine uyarak ordusuyla birlikte Cuma
namazını kıldıktan sonra “Ölürsem kefenim olsun!” dediği beyaz bir elbiseyle
askerin karşısına çıktı ve şöyle dedi:
“Ben,
Müslümanların camilerde bizim için dua etmekte oldukları bu saatlerde düşmanın
üzerine atılmak istiyorum. Galip gelirsek arzu ettiğimiz sonuç gerçekleşmiş
olur, yenilirsek şehit olarak cennete gideriz. Bugün burada ne emreden bir
sultan, ne de emir alan bir asker var; ben de içinizden biri olarak sizinle
birlikte savaşacağım. Benimle gelmek isteyenler peşime düşsünler, istemeyenler
serbestçe geri dönebilirler!”
Alparslan
bu ünlü konuşmasının ardından ilk hücumu başlattı. Şiddetle saldırıya geçen
hassa askerleri birkaç saat içerisinde Alparslan’ın bizzat yönettiği sahte ric’at
harekâtı ile başlarında Romanos Diogenes’in bulunduğu Bizans merkez
kuvvetlerini peşlerine düşürerek pusudaki birliklerin önüne çekmeyi başardılar.
Pusudaki Selçuklu atlıları taarruza geçtikleri sırada Alparslan da çekilmekte
olan kendi kuvvetlerini geri çevirerek hücuma kaldırdı. İmparator hatasını
anladığında artık çok geç kalmıştı.
Romanos
Diogenes sol kanattan yardım istediyse de pusudan çıkmış bulunan Selçuklu
atlıları buna engel oldular. Öte yandan sağ kanat kuvvetlerinin çoğunluğunu
teşkil eden Türk kökenli askerler başlarında “Tamış” adlı beyleri olduğu hâlde
Selçuklu tarafına geçtiler ve bu olay ordunun dağılmasına sebep oldu. Bu durum
karşısında İmparator askerlerini geriye çekip karargâhın arkasında toparlanmak
istediyse de geri çekilişi kaçış şeklinde değerlendirildi ve önce ihtiyat
kuvvetleri, arkasından Ermeni kıtaları savaş alanını terk etti.
Sonuçta,
öğle vaktinden geceye kadar devam eden bu meydan muharebesinde Bizanslılar ağır
bir yenilgiye uğradılar. Ordunun büyük bir kısmı kılıçtan geçirilmiş, İmparator
ve çok sayıda general esir alınmış, askerlerin ancak bir bölümü kaçarak
canlarını kurtarabilmişti.
İslâm,
Bizans, Ermeni ve Süryânî kaynaklarının belirttiğine göre Alparslan, İmparator’a
bir savaş esiri değil, bir konuk hükümdar muamelesi yapmış, hatta onu yanına
oturtmuştur. İki hükümdar arasında geçen müzakereler sonunda aşağıdaki
maddeleri ihtiva eden bir barış antlaşması imzalanmıştır.
1.
İmparator, kurtuluş akçesi olarak 1 buçuk milyon altın verecek. 2. Bizans
Devleti her yıl Selçuklulara 360 bin altın vergi ödeyecek. 3. Bizans’ın elinde
bulunan bütün İslâm esirleri serbest bırakılacak. 4. Bizanslılar gerektiğinde
Selçuklulara askerî yardımda bulunacak. 5. İmparator, kızlarından birini Sultan’ın
oğluna nikâhlayacak. 6. Antakya, Urfa, Menbic ve Malazgirt Selçuklulara
bırakılacak.
Barış
antlaşmasının imzalanmasından bir gün sonra Alparslan, maiyetine iki hâcib ve
100 hassa askeri verdiği Romanos Diogenes’i İstanbul’a doğru uğurladı. Ancak
Bizans Senatosu, mağlûbiyet haberini alınca Romanos Diogenes’i tahttan indirip
yerine VII. Mikhail Dukas’ı imparator ilân etmişti. Bizans kuvvetleri
tarafından teslim alınan Romanos Diogenes, getirildiği Kütahya’da gözlerine mil
çekilerek hapse atıldı; ertesi yıl da Kınalıada zindanında öldü.
Malazgirt Muharebesi, Türk ve dünya tarihinin dönüm noktalarından birini oluşturur. Bu zafer sonunda Bizanslıların bütün maddî imkânlarını kullanarak hazırladıkları büyük ordu dağıldığından, daha sonraki yıllarda Türkler önemli bir direnişle karşılaşmadan Anadolu içlerine akarak kısa zamanda Ege ve Marmara kıyılarına kadar ilerlemişler ve bu defa istilâ ve yağma amacı taşımadan fethettikleri toprakları vatan edinip Saltuklu, Mengücüklü, Dânişmendli, Dilmaçoğulları, Ahlatşahlar, Yinaloğulları, Çubukoğulları ve Artuklu devletlerini kurmuşlardır.
