Tarihin Kara Kitabı’nın intikadı

Prof. Ali Birinci, haklı sitemine şu berceste ile son kısımda yer vermiş: “İlm kesbiyle pâye-i ârif/ Arz-ı muhâl imiş ancak/ Nakt imiş her ne var âlemde/ İlm bir kıylu ü kal imiş ancak… Tabiî bu nakit ihtiyacı bir türlü tatmin bulmadığı içindir ki ilme sıra gelmeden ömürler tükenmekte ve birçok ilim adamının umûmî ilim hazînesine şahsî katkısı bahis mevzuu bile olmamaktadır.”

“İNTİHÂL”, en vakây-ı âdiyeden suçtur; zira karşı tarafın fikirlerini, düşüncelerini, hayâllerini, yansıttığı emeğini aşırmak, çalmaktır. Bu bir insanın malını çalmaktan daha büyük suçtur, daha yaralayıcıdır. Üstelik “intihâl” yapan kişi, yazısını/bilgisini çaldığı kişiyi de zan altında bıraktığı için, bu, normal “hırsızlık” suçundan katbekat ağır bir suçtur. Zira yazısı çalınan kişi, yazının kime ait olduğunu bilmeyen okuyucular tarafından aynı yazıyı farklı isimlerden okuyunca asıl yazanı “intihâl” zannı ile suçlayabilir, yazı ya da bilginin asıl sahibi nâhak yere zan altında kalabilir. Yani insan, kendi emeğinin hırsızı konumuna düşebilir.

Hülâsa, “intihâl” konusu hem bilim camiasının, hem entelektüel camianın kanayan yarasıdır. Bu konuda yazılması çok elzem olan bir eseri, Prof. Ali Birinci literatüre kazandırmıştır.

Tarih alanında önemli bilim adamlarımızdan olan Prof. Dr. Ali Birinci’nin “Tarihin Kara Kitabı: Tarihçiliğimizde Usûl ve Ahlâk Meseleleri” kitabını tanımak ve tanıtmak amacıyla kitap üzerine bir intikad çalışması yapmaya karar verdik. Bu intikad, müspet ve menfi menfezleri içinde barındırmakla birlikte, mateessüf ilim camiasında önü alınamayan “ intihâl” konusunda bir ikaz niteliğinde olan bu eserin önemli bir boşluğu doldurduğunu söyleyerek, eseri kazandıran hocamıza teşekkürü borç biliriz.

Evet, Tarihin Kara Kitabı, Nurettin Topçu merhumun ahlâk anlayışı üzerine sarf ettiği bercesteleri ile başlarken, içinde mahfuz bulunan muhtevası itibari ile ilim camiasının üzerine bir projektör tutma çalışması olmuştur. İntihal konusunda bizzat yıllar önce emek verip hazırladığım bir çalışmamın doktora öğrencisi Mükrime D. tarafından değiştirilerek yarışmaya konulduğunu, yarışma sonucunda yapılan kitap çalışmasında kendi yazımın değiştirilerek intihâl yapıldığını okuyunca neler hissettiğimi o yıllarda çeşitli neşriyatta dillendirmiş, intihâlin en büyük hırsızlık olduğunu yazmıştım.

Hülâsa, intihâl konusunda bizzat mağdur biri olarak hem kanunî boşluğun, meri kanunlardaki caydırıcı müeyyidelerin nakıs olmasının mağduresi olarak, intihâl meselesinin üzerinde durulması ve engel olmak için kanunî yaptırımların caydırıcı nitelikte olmasının dillendirilmesi gerektiğini, intihâl yapanlara ağır müeyyideler uygulanması taraftarı olduğumu bildirerek, Prof. Ali Birinci’nin “Tarihin Kara Kitabı”nda bu konuyu ele almasının isabetli olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyorum.

 

“Tarihin Kara Kitabı” isimli eseri 28 Eylül 2013 tarihli takdim yazısı ile sunan Prof. Dr. Ali Birinci, takdimin sonucunu şu şeklide bitirmiştir: “Bu kara, biraz da yüz kızartan bir karalıktır. Kızaran yüzlerden biri de bizim yüzümüzdür ve bu yazıları yazmak bir zevk olmamıştır. Yapılacak ikazlar ve verilecek cevaplar ve karşılıkları da, bu kitabın yeni baskılarına ilâve olunacaktır. Yazıların toplanmasında ve tanziminde dostum Yusuf Turan Günaydın'ın kıymetli yardımlarını gördüm, müteşekkirim. Bazı kitapları ve yazıları temininde yardım eden genç meslektaşım Abdülazim Şimşek'e ve sahaf dostum Nebi Akgüngör'e, dostlarım Dr. Ali Emre Özyıldırım ile bir yazısını iktibasa izin veren Prof. Dr. Adnan Karaismailoğlu'na çok şey borçluyum. Tabiî yanlışların ve eksiklerin mesuliyeti bize aittir. Gayret kuldan, yardım Hakk'tandır.”

