
28 Eylül 1730 tarihinden
bugüne 290 yıl geçmiş. O gün, tarihimize bir büyük kara leke olarak geçmiş Patrona
Halil İsyanı’nın başladığı gündü!
Osmanlı toplumunda 16’ncı yüzyıl başlarından itibaren
gerçekleşen yoğun nüfus artışı, enflasyon ile sosyal ve iktisadî problemleri
beraberinde getirmişti. Coğrafî keşifler de İpekyolu’nu ve iktisadî hayatı
olumsuz etkilemişti. Moral değerler yozlaşmış, devrin ahlâk ve erdem anlayışı
ciddî şekilde sorgulanmaya ve tenkide başlanmıştı.
Üçüncü Murad ve onu takip eden devrede, Üçüncü Ahmed’e
kadar içte ve dışta değişen sosyo-ekonomik şartlar, Osmanlı Devleti’nin aleyhine
tecelli etmişti. “Tarihî kaynaklar ve bu devirlere ait yapılan araştırmalar,
genellikle içte bütün müesseselerin bozuluşundan ve bir medeniyet tükenişinden
bahsederler” (Şen, 1995:2). İşte bu devirde Sadrazamlığa getirilen Nevşehirli
Dâmat İbrahim Paşa, 1730’daki Patrona Halil İsyanı’yla devrilip öldürülmeden
önce yeni ve reformist uygulamaları sahneye koyarak, dizleri üzerine çökmüş
devleti yeniden ayağa kaldırmaya çalışmıştı.
İlim ve sanat erbâbının himâye edildiği, Batılı
eserlerin tercümesi için bir tercüme bürosunun kurulduğu, tıp ilminin
uygulanmasında bazı esasların ortaya konulduğu, müspet ilimlere ağırlık
verildiği, mimaride kayda değer eserlere imza atıldığı, çinicilik sanatının
önünün açıldığı bu dönem, kimi yazarlar tarafından bir sefahat dönemi olarak
nitelense de Osmanlı Devleti için bir reform döneminin milâdı sayılabilir. İşte
bu önemli kalkınma dönemi, bir isyanla sona ermiştir!
Patrona Halil idaresindeki bu ayaklanma, 28 Eylül
1730’da başlayıp günlerce sürmüştür. Sadrazam Nevşehirli Dâmat İbrahim Paşa
idam edilmiş, Padişah Üçüncü Ahmed tahttan indirilmiş ve yerine yeğeni Birinci
Mahmud tahta geçirilmiş, sonradan “Lâle Devri” adı verilecek devir sona
erdirilmiştir.
Tarihimizde 1718-1730 yılları arasındaki bölüm, daha
sonraki yıllarda tarih yazıcıları tarafından “Lâle Devri” olarak
adlandırılmıştır. Bu tanımlama ile farklı çağrışımlar uyandırılan dönem,
aslında Osmanlı Devleti’nin bilim, sanat ve mimaride çok özel kazanımlar elde
ettiği özel bir dönemdir. Dönemin Padişahı Üçüncü Ahmet ve Sadrazamı Nevşehirli
Dâmat İbrahim Paşa’nın uzak görüşlülüğü sayesinde Osmanlı Devleti, savaşlardan
bir nefes alarak ileriye dönük adımlar atmıştır.