Otlukbeli
Muharebesi (11 Ağustos 1473)
Otlukbeli
Muharebesi, Osmanlılarla Akkoyunlular arasında 1473’te yapılan meydan savaşıdır.
16 Rebîülevvel 878’de (11 Ağustos 1473), Tercan yakınlarındaki Otlukbeli
(Başkent) mevkiinde meydana gelen bu savaş, Osmanlıların Anadolu’daki birliği
sağlama mücadelesi içerisinde önemli bir yere sahiptir.
Fâtih
Sultan Mehmed’in Trabzon Rum Devleti’ni ortadan kaldırmasından ve Orta
Anadolu’da Karamanoğulları üzerinde hâkimiyet tesis etmesinden sonra doğuda en
güçlü rakibi, o sıralarda İran ve Doğu Anadolu’nun önemli bir kısmına sahip
olan Diyarbekir-Tebriz merkezli Akkoyunlu Devleti olmuştu.
Akkoyunluların
başında bulunan Uzun Hasan, Anadolu’da Timur’un siyasetine benzer faaliyetlerde
bulunuyordu. Osmanlılarla savaş hâlindeki Venediklilerle de diplomatik ilişki
kurmuştu. Venedik, 1463’te Osmanlı Devleti ile savaşa girince Uzun Hasan’a arka
arkaya elçiler gönderdi. Akkoyunlu elçileri de Venedik’e giderek görüşmeler
yaptılar. Ayrıca Macaristan, Rodos Şövalyeleri ve Kıbrıs Krallığı ile de
Osmanlı aleyhine ittifak çalışmalarında bulundular. Uzun Hasan, ordusunun
eksikliklerinin farkında olduğu için Venedik’ten ısrarla top ve tüfek
istiyordu.
Uzun
Hasan, Fâtih Sultan Mehmed’e yazdığı bir mektupta Kapadokya ve Trabzon’un
kendisine verilmesi şartıyla barış yapabileceğini bildirdi. Fâtih Sultan Mehmed,
cevabî mektubunda ağır sözlerle Uzun Hasan’ı baharda savaşa davet etti. Fâtih,
önce batı sınırlarından emin olabilmek için Venedik’le dokuz yıldır süregelen
savaşı sona erdirmeye çalıştı. Osmanlıların Akkoyunlularla savaşa girmesi
üzerine rahat bir nefes alan Venedikliler, Uzun Hasan’dan çok şeyler
bekledikleri için Eğriboz adasının kendisine teslim edilmesinde ısrar ederek
barış teklifini geri çevirdiler.
Fâtih
Sultan Mehmed ayrıca arkadan vurulmamak için Macaristan’a bir elçi göndererek
barış teklif etmişti. Macar elçilik heyeti İstanbul’a geldiğinde, onun
Anadolu’da seferde olduğunu öğrenip arkasından gitmişti. Padişah ayrıca Memlüklerle
de bir ittifak yapmıştı.
Bütün
hazırlıklarını tamamlayan Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’un muhafazasına küçük
oğlu Şehzade Cem’i tayin ettikten sonra Şevval 877’de (Mart 1473) Üsküdar’dan
hareket etti. Padişah Yenişehir’e ulaştığında Rumeli Beylerbeyi Has Murad Paşa,
Gelibolu üzerinden geçirdiği Rumeli kuvvetleriyle orduya iltihak etti. Şehzade
Mustafa Beypazarı’nda, Şehzade Bayezid Kazova’da kendi birlikleri ile orduya
katıldılar. Osmanlı ordusunun mevcudu 70 ilâ 100 bin arasındaydı.
Osmanlıların
hazırlıkları devam ederken, Uzun Hasan da ordusunu toplamıştı. Akkoyunlu
ordusunun ana gücünü 40 bini mızraklı ve zırhlı, 30 bini diğer silâhlarla
donanmış 70 bin kişilik süvari birlikleri oluşturuyordu.
