Tarihimize, kültürümüze ve dinimize vurulan en büyük darbe: 1353 sayılı Kanun

Biz Türkler tarih boyunca kendi alfabelerimizi kullanmamış olabiliriz. Murat Bardakçı’nın dediği gibi, Orhun Kitabeleri bile Runik alfabesiyle yazılmış olabilir. Ancak yaklaşık son 12 yüzyıldır kullandığımız ve artık bizimle özdeşleşen bir alfabeden vazgeçmek için de haklı bir sebep yoktur ortada.

SORSANIZ, herkes Lâtin alfabesinin en kolay alfabe olduğunu söyler. Doğru olabilir. Hattâ bizim için tabiî ki en kolayı odur; ilk öğrendiğimiz alfabe olduğu için… Peki, hangi dil daha kolaydır? Hangisi daha estetik, hangisi daha bilimsel? Hangi dil daha çok kullanılır dünyada?

Akademik dil olarak İngilizcenin kullanılması bir tercih değil, mecburiyet hâlini almıştır meselâ. İyi ama İngilizce makale yazanların hepsi İngilizce mi düşünüp İngilizce mi yaşamaktadırlar? Bu, tamamen İngiliz sömürge zihniyetinin ve ABD ile İngiltere’nin ekonomik güçleri sayesinde bilimin merkezi olmasının sonucudur.

Ne dünyada en çok kullanılan dil İngilizce, ne de en çok kullanılan alfabe Lâtin alfabesidir. Tüm dünyanın ısrarla okumaya devam ettiği Tolstoy ve Dostoyevski gibi yazarlar, eserlerinde kendi özgün alfabeleri ve dillerini kullanmıştı.

Tarihin ilk robotunu yaptığı kabul edilen El-Cezerî, 15’inci yüzyılın en büyük astronomu ve matematik âlimlerinden Ali Kuşçu, çizdiği dünya haritasının sırrı 5 asırdır çözülemeyen Pîrî Reis, ilk uçuş denemesini yapan ve “ilmi çok” anlamına gelen “Hezârfen” lakaplı Ahmet Çelebi, 50 senelik gezi notlarını 10 ciltlik Seyahatnâme eserinde toplayan Evliya Çelebi de Lâtin alfabesini kullanmamışlardı. Lâkin her biri dünyanın kabul ettiği değerler olarak kendi kulvarlarındaki yerlerini koruyorlar hâlâ.

Dünyanın en büyük ekonomileri sıralamasında ikinci Çin, üçüncü Japonya, yedinci Hindistan, onuncu Güney Kore, on ikinci sıradaki Rusya kendi dillerini konuşmaya, kendi alfabelerini kullanmaya devam ettikleri için ne kaybettiler acaba?

Onların dilleri Osmanlıcadan daha kolay, alfabeleri Arap alfabesinden daha mı etkiliydi dersiniz?

Osmanlıcanın bilimin, kültürün, sanatın ve ekonominin önünde bir engel olduğunu düşünmek, akla zarar bir fikir bence. Örneklerden de görüldüğü üzere, ne Osmanlı, ne de bugün dünyada sözü geçen diğer bir ülke dili sebebiyle bir kayıp yaşamıştır. Tam tersine, kültür ve tarihlerine olan erişilebilirlik ve bağlılıkları, onları daha güçlü kılmıştır.

Osmanlıcayı, sesli harfleri eksik, imlâ kuralları yetersiz, anlaşılabilirliği zayıf diye nitelemek, tarihe ve tarihin bize mîrası olan bilim, kültür ve sanat insanlarına saygısızlıktan başka bir anlam ifade etmez.

Ben bugün Osmanlı arşivine girip kendi tarih belgelerimi okuyamıyor, atalarımın kabrine gittiğimde mezar taşlarında yazanları ancak çevirisinden okuyabiliyorsam, bu benim devletimin bana dayattığı dilin ayıbıdır.

***

1 Kasım 1928 tarihinde kabul edilen 1353 sayılı Kanun ile Türk-İslâm tarihinin en büyük hazînesi toprağa gömüldü.

Yeni Türk alfabesinin kullanılmaya başlamasıyla, toplumun geçmişle olan bağı koparıldı. Bu konuda iyi niyet arayanların bütün çabaları nafiledir bence.

“Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun” adıyla dayatılan bu sözde inkılâp, adından da anlaşılacağı üzere, asla ve asla bir inkılâp olmamıştır.

“Harf İnkılâbı” denmesi ise başlı başına bir aldatmacadır. Zira ortaya konulan alfabe ne tarihsel altyapısı olan bir Türk alfabesidir, ne de yeni bir alfabe. Sadece birkaç harf ilâvesi ve birkaçının da çıkarılmasıyla Lâtin harfleri alınmış ve “Türk alfabesi” olarak önümüze konulmuştur.

Yeni alfabenin en önemli muhaliflerden biri olan İsmet İnönü’nün, “Hatıralar” kitabında bu konuda önemli tespitleri yer alıyor. İnönü, Enver Paşa’nın denemesine atıfta bulunarak bu işin uygulanamaz olduğunu, bu fikrini Mustafa Kemal’e ilettiğini ve onun da şevkini kırdığını, ancak sonunda bir “emrivaki” ile yeni alfabeye geçildiğini anlatıyor.

Uygulamanın başlamasından sonra ise mecburen kanunun savunucusu olan İnönü’nün birçok methiye cümlesinin arasına sıkışan en büyük itirafı ise şudur: “Harf İnkılâbının bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır.”

İşte can alıcı nokta budur!

Alfabe değişikliği, bir kolaylık getirmesi amacıyla değil, eskiyi yok edip yeniyi enjekte etme çabasındandır. Burada eski diye düşünülen, köklü Türk, Osmanlı ve İslâm kültürü, yeni olarak adlandırılan ise yozlaşmanın tek adresi olan Batı kültürüdür.

Evet, biz Türkler tarih boyunca kendi alfabelerimizi kullanmamış olabiliriz. Murat Bardakçı’nın dediği gibi, Orhun Kitabeleri bile Runik alfabesiyle yazılmış olabilir. Ancak yaklaşık son 12 yüzyıldır kullandığımız ve artık bizimle özdeşleşen bir alfabeden vazgeçmek için de haklı bir sebep yoktur ortada. Varsa, zorlukları ortadan kaldırmanın yolu bu kökten değişiklik değildi muhtemelen.

Belki Enver Paşa’nın 1914’te yapmaya çalıştığı ve Osmanlıcanın yazıldığı gibi okunmasına yardımcı olacak bir imlâ kuralları bütünü ile birkaç sesli harf ilâvesi düşünülebilirdi. Öyle olsa idi, bugün tarihini doğru anlayan, kültürünü doğru yaşayan, dininden uzaklaşmamış bir nesle sahip olabilirdik.

İşte bütün bu sebeplerden dolayı, 1353 sayılı Kanun’a sonuna kadar karşıyım!