Bu gelişme dönemi İstanbul’un lâlelerle süslenmesi,
sanat ve toplum hayatında bazı hafifliklerin gölgesinde kalsa da aşağıda
zikredeceğimiz birçok önemli gelişmenin başlangıç tarihi olmuştur. Trajikomik
olan durum şudur ki; Türkiye’nin en ilerici geçinen kesimleri, ülkenin en çok
ilerleme çabasının içine girdiği Sultan Üçüncü Ahmed ve Üçüncü Selim dönemlerine
ısrarla şaşı bakmaktadırlar. Hâlbuki bu dönemde Osmanlı Devleti, Avrupa’yı daha
iyi tanıyabilmek için Paris ve Londra gibi şehirlere elçiler göndermiştir. Bu
devir; sulh, sükûn, huzur, imar faaliyetleri, güzide sanat eserlerinin
yapılması, ilmî eserlerin çoğaltılarak dağıtılması, ihtiyaç duyulan maddelerin
ülkede imâlâtı için fabrika tesisi, askerî yenilikler, dünyada olup biten
yenilik ve olayların takip edilmesi, İstanbul’da itfaiye teşkilâtının
kurulması, âlim, edip, şair ve sanatkârların korunmasına ayrı bir itina
gösterilmesi bakımından Türkiye tarihinde başkalık arz ettiğinden, önemli bir
dönem olarak kayıtlara geçti.
Bu dönemde çiçek aşısı yaygınlık kazandı. Lağımcı ve
Humbaracı Ocaklarında ıslahatlar yapıldı. Mimarlık, resim ve minyatür sanatları
gelişti. Sultan Üçüncü Ahmed, Topkapı Sarayı ile Yeni Cami’de birer kütüphane,
Ayasofya’da Bâb-ı Humayun’un karşısında Türk sanat şaheserlerinden sayılan
Sultan Üçüncü Ahmed Çeşmesi ve İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak amacıyla da
“Deryây-i Sim” adlı bir su bendi inşâ ettirmiştir.
Hâl böyleyken, koskoca bir gelişme döneminin
İstanbul’u güzelleştirmek için dikilen lâlelere indirgenmesi, daha ileri
gidilerek dönemin mahkûm edilmesi, tam bir talihsizliktir! Talihsizliğin cinnete
varan boyutu ise, ülkemizde sonraki dönemlerde ortaya çıkan gelişme ve
güzelleşme dönemlerine “Lâle Devri” yakıştırması yapılarak dönemin karartılmaya
çalışılmasıdır.
Lâle Devri’nde İstanbul’a dikilen lâleler, “Patrona
Halil” isimli hamam tellağının başlattığı isyanın haklı ve meşru bir gerekçesi
olarak sunuluyor gizli ellerce. Bir ülkede refah ve konforun kontrolden çıkması,
sevimli olmayan ve aklıselim sahiplerinin analiz etmesi gereken bir sosyal
vakadır şüphesiz. Ancak bu devre tümden “sefahat” yakıştırmasının yapılması,
bilimsel mesnedi olmayan yüzeysel bir yaklaşımdan başka bir şey değildir. Olayın
internette yer alma biçimi dahi topluma nasıl kabullendirildiğini net bir
şekilde izah etmektedir.
Sanal ortamda yer alan kaynaklarda 25 bilgiden sadece
ikisi, ilk matbaanın, ilk kâğıt fabrikasının, ilk dokuma fabrikasının, ilk kez
çiçek aşısının, ilk kez tulumbacıların kurulduğunu, Batı’ya ilk elçinin
gönderildiğini bu döneme atıfla tanımlarken, Patrona Halil İsyanı ile biten
“çiçek pasajı devri” ve “felekten çalınan günlerin devri” şeklinde bilgiler
doludur. Bu dönem, “Patrona Halil sevicilerinin” kaleminden kurtarılarak
yeniden kaleme alınmalı ve Avrupa’daki matbaanın 300 sene sonra ülkemize
geldiği dönem olarak ders kitaplarına nakşedilmelidir.
İlâveten, Batı’da olanları anlama çabasının ilk
işareti olarak 1717’de Yirmisekiz Mehmed Efendi’nin Fransa’ya gönderilmesi, “İbrahim
Müteferrika” isimli ünlü muhtedinin İstanbul’a getirilmesi, Şark ve Garp’tan
orijinal eserlerin dilimize kazandırılması için bir Tercüme Encümeni’nin
kurulması, ilk kâğıt fabrikasının inşâsı, yangınlarla kül olan İstanbul’un
kurtarılması için ilk itfaiye teşkilâtının kurulması gibi faaliyetler üzerinden
bu dönem tekrar incelenmelidir.