Evet, Prof. Ali Birinci’nin kaleme aldığı intihâl ve bilimsel etik kurallarının ihlâli sonucunda yaşanan etik hezeyanlarından dem vuran “Tarihin Kara Kitabı”, “Ahlâksız ilim, hırsızlıktır ve zararlıdır” vurucu cümlesi ilk bölüme başlamaktadır.

Prof. Dr. Ali Birinci, “Servet, şöhret, unvan ve mâkâm, hak edenlerin değil, her ne şekilde olursa olsun, elde edenlerin veya ele geçirenlerin… Artık ‘haram’ diye, cebe girmemiş paraya, mâkâma veya servete denmektedir. Mâkâmlar için ehliyet ve liyakat değil, itaat ve sadâkat ve hattâ zaman zaman da hamâkat aranmaktadır. Diğer taraftan bu meselelerin açıkça tartışılmasının bin vasatı da bulunmamakta ve bu gibi bir niyete sahip olanlara ‘Doğrucu Davut’ denmektedir ki bu, ‘işe yaramaz adam’ın başka türlü ifadesidir. Hak ve hakikatin ifadesi hakkında çok bedbin olan bizce meçhul bir şahsiyetin yazdıkları da çok dikkate değer satırlar ifade ediyor. ‘Bu derecede bedbin olmak gerekir mi??’ diye bir sual hatıra gelebilir” diyerek, haksız unvan ve mâkâm elde edenleri eleştiriyor.

Birinci’nin, nedendir bilinmez, çoğunlukla mütedeyyin kesimin yazarlarını eleştirdiğini karşı kıyının yazarlarına daha az taş attığı gözlemleniyor. Örneğin, “Eski Şark klâsiklerini baskıya hazırlayan kişilerden S. Yalsızuçanlar, yaptığı bu baskıya hazırlama işinden dolayı özür dilemiş ise de aynı yanlış usûldeki mesaisine Timaş'ın yan kuruluşu olduğu ifade edilen ‘Antik Şark Klâsikleri Dizisi’ adı altında devam etmekte ve yayınevi ile beraber başkalarının beyin terlerini ticarî meta hâline getirmektedir. O zaman özür yazısını nasıl yorumlamak gerektiği meselesini hâlletmek mümkün görünmemekte. Gülistan (2011), Kelile ve Dimne (2012) ve Mahzen-i Esrar (2009) kitapları Yalsızuçanlar tarafından bastırılmıştır. Son kitaba yazdığı takdim yazısı ise, ‘Tevfik ve inayet Yüce Rabbimizdendir' temennisiyle hitama ermekte ve böylece bu haksız ve hukuksuz neşriyat icraatı meşruiyete ve ahlâka kavuşmuş olmaktadır. Bu diziden yine S. Yalsızuçanlar tarafından Siyasetnâme de (Nizamülmülk) kültür hayatımıza kazandırılmıştır. Bu defa da Mehmet Altay Köymen'in tercümesi pazarlanmış ve yayınevi ile S. Yalsızuçanlar kazanmışlardır. Ancak okuyucu ve mütercimin ne kazandığı üzerinde pek durulmamıştır” denilmektedir.

Ahlaksızlıklara karşı “küçük bir taş atma” diye nitelendirdiği kitabı küçük taş değil, büyük taşı hak edenlerin kafasını yarmalı. Ancak kendi mahallemizden bir iki isim üzerinden vurarak mı etik kirlilik temizlenecek? Kendi mahallemizin nezih isimlerini yumruklarken karşı taraf (avâmî tâbirle) hamudu ile götürürken sadece nehrin bu yakasındaki kitapların baz alınması, biraz karşı tarafın ekmeğine yağ sürmek, mütedeyyin kesimi topyekûn zan altında bırakmak olacaktır. Birinci, Sadık Yalsızuçanlar’ı, kitap bastırmasını neredeyse intihâlle bir tutarak bizce nâhak yere suçlamıştır.