Vezîr-i
Âzam Mahmud Paşa bu muharebeye müdahale etmeyerek geri çekildi. Bu ilk
savaştaki başarısızlık Osmanlı tarafında büyük moral bozukluğuna yol açtı. Uzun
Hasan ise Osmanlılara ilk darbeyi indirdikten sonra yine geri çekilerek ortadan
kayboldu. Bunun üzerine Osmanlı ordusu Bayburt tarafına yönelerek altı gün
boyunca bu yönde ilerledi. Bölgeyi iyi bilen Akkoyunlu birlikleri, Osmanlı
ordusunu takip ederek onları iyice yormak istiyorlardı. Osmanlı ordusu, 16
Rebîülevvel 878 (11 Ağustos 1473) Çarşamba günü, Tercan civarında sarp bir yer
olan “Üçağızlı” adlı mevkide ordugâh kurdu. Öğle vakti, Fırat havzasını
Çoruh’tan ayıran ve “Otlukbeli” ismiyle anılan tepelerde Uzun Hasan’ın Gâvur
İshak kumandasındaki birlikleri göründü. Dâvud Paşa ile Mahmud Paşa, Gâvur İshak’ın
üzerine gönderildi. Otlukbeli tepelerini tutmuş olan Uzun Hasan böylece
Osmanlıları zor bir alanda savaşa mecbur tutmuştu.
Dâvud Paşa şiddetli bir hücumla Gâvur İshak’ın tepeden
aşağı inip yolları kontrol altına almasını engelledi ve tepeye çıkıp savaş
nizamı almayı başardı. Gâvur İshak geri çekilerek diğer Akkoyunlu birliklerine
katıldı. Akkoyunlu ordusunun sağ kolunu kumanda eden Uzun Hasan’ın oğlu Kör
Zeynel Mirza, Dâvud Paşa’nın üzerine saldırdı. Bu esnada Fâtih Sultan Mehmed’in
kumandasındaki asıl ordu tepeye tırmanmaya başlamıştı. Dâvud Paşa’nın Anadolu askeriyle
birlikte Akkoyunluları oyalaması sayesinde ilk olarak Şehzade Mustafa düzlüğe
çıkıp Zeynel Mirza’ya saldırdı. İki ordu arasında şiddetli bir savaş başladı.
Uzun Hasan, artık mukavemetin mümkün olmadığını anlayarak
kendisine çok benzeyen Alpagot Pîr Mehmed Bey’i yerine bırakıp hızla kaçtı.
Osmanlılar, Uzun Hasan zannıyla Alpagot’u esir ettilerse de kısa bir süre sonra
Uzun Hasan olmadığını ve onun kaçtığını anladılar. Akkoyunlu hükümdarının savaş
meydanında kalan sancağı, davulu, mehterleri, cephanesi ve hazinesi Fâtih Sultan
Mehmed’in huzuruna getirildi. Babasının kaçtığını ve kardeşinin maktul
düştüğünü duyan Uğurlu Mehmed de savaş meydanından çekildi.
Angiolello, sekiz saat süren bu muharebede Akkoyunluların
10 bin, Osmanlıların yalnızca bin kişi kaybettiğini belirtir. Osmanlıların
galibiyetinde top ve tüfek üstünlüğünün büyük rolü olmuştur. Osmanlılar bu
savaşta çok sayıda esir almışlardı. Bunların arasında Timur soyundan Mirza Mehmed
Bakır, Mirza Zeynel, Mirza Muzaffer ile âlimlerden Kadı Mahmud Süreyhî, Uzun
Hasan’ın nişancısı Hoca Seyyid Mehmed Münşî, imamı Hasankeyfli Kadı Ali de
vardı. Esir alınan Türkmen askerlerinin çoğu öldürüldü. Ancak kaçan Akkoyunlu
ordusu takip edilmedi. Savaş alanında iki veya üç gün daha kalan Fâtih Sultan
Mehmed, 28 Rebîülevvel’de (23 Ağustos) Bayburt’u alıp geriye döndü. Yolda Uzun
Hasan’a ait olup Darap Bey tarafında müdafaa edilen Şarkîkarahisar Kalesi de
ele geçirildi.
Otlukbeli Savaşı’nda elde edilen zafer, Timur
mağlûbiyetinden sonra doğudan gelecek tehlike korkusu taşıyan Osmanlılara büyük
bir moral kazandırdı. Bu muharebe, klasik Türkmen ordularının, Osmanlıların
ateşli silâhlarla mücehhez düzenli birlikleriyle artık baş edemeyeceğini ortaya
koydu. Böylece Osmanlıların Doğu Anadolu’ya ve ticaret güzergâhına hâkim
olmalarının yolu açılırken, Akkoyunlular bu yenilginin ardından kendilerini bir
daha toparlayamadılar ve kısa bir süre sonra tarih sahnesinden çekildiler.
Onların boşluğunu ise yeni bir dinî-siyasî oluşum hâline gelen, Osmanlılar için
daha önemli ve ciddî bir rakip olan Safevîler doldurmuştur.
Çaldıran
Meydan Muharebesi (23 Ağustos 1514)
Yavuz Sultan
Selim ile Safevî Hükümdarı Şah İsmâil arasında, Çaldıran ovasında, 23
Ağustos 1514’te yapılan meydan savaşıdır Çaldıran Meydan Muharebesi.