Hepsinden önemlisi, Sadrazam İbrahim Paşa o günlerde
Yeniçeri Ocağını ıslah etmek için gizlice bazı faaliyetler başlatmıştır. Patrona
Halil liderliğindeki Yeniçeri ayaklanmasının ardında Sadrazam İbrahim Paşa’nın
iyice bozulmuş Yeniçeri Ocağını ıslah etme çabası vardı. Bir büyük kalkınma ve
ıslahat dönemine Nedim’in şiiriyle bakıp gözleri kararanlar, olaya bir de bu
gözle bakmalılar!
Nitekim 1730 yılındaki yenilik ve gelişmeye karşı
ortaya çıkan Patrona Halil barbarlığı, 230 yıl sonra, 1960 yılında Başbakan
Adnan Menderes döneminde yeniden hortlamıştır. Dönemin Patrona Halilleri,
Menderes hükûmetini devirmişler, 550 civarında devlet yöneticisini sözde bir
mahkemede yargılamışlardır.
Adnan Menderes, Fatin Rüştü
Zorlu, Hasan Polatkan, Celâl Bayar, Refik Koraltan ve birçok isim hakkında idam
kararı verilmiş, bu isimlerden sadece Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve
Hasan Polatkan idam edilmiştir. Diğerlerinin cezası ömür boyu hapse
çevrilmiştir.
27
Mayıs İhtilâli, Türkiye’de üniversitelerin üzerinden silindir gibi geçmiş, 147
profesör emekli edilmişti. Bu arada üniversiteler gibi orduda da tasfiyeye
başlanmış, 5 bin 500 subay zorunlu olarak emekliye sevk edilmiştir. “EMİNSU” adı verilen işlemle
ordudan uzaklaştırılan binlerce askerin içinde 235 general vardı. Orduda bu
büyük tasfiyenin ardından geriye sadece 25 general kalmıştı. Bâbıâli’de birçok gazete kepenk
kapamış, Doğu Anadolu’da yüzlerce aşiret reisinin evi yurdu dağıtılmış,
binlerce işadamı iflâsa sürüklenmişti. Hâsılı darbe, Türkiye’yi allak bullak
etmişti!
Tevâfuk, Patrona Halil Kalkışması 28 Eylül 1730 tarihinde olurken, Başbakan Adnan Menderes’in dönemin Patrona Halilleri tarafından idam edilerek katledilmesi olayı da 17 Eylül 1961 tarihinde vuku bulmuştur. Bu vesîle ile dönemin Başbakanı Adnan Menderes’i tekrar hatırlamakta fayda var.
Bir
Yalnız Adam: Başbakan Adnan Menderes
Bütün yakın tarih araştırmacılarının üzerinde
ittifak ettikleri husus şudur ki; Menderes, DP’nin diğer üç kurucusundan farklı
bir dünya görüşüne, farklı ruh köklerine sahiptir. En yalın hâliyle bu farkı
ifade etmek gerekirse, Menderes zihnen hiçbir zaman Halk Fırkalı olmamıştır.
Diğer üç kurucu Refik Koraltan, Celâl Bayar ve Fuat Köprülü ise kadim birer
Halk Fırkalı olmanın yanı sıra, DP’nin en üst düzey kadrolarını işgal ederken
dahi zihnen hep Halk Fırkalı kalmışlardır.
İşte bu derin zihnî ayrılık, Menderes ve partinin
diğer yöneticileri arasında iktidardaki on yıl boyunca muhtelif çapta
çatışmalara yol açmış, Menderes zaman zaman istifa noktasına dahi gelmiştir.