Buna mukabil kitap, mâkâm ve haksız ün ve nam için seviyesiz iş yapanlara bir teeddüp niteliği de taşımaktadır:

“Merhum Nurettin Topçu Hocam sohbetlerinde, ‘Cemiyette herkes diğer insanların menfaatlerini gözetir. Herkesin sadece kendi menfaati peşinde koştuğu bir topluluğa cemiyet denmez. Müslüman adam, ‘Bırak, biraz da başkaları kazansın’ diyebilen insandır’ der ve Mevlâna’dan (ks) bir fıkra anlatırdı.

Hazret-i Mevlâna bir yaz günü, müritleriyle beraber Konya sokaklarında geziyormuş. Müritlerinden biri alt alta, üst üste oynayan enikleri göstererek, ‘Ne kadar güzel oynuyorlar’ demiş. Hazret de, ‘Önlerine bir kemik at da seyreyle’ cevabını vermiş. Çok düşündürücü bir fıkra, değil mi? Kısaca, tekkelerdeki mürşit-mürit ilişkisi, günümüzde üniversitelerde de aynen devam etmektedir. Yalnız günümüzdeki mürşitlere şeyh değil, profesör ve hoca veya öğretim üyesi denmektedir. Kültürün kisvesi değişse de özünün pek kolay değişmediği görülmektedir.”

 

“Denge, kelâm lehine bozulmuştur”

“Seneler önce bir sohbet meclisinde mebzul neşriyata sahip bir edebiyatçı, ‘İki türlü eser yazıyorum: Birincisi para için, ikincisi ise ilim için’ demişti. Ben de, ‘Çok iyisiniz, ben hiçbirini yapamıyorum’ yollu kötü ama gerekli bir nükte yapınca, ortalıkta soğuk bir hava esmişti.” (Tarihin Kara Kitabı, sayfa 12)

Prof. Birinci bu kitapta, kitap yazarken iktibas yapmanın kuralları üzerinde de durmuştur. Dar veya geniş bir bibliyografya ve dipnotsuz olarak kitap yazanlara da sözü vardır: “Dar veya geniş bir bibliyografya ve dipnotsuz olarak kitap yazanlardan biri, Soner Yalçın, bunların son senelerdeki en dikkate değer temsilcisidir. Bir ara İbrahim Refik imzasının da büyük bir şöhrete kavuştuğunu ve kitaplarının çok satıldığını ifade etmek gerekir. Son senelerde kalemin yerini kelâm almış ve denge, kelâm lehine bozulmuştur. Hâlbuki bu ikisi arasında asıl ve kalıcı olan kalemdir ve kelâm, kalemin yerini almamalıdır. Televizyonlarda bir bakıma ‘ekran mezesi’ yapılan zamanların ilmin hakkı olduğu ve bu bakımdan ilmin hakkının yenildiği hatırlanmamaktadır; ilmin veya daha dar mânâda tarihin sevdirilmesinde kelâmî neşriyatın büyük faydası olduğu açıktır ve inkâr edilemez ama hiçbir ilim adamının da matbuatı mesken tutmaya hakkı olmamak gerekir. Kalıcı olan eserdir ve kütüphane dışındaki her dakika, ilim için bir kayıptır. At ölür, meydan kalır ama âlim ölünce uzun vadede şan bile kalmaz ve bir müddet sonra temelinde eser bulunmayan şan da ölür. Burada, minberdeki geleneğin üniversite kürsülerinde de devam etmesi bahis mevzuudur ve hâlâ kelâm, kalemin yerini alabilmiş değildir. Diğer taraftan tembelliğin başka bir tezahürü de kelâmî neşriyat görülebilir.” (Tarihin Kara Kitabı, sayfa 53)

Saygıdeğer Birinci, “Her paragraf için mehaz gösterilmesi, ilmî usûlün gereğidir” demiş ama Tarihin Kara Kitabı’nda bile uzun iktibaslar yapılırken her paragrafta mehaz gösterilmediği gözlemlenmiştir. Bu küçük eleştirimizi söyledikten sonra, kitabın kısm-ı azâmının çok haklı konularda sitemkâr ve teedipkâr duruşunu haklı ve yerinde bularak, ilim camiasının bu kitabı okumadan kitap yazmamaya başlamalarını tavsiye ederiz.

İlim ve akademi camiasının kulağını çeken Birinci, şöyle diyor:

“Bir gerçeğe işaret etmek gerekirse, ülkemizde üniversite öğretim üyesinin kitap, hattâ bir tek sayfa yazı bile yazma mecburiyetinden bahsetmek mümkün değildir. Herhangi becerikli bir öğretim üyesi, tek bir satır bile yazı neşretmeden yardımcı doçent, doçent ve profesör unvanlarına ulaşabilir; bu unvanlarla çalışıp üniversite öğretim üyeliğinden emekli ve hattâ rahmetli olabilir. Üniversitede bu gibi örnekler hiç de az değildir. Neşredilmemiş doktora ve doçentlik tezleri ve profesörlük unvanını dağıtma yani ihsan etme cömertliğinde bulunabilecek bir rektör, bu acı gerçeğin suçlu ve üçlü temelini teşkil etmektedir.