16. yüzyıl başlarında İran’da Şia’ya dayalı bir devlet kuran Şah İsmâil,
gönderdiği dâîler vasıtasıyla Anadolu’nun birliğini bozacak büyük bir Şiî
propagandasına başladı. Bunlardan Şahkulu Baba Tekeli, pek çok kimseyi şah
tarafına çekmeyi başardı ve Kütahya’ya kadar ilerledi. 1512’de Nur-Ali Halife,
Tokat’ı zapt ederek Şah İsmâil adına hutbe okuttu. Şah İsmâil’in sebep olduğu
son karışıklıklar sırasında Anadolu’da 50 bin kadar insan öldü ve pek çok ev
yağmalandı.
24 Nisan
1512’de Osmanlı tahtına Yavuz Sultan Selim geçti. Bu arada Şiî propagandası
saraya kadar girdi ve Şehzade Ahmed’in oğlu Murad, İran’a iltica etti. Sultan
Selim bu şehzadeyi şahtan geri istediyse de şehzade geri gönderilmediği gibi
giden elçi de öldürüldü. Anadolu’daki bu Şiî faaliyetleri devlet ve millet
bünyesinde derin yaralar açtı ve Anadolu bir savaş sırasında içten çökecek hâle
geldi.
Böyle bir
durumda tahta geçen I. Selim, her şeyden önce Safevî meselesini kesin olarak
çözmeye karar verdi. Şiî İranlılarla savaşmak için İstanbul Müftüsü Sarıgürz
Nûreddin Efendi ve Kemalpaşazâde’den fetvalar aldı ve hazırlıklara başladı. Bu
arada sefere çıkmadan önce Anadolu’da Şah İsmâil’e taraftar 40 bin kadar
Kızılbaş’ı tespit ettirerek ortadan kaldırdı; böylece hem Anadolu’yu, hem de
ordusunun gerisini emniyet altına aldı.
Şah İsmâil
de yanındaki Şehzade Murad’ı Osmanlı tahtının vârisi ilân etti. Bu arada
Osmanlılara karşı girişeceği savaşta yardım etmesi için Memlük Sultanı’na
hediyelerle bir elçilik heyeti gönderdi. Diyarbekir ve dolaylarını Şah adına
zapt eden Ustaçlu oğlu Mehmed, Osmanlı Padişahı’na meydan okumaya başladı. Şah’ın
halifeleri de Anadolu’da Şiî halkı isyana teşvike devam ediyorlardı.
Osmanlı
ordusunun merkezinde yeniçeri, topçu, cebeci ve kapıkulu süvarileriyle Yavuz
Sultan Selim vardı. Vezîr-i Âzam Hersekzâde Ahmed Paşa, ikinci vezir
Dukakinzâde Ahmed Paşa, Mustafa Paşa, Ferhad Paşa ve Karaca Paşa gibi devlet
büyükleri ve din adamları da Padişah’ın yanındaydı. Ordunun sağ kanadını
Anadolu Beylerbeyi Hadım Sinan Paşa ile Zeynel Paşa emrindeki Anadolu ve
Karaman askerleri, sol kanadını ise Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa kumandasındaki
Rumeli askerleri oluşturuyordu. Ön kısma yerleşen Ayas Paşa kumandasındaki
tüfekli yeniçeriler, araba ve develerden meydana gelen siper gerisinde
bulunuyorlardı. İki kanadın sonunda biri 10, diğeri 8 bin kişilik Anadolu ve
Rumeli azebleri vardı. Zincirlerle birbirlerine bağlanmış topların önemli kısmı
azeblerin arkasına yerleştirilmişti. Şehsuvaroğlu Ali Bey Dulkadırlı
Türkmenleriyle öncü, Şâdî Paşa da artçı kuvvetlere kumanda ediyordu.
Çaldıran Savaşı,
23 Ağustos Çarşamba günü Şah’ın emrindeki 40 bin seçkin süvarinin saldırısıyla
başladı. Aynı anda Ustaçlu Mehmed de Anadolu ve Karaman kuvvetlerine saldırdı.
Fakat Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşa’nın yapılan plân gereğince askerleri hızla
geri çekerek Safevî askerlerini Türk topçularıyla karşı karşıya getirmesi ve
topçuların hep birden ateş açmaları üzerine Şiî ordusunun bu kanadı perişan
oldu. Başta Ustaçluoğlu olmak üzere pek çok Safevî kumandanı öldü. Sinan
Paşa’nın kuvvetleri ayrıca Abdülbâki Han kumandasındaki İran piyadelerini
dağıttı ve bu hanı da ortadan kaldırdı, kaçanlar ise Şah’ın yanına gittiler.