Biz bu noktada muhtelif şâhitlerin ağzından Menderes’in ruh kökleriyle ilgili
bazı işaret taşları sunmak istiyoruz. Şimdi de DP’li bir eski milletvekili
Gıyaseddin Emre’yi dinleyelim:
“Kocatepe Camiî’nin
temelinin atılacağı günlerdi. Diyanet İşleri Başkanı Hayri Eyüboğlu’nun yanına
gittim. Dedi ki, ‘Gıyaseddin Bey, Menderes beni çağırmış. Benimle birlikte
gelir misin?’. ‘Seni çağırmış, ben niye geleyim?’… ‘Ne soracak, bilmiyorum; sen
de yanımda ol’ dedi. ‘O hâlde ben önceden gideyim, siz sonra gelin’ dedim. Saat
16:00’da görüşeceklermiş. Ben belirlenen saatten önce Adnan Bey’in yanına
gittim. Saat 16:00’da Diyanet İşleri Başkanı’nın geldiğini haber verdiler.
‘Gelsin’ dedi. Menderes, ‘Gıyaseddin Bey yabancımız değil’ dedi. Az sonra konu
açıldı.
Adnan Bey, Diyanet
İşleri Başkanı’na hitaben şöyle dedi: ‘Kocatepe Camiî’nin temelini atıyoruz.
Babamın hayrı için temele bir şeyler koymak istiyorum. En helâlinden ne yapabiliriz?
Ne yaparsak uygun olur?’ Başkan sordu: ‘Babanızdan intikal eden araziniz
dışında başka neler var?’ Adnan Bey, ‘Atlar var’ dedi. Başkan, ‘Atları da
satabilirsiniz’ cevabını verdi. Menderes, safkan İngiliz atlarından bir kısmını
satıp 110 bin lirayı temele harcadı.
Temel atıldıktan iki
gün sonra Menderes’i tebrik için gittik. Ahmet Emin Yalman’ın 1931’de yazdığı
bir makaleyi saklamış. Çıkarıp bize okudu. Yalman diyordu ki, ‘Bütün başkentler
büyük bir mâbedin etrafında kurulmuştur. Bu hurâfeden kendini kurtaran tek
başkent, Ankara’dır.’ Menderes, ‘İşte!’ dedi, ‘Kocatepe Camiî’ni vücûda getirebilirsek,
Ahmet Emin Yalman’ı fiilen tekzip etmiş oluruz’.” (Apuhan, 1993)
1925’ten 1950’ye kadar bir tek cami yapılmayan
Ankara’ya “Mabetsiz Şehir” denirdi. Menderes’in hayata ve toplumun değerlerine
bakış açısını gösteren bu ayrıntı da, onun bu konulardaki zihnen yaptığı
hazırlık da açıkça göze çarpıyor.
İki
Mason arasında
Adnan Menderes’in kimlik çizgisiyle ilgili en
önemli hatıralardan biri de Necip Fazıl Kısakürek’e ait. Kadir Mısıroğlu,
Kısakürek’ten nakil ile bu olayı şöyle anlatıyor:
“Necip Fazıl merhum
da aynı yıllarda Ankara’ya gitmişti. Gâyesi Menderes’le görüşüp bir miktar para
almak ve mecmua çıkarmaktı. Bir ay kadar Ankara Palas’ta kalmış, araya birçok
insan girdiği hâlde görüşme imkânı hâsıl olmamış. Nihâyet bir sabah karanlığında
kendisini Başvekâlet’te kabul etmiş. Mutad hoşbeşten sonra Necip Fazıl demiş
ki, ‘Sizin hasımlarınızın hasmıyım. Niçin bana el uzatmıyorsunuz?’. Menderes
demiş ki, ‘Necip Fazıl Bey, ben her şeyi biliyorum. Fakat bilsen ne hâldeyim?
Üstümde Bayar, altımda Medeni Berk, iki Mason arasında, iki değirmen taşı
arasında tane gibiyim. Al şu parayı da git, mecmuanı çıkar. Arada bir bana çat
ki, ‘Onu Menderes besliyor’ demesinler’.” (Mısıroğlu, 1993)
Menderes’in Necip Fazıl Bey’e verdiği zarftan yüz
elli bin lira çıkmıştır.