Bu arada akademik unvanlara ve mâkâmlara ulaşmada dört usûl bulunduğuna işaret olunmalıdır: Ka usulü… Bu usûlde ilim adamı namzedi, ka (kalem) usûlünü kullanmakta ve işin bedelini kalemiyle ödemektedir. Bu da kendi içinde ikiye ayrılabilir. Birincisi te-ka yani temiz kalemdir ve sadece kendi beyin ve alın teri ile eserin ortaya konulması bahis mevzuudur. İkinci usûl, ki-ka yani kirli kalemdir. Burada namzedin kalemi, işine gelen her türlü bilgiyi aparmakta ve çırpıştırmaktadır…

Üniversitelerin rektör namzetleri seçimi ve daha sonra YÖK'ün üç namzedi seçmesi, birinin rektör olarak tayini, üniversitelerde ufak çapta bir siyâsî meydan kavgasına sebebiyet vermektedir. Bu seçim işine son verilmeli veya rektör bir devre için seçilmelidir. Bu arada bilhassa üniversiteler tıpçı rektör hâkimiyetinden kurtarılmalı, tıp fakülteleri ayrı rektörlükler hâlinde toplanmalıdır. Tıp adamlarının idarî ve belediye başkanlığına kadar uzanan siyâsî mâkâm ihtiraslarını ve iştahlarını anlamak mümkün değildir. Bu yoldaki zahmetlerin tıp uğrunda da çekildiği günler çok uzaklarda mıdır?

Bu satırlarımız mübalağa sayılabilir. Üniversitelerimizde bu türden bazıları ilmî araştırmaların ve kurumların başında bulunmaktadır…” (Tarihin Kara Kitabı, 147)

Kitabın sayfaları arasında ilerledikçe kalite ve anlatımda bir düşüş yaşandığı da gözlerden kaçmamıştır. Meselâ bibliyografya konusunda haklı olarak sitemde bulunan Birinci, kitabın ana temasının bu olmamasına rağmen bibliyografya kısmındaki eksiklerden, mehaz gösterme, dipnot ve iktibas konularında birkaç sayfa bahsetmesinin rağmına, biyografi konusunu sayfalarca yazmış. Sayfa 79’dan sayfa 140’a kadar biyografi kritiği yapmış ve kitabın konusunu unutup, “Bir biyografi kitabına mı dönüşüyor?” diye sorgulamamıza sebep olacak kadar gereğinden fazla örnek vermiştir.

Bir eleştirimiz de kitapta kullanılan “köylülük” kelimesi… “İlim Hayatında Köylüler ve Köylülük” başlığına bir eleştiri getirmek durumundayız. Keşke Sayın Birinci, bu kitabında “köylü” tâbirini kabalık mânâsında kullanmasaydı. Zira köy, kabalık değil, has Anadolu insanın mayasını oluşturan samîmi insanların yaşadığı yerleşim yerleridir. “Köylü” kelimesine burada verilen sıfat, nâhak bir ithamdır.

“Köylünün tabiatı istismarına benzer bir şekilde, şehirli ve hususiyetle üstünde durulmak istenen okumuş güruh ve üniversite mensupları da ilmî unvan ve idarî mevkileri başta olmak üzere çevreyi menfaatleri için değerlendirmekte yani istismar etmektedir.” (Tarihin Kara Kitabı,  sayfa 153)

Kitabın sonunda oldukça zengin eserler ağı sunan Prof. Ali Birinci, haklı sitemine şu berceste ile son kısımda yer vermiş: “İlm kesbiyle pâye-i ârif/ Arz-ı muhâl imiş ancak/ Nakt imiş her ne var âlemde/ İlm bir kıylu ü kal imiş ancak… Tabiî bu nakit ihtiyacı bir türlü tatmin bulmadığı içindir ki ilme sıra gelmeden ömürler tükenmekte ve birçok ilim adamının umûmî ilim hazînesine şahsî katkısı bahis mevzuu bile olmamaktadır.”

Her ne kadar gözümüze çarpan iyi kötü kısımları dillendirsek de genel itibari ile önemli bir boşluğu dolduran kitapta dikkate alınması gereken pek mühim meseleler, uyulması gereken kurallar mevcûttur. Bu kitap, okuyanın müstefid olacağı bir kitaptır.