Osmanlı
merkez kuvvetlerine saldıran Şah İsmâil, top ve tüfeklerin etkili ateşi
karşısında çekilmek zorunda kaldı. Ardından Osmanlı ordusunun sol kanadına
hücuma karar verdi ve Malkoçoğlu Ali Bey ile kardeşi Tur Ali Bey’in zayıf kuvvetlerine
saldırdı. Büyük kahramanlık göstermelerine rağmen hemen yardımcı kuvvet yetişemediğinden
bu iki kardeş şehit oldular. Daha sonra asıl kuvvetler üzerine yönelen Safevî
Şahı, kısa sürede azebleri de dağıtarak Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa’nın
kumandasındaki sol kol kuvvetlerinin üzerine yürüdü. Bu koldaki Osmanlı kuvvetleri
önceden hazırlanmış plânı uygulayamamış, topların önündeki azebler zamanında
geri çekilemediği için toplardan gereği gibi faydalanılamamıştı. Hasan Paşa’nın
da ölümü bu kanadın çözülmesine ve askerlerin padişaha doğru kaçmasına sebep
olmuştu.
Sultan Selim,
Rumeli askerlerinin oluşturduğu sol kanada yardım için hemen yeni kuvvetler
sevk etti. Tüfekli yeniçerilerin müdahaleleri savaşın seyrini değiştirdi. Şah
İsmâil hemen hücum yönünü değiştirerek Osmanlı artçı kuvvetlerine saldırdıysa
da başarılı olamadı. Osmanlı merkezî kuvvetlerinin topluca savaşa girmesi, Şah
İsmâil’in bir tüfek kurşunu ile yaralanması ve atının yere yuvarlanması, Safevî
hükümdarına çok tehlikeli anlar yaşattı. Bir Osmanlı süvarisinin üzerine
yürüdüğü sırada kendisine çok benzeyen yakın adamı Mirza Ali’nin “Şah benim!”
diyerek teslim olması İran şahını kurtardı.
Ümit kalmadığını anlayan Şah önce Tebriz’e, buradan da Dergüzîn’e kaçtı. Onun yaralanıp kaçmasından sonra İran ordusu daha fazla direnemedi ve dağıldı, savaş da Osmanlıların kesin galibiyetiyle sonuçlandı. Bu meydan muharebesinin kazanılmasında Yavuz’un savaşı olağanüstü başarıyla yönetmesinin yanında, istenildiği yere çevrilebilen seyyar topların çok büyük rolü de olmuştur.
Mercidâbık Muharebesi Osmanlılara Suriye, Lübnan ve Filistin’in hâkimiyetini sağlayarak Mısır yolunu açmış, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki şehirlerde Osmanlı hâkimiyetini sağlamlaştırmış, dolaylı olarak Safevîlerin beklentilerini boşa çıkarmış, Memlük Sultanlığı’nın tarih sahnesinden silinişinin ilk önemli adımını oluşturmuştur.
Mercidabık Zaferi (24 Ağustos 1516)
Mercidabık
Savaşı, Osmanlılar ile Memlükler arasında 922 (1516) yılında yapılan savaştır. Suriye
ve Mısır’ın Osmanlıların eline geçmesiyle sonuçlanacak bir dizi savaşın
ilki ve en önemlisi olan bu meydan muharebesi, Hz. Dâvûd’un makamının
bulunduğuna inanılan Dâbık sahrasında cereyan etmiştir. Burası Halep’in
yaklaşık 38 kilometre kuzeyindeki Antakya’dan Menbic’e giden yol üzerinde,
Kuveyk ırmağı kenarındaki “Dâbık” adlı yerleşme biriminin yakınında yer alır.
“Merc”,
Arapçada “otlak, çayırlık, düz yer” anlamına gelmektedir. “Dâbık sahrası, Dâbık
çayırlığı” karşılığında buraya “Merc-i Dâbık” denilmiştir. Bazı hadislerde
Rumların buraya kadar gelmesiyle kıyamet alâmetlerinin belireceği şeklinde atıf
yapılan Dâbık’ın tarihi oldukça eskiye gider. Bölgenin Asurîler tarafından “Dabigu”
diye adlandırıldığı belirtilir. Emevîler (Mervânîler) ve Abbâsîler döneminde
Bizans’a karşı yapılan akınlarda askerî bir üs hâline gelen Dâbık, Arap
kaynaklarına göre Halife Süleyman b. Abdülmelik’in Bizans’a yönelik seferi
sırasında Suriye ordularının ana karargâhı olmuştur. Halife de bir süre
Dâbık’ta bulunmuş ve 99’da (717) yine burada vefat etmiştir.