Menderes’in
ipi çekiliyor
Menderes’in bir darbeyle iktidardan
uzaklaştırılması ve bilâhare idam edilmesi hususunda çok sayıda bilgi, belge ve
düşünce serdedilmiştir. Olaya hislerle değil de gerçekçi bakışla
yaklaşıldığında, serdedilen sebeplerin neredeyse tamamının teferruat olduğu
görülür. Kanaatimizce Menderes’in ve onun iktidarının sonunu getiren aslî
sebepler, ustalıkla gizlenen birkaç ana sebeptir. Bunlardan ilki, Menderes’in
bir döneme kadar birlikte çalışan, zaman içerisinde iyice sıkı fıkı olan
MİT-CIA ilişkilerinin kesilmesi talimatını vermesidir. Gazeteci-yazar Cüneyt
Arcayürek, bu olayı şu ifadelerle anlatır:
“Başbakanlık Müsteşarı,
yaptığı soruşturma sonucunda şaşkınlık verici olaylarla karşılaştı. MAH’ın
dinleme istasyonlarını Amerikalıların kurduklarını, özellikle ‘telefon
dinleyen’ personelin maaşlarını CIA’dan aldıklarını öğrendi. Ama Menderes’e
verdiği rapor bundan ibaret değildi; rapor daha birçok acı gerçekle doluydu.
Amerikalılar MAH’a
hâkimdi. Para veriyor, örgüte ‘nüfûz’ ediyorlardı. Millî Emniyet’in bütün
dosyaları CIA’nın kontrolündeydi. İstanbul’da Millî Emniyet’e ait bir okul,
servisin İstanbul örgütü ve Yeşilköy’deki Soruşturma Teşkilâtı tümüyle
Amerikalıların emrindeydi. Okullara, Soruşturma Teşkilâtı’na Amerikalılar
‘doğrudan’ para veriyorlardı. İstanbul bölge örgüt başkanlığına ‘doğrudan’ para
ödüyorlardı. Karşılığında ‘iş’ istiyorlardı.” (Yalçın ve Yurdakul, 2000)
Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur,
öğrendiklerini satır satır Başbakan Menderes’e anlatıyordu:
“‘Kiminle
konuştuysam’ diyordu, ‘Millî Emniyet’in sadece CIA’dan değil, öteki yabancı
gizli servislerden de ‘para’ aldığını söylüyor’.
Devletin
‘gizliliğine’ giren CIA, sanki bağımsız bir ülkede çalışmıyordu. ABD’nin
gözetiminde, denetiminde bir ülkede bulunuyormuş gibi pervasız, dilediği gibi
faaliyet gösteriyordu. Gizli servistekiler, CIA’nın ‘işçileri’ idi.
Menderes, müsteşarına
döndü: ‘Ahmet Salih Bey’ dedi, ‘Bu böyle gitmez!’. Menderes, Yenice sigarası
içerdi. Bir tane yaktı ve kesin dille konuştu: ‘Keselim ilişkiyi!’” (Yalçın ve Yurdakul, 2000)
Menderes, bunun ardından Moskova’yı ziyaret kararı
aldı. Washington, Moskova ziyaretinden hiç mi hiç hoşlanmamıştı. 1947’den beri
Amerika’nın dümen suyuna girmiş olan bir ülkenin hükûmeti, ilk kez kendi başına
bir harekete tevessül ediyordu. Ayrıca Soğuk Savaş’ın henüz hızını kaybetmediği
bir dönemde, NATO üyesi bir müttefikin Amerika’dan izin almadan Moskova ile diyalog
kurmaya kalkışması, NATO içinde ve “Hür Dünya”da (!) siyâsî dalgalanmalara yol
açacak nitelikte bir olaydı.
