
“BİR şeyi saklayan, muhafaza eden” anlamında kullanılan “hâfıza” kavramı, gerek bireysel, gerekse de toplumsal olarak son derece önemli bir kavramdır. Çünkü hâfıza, mâziden âtîye, geçmişten geleceğe uzanan bir köprü gibidir. Hâfıza aynı zamanda bir arşivdir, bir tarihtir. Bilgileri, belgeleri saklayan, onları kayıt altına alarak muhafaza eden bir veri merkezi, bir kütüphâne gibi çalışır. Bir nevi “flash bellek” gibidir. Flash bellek silindiğinde veya kaybolduğunda nasıl bütün bilgiler giderse, insan da hâfızasını yitirdiğinde sudan çıkmış balığa döner, kral çıplak hâle gelir.
Toplumlar da böyledir. Bir toplumun, bir milletin târihî hâfızası silinir, yok edilirse, işte o zaman toplum da, millet de târihî açıdan köksüz hâle gelir. Yeni nesiller rüzgâr hangi istikâmetten esiyorsa o istikâmete doğru şuursuzca sürüklenir, savrulur ve neticede kaybolup giderler. Onun için târihî olarak bir toplumun, bir milletin toplumsal hâfızası çok önemlidir. Bu hâfızayı silmemek, özenle muhafaza etmek gerekir. Yoksa o toplum, o millet zaman içerisinde her türlü tehlikeye açık hâle gelir.
Ancak, Ziya Paşa’nın dediği gibi, “hâfıza-i beşer nisyan ile mâlûldür”. Onun için tekrar tekrar hatırlatmak gerekir “Et tekrâru ahsen velev kâne yüz seksen” tekerlemesinde olduğu gibi. Hatırlatmaksa ancak ciddî ve millî bir eğitim, millî bir müfredatla olur. Bunun olabilmesi için her şeyden önce eğitimi ve ülkeyi yönetenlerin de millî ve şuurlu bir zihniyete sahip olmaları gerekir. Bu bağlamda millî ve mânevî değerlerin muhafazası kaçınılmaz olmaktadır. Aksi takdirde kurumların isimlerinin başına lafzen “millî” kelimesinin getirilmesi meseleyi hâlletmez.
Millî ve mânevî değerleri gerçekleştirebilmek, yeni nesillere aktarabilmek ve kalıcı hâle getirebilmek için gerek hükûmet programlarında, gerek kalkınma plânlarında, gerek millî eğitim şûralarında, gerekse de eğitim felsefe ve politikaları ile müfredat programlarında önemli ve ciddî değişikliklere gitmek gerekir. Tabiatıyla bunları yaparken özellikle fen bilimlerinin evrensel ilkelerinden taviz vermeden (zâten verilemez de) ama sosyal bilimlerin göreceli olduğunu idrak ederek, mâmâfih bir milleti millet yapan din, dil ve târih şuurunu da hesaba katarak, ne yapılacaksa onun yapılması elzem hâle geliyor. Bu meyanda târihe bakmak ve târihimizde cereyan eden hâdiselerden gerekli dersleri mutlaka çıkarmak gerekiyor. Aksi takdirde târihin tekerrür etmesi kaçınılmaz olur.
Bir zamanlar nice cihan devleti kuran Türkler, maalesef birlik ve dirliğini kaybedince, kurdukları birçok kadîm devlet târih sahnesinden çekilmekten kurtulamamıştır. Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklar, Doğu Türkistanlılar bunların bazılarıdır. Onun için hâlâ Moğolistan sınırları içinde bulunan Bilge Kağan, Vezir Tonyukuk yazıtları ya da Orhun Kitâbeleri bu mânâda büyük önem arz etmektedir.
Aynı şey Osmanlı için de geçerlidir. Takdir edilir ki, 1699 Karlofça Antlaşması ile ilk toprak kaybına uğrayan Osmanlı, bu antlaşma ile bir dönüm noktasına girmiş, antlaşmadan sonraki süreç içerisinde de bir daha kendisini toparlayamamıştır.
18 ve 19’uncu yüzyıllarda fetret dönemini yaşayan Osmanlı, 20’nci yüzyılın başlarında târih sahnesinden çekilerek onun yaşlanmış sayfalarında, arşivlerin ve kütüphânelerin tozlu raflarında yer almaktan kendisini kurtaramamıştır. Koca devletin bu mânâdaki hazin hikâyesi çok acı ve hüzün verici bir hikâyedir ne yazık ki!
Fetret döneminde kendisini toparlamak için çok uğraş veren Osmanlı, 1773 yılından itibaren, özellikle askerî alanda, daha sonra da eğitim, yönetim ve bürokratik sahalarda kendini yenilemeye gayret sarf etmiş ve bu meyanda nice ıslahat hareketi yapmış, fakat mâkus talihini bir türlü yenememiş ve Batılı ülkelerin bilimsel ve teknolojik ataklarına karşı koyamamıştır.
Daha sonraları Sarıkamış fâciâsı, Balkan fâciâsı, Filistin ve Yemen fâciâları ve nihâyet Millî Mücâdele yılları… Tüm cephelerde düvel-i muazzamaya karşı verilen nefs-i müdâfaa direnişleri, Çanakkale Harbi ve Kurtuluş Savaşı dönemi... Ve nice hazin hikâye, yaşanan acılar ve hicranlar… Sadece Çanakkale Harbi’nde verilen iki yüz elli bin şehit… Dinin, vatanın, milletin, namusun, iffetin, hürriyetin müdâfaası için Kayseri Lisesi, Galatasaray Lisesi ve daha birçok liseden mezun olamadan cepheye gitmek zorunda kalan ve geriye dönemeyen hayatlarının baharındaki gencecik çocuklar… Kan, gözyaşı ve acılar… İşte bunların çoğunu unuttu bu toplum ve bu yeni nesil! Sosyal hayattaki yaşantılar ve kaybolmuş değerler bunun ispatı ve bir göstergesi değil midir?
Öteden beridir eğitim sistemimizin felsefesini, eğitim politikalarının yapısını, müfredat programlarının içeriğini ağırlıklı olarak yabancılar belirlerlerse, tabiî ki sonuç böyle olur. Bu mânâda Cumhuriyet’in başlangıç yıllarında ülkemize dâvet edilen yabancı uzmanların hazırladıkları raporlarla eğitim sistem ve politikalarına nasıl yön verdiklerini unutmamak lâzımdır. Ünlü Amerikalı eğitimci John Dewey, Omar Buyse, Kühne bunlardan bazılarıdır. Daha sonraları yapılan Marshall Yardımları ve Fulbrigt Burslarının sonuçlarını hesaba katarak, bunların Türk eğitim sistemi üzerindeki etkilerini de iyi analiz etmek lâzımdır.
Bu bakımdan târihin toplum ve nesiller üzerindeki hâfızasını iyi muhafaza etmek ve bunları unutturmamak gerekir. Eğer sağlıklı bir toplum, târihine ve değerlerine yabancılaşmayan, bunlara sahip çıkan bir nesil yetiştirilmek isteniyorsa pek tabiî…