Hârûnü’r-Reşîd’in
aynı sahrada karargâh kurduğu, Mirdâsîlerden Mahmud’un 457 Receb’inde (Haziran
1065) amcası Atıyye’yi burada mağlûp edip Halep’e girdiği, 491’de (1098)
Franklar Antakya’yı ele geçirdiklerinde Musul
hâkimi olan Kürboğa’nın onlara karşı yine bu mevkide ordu topladığı
bilinmektedir. Memlükler devrinde Anadolu’ya yapılan askerî harekâtlarda ana üs
olma özelliğini koruyan Mercidâbık, asıl şöhretini Osmanlılar ile
Memlükler arasında meydana gelen savaşla kazanmıştır.
Osmanlı hâkimiyeti sırasında Dâbık’ın küçük bir yerleşim
yeri olduğu, 926’da (1520) Azâz nahiyesine bağlı olup on dokuz hâne nüfusu
bulunduğu, bu nüfusun 932’de (1526) otuz iki hâneye çıktığı anlaşılmaktadır.
Çaldıran Savaşı ile doğudaki en önemli rakibini
sindiren Yavuz Sultan Selim’in Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya hâkim olmak için
giriştiği faaliyetler, aynı bölgede önemli bazı şehirleri elinde bulunduran
Memlük Sultanı Kansu Gavri’yi endişelendirmeye başlamıştı. İki devlet arasında
II. Bayezid döneminde (1481-1512) Çukurova bölgesinde baş gösteren çatışmaların
yol açtığı gerginliğin Dulkadıroğulları meselesinin ve Hicaz bölgesine yönelik
Osmanlı siyasetinin er geç yeni bir çekişmenin kaynağı olacağı her iki tarafça
da bekleniyordu.
Osmanlılar, görünüşte Safevî etkisini yok etmek için Doğu
Anadolu’da hızlı bir harekât sürdürürken, bir yandan da gelişmeleri yakından
izleyen Memlüklerin tepkisini anlamaya çalışıyorlardı. Memlükler ise Şah
İsmâil’e karşı Osmanlıların kazandığı başarının ardından bölgede oluşan boşluğu
doldurmaya ve yeni duruma uyum sağlamaya çabalıyor, sınır boylarındaki askerî
harekâtı dikkatle takip ediyorlardı.
Yavuz Sultan Selim, Anadolu’ya tam hâkim olmanın yolunu
Memlük etkisini ortadan kaldırmakta görüyordu. Memlük Sultanı Kansu Gavri ise onun
siyasî teşebbüslerinin farkına varmış, sınırlarında cereyan eden mücadeleye
sessiz kalmayarak bir taraftan Şah İsmâil ile irtibat kurduğu gibi, bir
taraftan da bizzat kendi kuvvetleriyle Şam bölgesine hareket etme
hazırlıklarına başlamıştı. Şah İsmâil’in elçisini kabul etmesi ve onlarla
irtibat kurması, Yavuz Sultan Selim’e öteden beri plânladığı sefer için önemli
bir fırsat ve bahane sağladı. Dönemin Osmanlı kaynakları, Osmanlı Padişahı’nın
başlangıçta doğrudan Memlükler üzerine yürüme niyetini açığa vurmadığını, o
sırada Safevîlerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki faaliyetleri ve bu arada Şah
İsmâil’in bölgeye yolladığı kuvvetlerin başında bulunan Karahan’ın Diyarbekir’i
geri alma teşebbüsleri karşısında buraya yönelik bir sefer açma kararı
verdiğini belirtirler.
Sünnî bir devlete karşı gerekçesiz olarak savaş açmanın
getireceği tepkileri hesap eden Yavuz Sultan Selim, muhtemelen bu niyetini
giriştiği diplomatik faaliyetler sonrasında sınır boylarında Memlük ordusuyla
karşılaştığı ve savaşın kaçınılmaz bir hâle geldiği bir sırada açık olarak
ilân etmiştir.
Kansu Gavri’nin sınır boylarına hareketiyle önemli bir
taktik hatası yaptığı üzerinde durulursa da, aslında mukadder olan Osmanlı
tehdidini önden karşılamak ve arkadaki güçlere zaman kazandırmak amacıyla acele
olarak Halep’e gitmeyi gerekli gördüğü, Şah İsmâil ile irtibat kurup Osmanlılar
için caydırıcı bir güç gösterisinde bulunmak istediği söylenebilir. Safevîler
ile müşterek bir harekât plânladığına dair herhangi bir ipucu olmamakla
birlikte, Venedik kaynaklarına göre Şah İsmâil 60 bin askeriyle Memlüklere
katılmak için hareket etmiş, ancak Diyarbekir ile Suriye arasındaki el-Bîre
geçidine Yavuz Sultan Selim’in asker yerleştirmesi sebebiyle ilerleyememişti.