Bu kararın Menderes iktidarının nasıl dönüm noktası
olduğuna 9 Mart cunta girişiminin teorisyenlerinden Doğan Avcıoğlu şöyle dikkat
çeker: “Adnan Menderes, son günlerde
ABD’den beklediği yardımı alamayınca 11 Nisan 1960’da Moskova’ya gideceğini
duyurup Kruşçov’u da Türkiye’ye çağırarak SSCB ile yakınlaşmaya davranmış.
Gazeteciler Cemiyeti’nde, ‘Çin ve Rusya ABD’yi geçecek. Zira ABD tüketimci, ötekiler
yatırımcı. Yüzde 30 yatırım yapıyorlar’ biçiminde konuşarak ABD’ye karşı
Sovyetler’e yanaşan bir tavır geliştirmeye başlamış, bunun üzerine 8 Mayıs 1960
günlü New York Times’da, ‘Menderes politikasını değiştirmediği takdirde olayların
nasıl gelişeceği bilinmez’ biçiminde eleştiriler yayımlanmış. 19 gün sonra da
Menderes, 27 Mayıs vurgunu ile tutuklanıp yönetimden uzaklaştırılmış ve sonra
da yargılanıp asılmıştır.” (Avcıoğlu, 1994)
Halkın
içinden bir devlet adamı
Menderes’in “devlet adamlığı” kavramını nasıl
algıladığı da üzerinde tartışılan bir başka husustur. O hiçbir zaman “Millet,
devlet için var” şeklindeki Halk Fırkası zihniyetine sahip olmamış, aksine,
“Devlet, bütün azâlarıyla millet için var” anlayışını hâkim kılmaya
çalışmıştır. Menderes’in halkına verdiği bu değer, Halk Fırkalı bürokrasiyi
fazlasıyla rahatsız etmiştir. Onun eliyle artık daha konforlu bir hayat
yaşamaya başlayan subay sınıfı da Menderes’e karşı patolojik bir düşmanlık
duygusuna sahipti.
Kadir Mısıroğlu, Balmumcu’da gözaltında bulunduğu
günlerde şâhit olduğu bir ayrıntıyı şöyle anlatıyor:
“Bizim Pekosbill
ismini taktığımız bir binbaşı vardı. Bir gün Menderes’le ilgili duygularını
bize açıverdi: ‘Anadolu’ya dağıldığımızda gördük ki, maddî kalkınma hamlelerine
mukabil Atatürk inkılâplarını baltalamak için binbir gerici yuvası vücûda
getirilmiş. Her kazâda bir imam-hatip mektebi, her köyde bir Kur’ân kursu
açılmış. Sağda solda Atatürk heykellerine tecavüzler başlamış. Kısacası,
memleket Orta Çağ karanlığına doğru itilmiş.
Bizim arkadaşlar yine
de insaflı davranmışlar. Menderes’in kafasına, yakalandığı gün bir duvar
dibinde bir kurşun sıkıp onu gebertmek lâzımdı. O zaman sizin gibi taraftarları
da ağzını açıp kıpırdamak imkânını bulamazdı. Atatürk bu memleketin yolunu çizmiştir.
Bu yolda ebediyyen yürüyeceğiz! Bu yoldan sapanlara ülkemizde hayat hakkı
olamaz!’”
(Mısıroğlu, 1995)
Kaynaklar
Apuhan Recep, (1993),
Öteki Menderes, İstanbul: Timaş Yay.
Avcıoğlu Doğan,(1985), Milli Kurtuluş Tarihi, İstanbul:
Tekin Yayınevi
Mısıroğlu Kadir,
(1993), Geçmiş Günü Elerken Cilt 1,İstanbul: Sebil Yay.
Mısıroğlu Kadir,
(1995), Geçmiş Günü Elerken Cilt 2, İstanbul: Sebil Yay.
Şen
Adil, İbrahim-i Müteferrika ve
Usûlü’l-Hikem fî Nizâmi’l-Ümem, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., İstanbul, 1995
Yalçın Soner-Doğan
Yurdakul, (2000), Bay Pipo, İstanbul: Doğan Kitap