Şah İsmâil’in mücadeleyi uzaktan izlemesi, Mısır seferi
boyunca da herhangi bir harekete teşebbüs etmemesi, Osmanlılar tarafından
oldukça abartılan Memlük-Safevî ittifakının aslında hiç de sağlam temellere
oturmadığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Yavuz Sultan Selim’in Sünnî
bir devlet olarak Memlükleri Safevîler ile işbirliği yapmak suretiyle dinden
çıkmış Râfizî bir konuma düştükleri iddiası ile suçlaması, hatta bu
yolda savaşın meşrû görüldüğüne dair fetva alması psikolojik bakımdan
etkili olmuş görünmektedir. Belki de bu töhmet, Kansu Gavri’yi ciddî bir
şekilde Safevîlerle birlikte hareket etme konusunda tereddüde düşürmüştür.
Yavuz Sultan Selim, İstanbul’dan çıkmadan önce hareket plânının
Safevîlere karşı olduğunu bildirmek için Rumeli Kazaskeri Molla Zeyrekzâde
Rükneddin ile Karaca Paşa’yı Memlük Sultanı’na gönderdi. Kendisi Kayseri
üzerinden Elbistan’a gitti ve burada Sinan Paşa ile buluştu. Bundan önce
Akşehir’de iken 25 Cemâziyelevvel’de (26 Haziran) Safevîlerin Koçhisar’da
yenilgiye uğratıldıkları haberi Karahan’ın kesik başı ile kendisine ulaşmış, o
da bunu bir mektupla birlikte Kansu Gavri’ye göndermişti.
Ayrıca bu sırada Kansu Gavri’nin Halep’e vardığı haberi de
geldi (25 Temmuz). Gerçekten de Kansu Gavri 10 Cemâziyelâhir’de (11 Temmuz)
Halep’e girmiş ve Yavuz Sultan Selim’in hareketlerini izlemeye çalışmış, bu
arada Osmanlı elçileriyle görüşmüş ve Moğolbay’ı Osmanlı Padişahı’na yollayarak
karşılık vermişti. Osmanlı elçileri 10 Receb’de (9 Ağustos) Tûcan dere
konağında Osmanlı ordugâhına ulaştıklarında beş gün önce alınan Mısır seferi
kararını öğrendiler. Kansu Gavri’nin durumu hakkında Padişah’a bilgi verdiler.
25 Receb 922 (24 Ağustos 1516) Pazar sabahı iki ordu karşı
karşıya geldi. Osmanlı ordusu ile Memlük ordusu asker sayısı bakımından hemen
hemen birbirine eşitti. Bazı kaynaklarda ordu mevcudunun 120 bin dolayında olduğu
belirtilirse de bunun 80 bine (12 bin tüfekli yeniçeri, 30 bin kapıkulu
merkezde, 20 bini Anadolu, 20 bin Rumeli kuvveti sağ ve sol kanatta olmak
üzere: bk. Hadîdî, s. 398-408) ancak ulaştığı tahmin edilmektedir. Memlük
ordusu da 70-80 bin dolayında idi. Osmanlı ordusunun merkezinde Padişah ile
Vezîr-i Âzam Sinan Paşa ve kapıkulu askerleri yer almıştı.
Tüfekle donatılmış olan yeniçerilerin önüne 300 kadar top
arabası zincirlerle birbirine bağlanarak hat oluşturulmuş ve toplar dizilmişti.
Sağ kolda Anadolu Beylerbeyi Zeynel Paşa, Karaman Beylerbeyi Hüsrev Paşa,
Dulkadırlı Şehsuvaroğlu Ali Bey ve Ramazanoğlu Mahmud Bey; sol kolda Rumeli
Beylerbeyi Yûsuf (Küçük Sinan) Paşa, Rum Beylerbeyi Mehmed Paşa, Diyarbekir
Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa ve Mengli Giray oğlu Saâdet Giray’ın kuvvetleri
bulunuyordu.
Şükrî-i Bitlisî, savaşın hemen başında vezirlerden
Sinan Paşa ile Yûnus Paşa’nın birbiriyle Padişah’ın huzurunda sert bir şekilde
tartıştığını ve sonra sağ kola Sinan Paşa’nın, sol kola Yûnus Paşa’nın
yollandığını belirtir (Selimnâme, s. 253-254). Memlük ordusunda ise sağ tarafta
Şam Nâibi Sıbay, sol kolda Halep Nâibi Hayır Bey’in kuvvetleri yer almıştı.
Nitekim savaş başladığında Halep nâibinin süvarileri Anadolu, Şam nâibinin
kuvvetleri de Rumeli koluna saldırmıştı.
İlk hücum Memlük kuvvetlerince gerçekleştirildi. Bunlar top
ve tüfek atışlarıyla önce biraz kayıp verdilerse de sonra yelpaze gibi açılarak
sağ ve sol kola saldırdılar. Osmanlı kanatları bu seri hücumla sarsıldı ve
geriledi. Bunun üzerine kanatlar merkezden takviye edildi, tüfekçilerin devreye
girişiyle Memlük saldırısı durduruldu. Bazı Osmanlı kaynaklarına göre Rumeli
askerî koluna saldıran Şam Nâibi Sıbay (Keşfî Mehmed Çelebi’ye göre Pîr
Budakoğlu Arslan) çarpışırken atından düşürülüp öldürülmüş, bu kolda bozgunluk
emâreleri görülünce Halep nâibi savaşın kötüye gittiğini anlayıp hemen
geri çekilmiş ve Osmanlı merkez kuvvetleri Memlük Sultanı üzerine yürüyerek onları
dağıtmıştı. İkindiye kadar süren çarpışmaların ardından Osmanlılar galip
geldiler.
Memlük ordusu geri çekilip dağıldı. Aralarında belli başlı
büyük emîrlerin de bulunduğu birçok Memlük kumandanı esir alındı ya da maktul
düştü. Bazı araştırmalarda Hayır Bey ile Canbirdi Gazâlî’nin hıyanet edip Sultan’ın
öldüğünü orduda ilân etmeleriyle Memlük kuvvetlerinin dağıldığı belirtilirse de
bu doğru değildir. Aslında dönemin kaynaklarına göre Dulkadırlı Abdürrezzak Bey
ile Halep Emîri Hayır Bey kaçarken Yûnus Paşa tarafından yakalanıp Padişah’ın
huzuruna getirilmişti. Bunlar ordugâhta Canbirdi Gazâlî’yi görmüşlerdi. Padişah
daha sonra Canbirdi ile Hayır Bey’i geri göndererek dağılan Memlük
kuvvetlerinin durumunu öğrenmek istemişti. Yani bu gelişmeler savaşın bitiminden
sonra olmuştu.
Öte yandan bazı Memlük kaynaklarında Kansu Gavri’nin
“celban” ve “karânîsa” denilen Memlük askerî gruplarından kendilerine
güvenmediği karânîsayı öne sürdüğü, yanında tuttuğu celbanın ise ilk hücumu
yapma şerefinin kendilerine verilmemesinden dolayı alınarak yeterli ölçüde
savaşmadığı belirtilir.
Savaş sonunda, içlerinde esir düştükten sonra itaat etmeyen
bazı emîrlerin de bulunduğu 2 bin kadar Memlük askeri idam edildi. Bir bölümü
de serbest bırakıldı. Kansu Gavri’nin durumu araştırıldı ki kaçarken âniden
rahatsızlanıp atından düşerek ölmüş olduğu öğrenildi. Ardından Padişah, Halep’e
girdi. Şehirde bulunan Abbâsî Halifesini kabul ederek ona iyi muamelede
bulundu. Burada Padişah adına hutbe okundu. Ardından Hama, Humus ve Şam gibi
şehirler teslim oldu ve buralara hemen birer sancak beyi tayin edildi.
Mercidâbık Muharebesi Osmanlılara Suriye, Lübnan ve
Filistin’in hâkimiyetini sağlayarak Mısır yolunu açmış, Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’daki şehirlerde Osmanlı hâkimiyetini sağlamlaştırmış, dolaylı olarak
Safevîlerin beklentilerini boşa çıkarmış, Memlük Sultanlığı’nın tarih
sahnesinden silinişinin ilk önemli adımını oluşturmuştur.
Büyük Taarruz (26-30 Ağustos 1922)
Kütahya'ya bağlı Dumlupınar yakınında, 30
Ağustos 1922'de Türk ve Yunan orduları arasında meydana
gelen savaşın en önemli adım Büyük Taarruz’dur. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa
tarafından şahsen yönetildiği için “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” olarak
anılır. İstiklâl Savaşı'nın kesin bir Türk zaferiyle sonuçlanmasını sağlayan bu
çarpışmanın yıldönümü, Türkiye'de millî bayram olarak kutlanmaktadır.
Kurtuluş Savaşı'nın son evresi, 26 Ağustos 1922'de Afyonkarahisar Kocatepe'de başlayan Büyük Taarruz ile açılmış ve 9 Eylül 1922'de Türk Ordusu'nun İzmir'e girmesiyle sonuçlanmıştır.