Bürokratik oligarşiye rağmen halkın iktidara gelmesi
BUNDAN 70 yıl önce, Türkiye modern anlamda yapılan ilk çok
partili ve serbest seçimle, o tarihten dört yıl önce kurulan Demokrat Parti’yi
iktidara getirmişti.
7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’nin kurulmasından hemen
sonra, 23 yıllık CHP, 21 Temmuz 1946’da bir baskın seçim tertip ederek bir oldubitti
plânlamıştı. Ancak halktan o kadar çok korkuyorlardı ki bu seçimi “açık oy,
gizli sayım” şeklinde yaptırarak tarihe geçmişlerdi. Vatandaşın jandarma
kontrolünde kullandığı oylar, CHP’li sandık görevlileri tarafından sayılmış ve
Demokrat Parti’ye kazandığı oy oranı kadar değil, dönemin CHP iktidarının uygun
gördüğü kadar bir milletvekili verilmişti.
Bu skandal seçimin ardından halk Demokrat Parti’yi
yakından tanımış, CHP’ye olan öfke ise biraz daha katmerlenmişti. CHP, oylar
Demokrat Parti’ye gitmesin diye din istismarına başlamış, Atatürk’ün devrim
kanunlarıyla kapattığı türbeleri, bir kanun değişikliği ile tekrar açtırmıştı.
İşte bu sosyal ve siyâsî vesâyet içerisinde 14 Mayıs 1950 günü seçim yapılmış,
yapılan bu seçimde oyların yüzde 53’ünü alan Demokrat Parti, 27 yıllık tek
parti iktidarına son vererek iktidara gelmişti!
14 Mayıs 1950 günü, tarihimizde bir milâttır. Toplumun inancına, ezanına, kıyafetine, gündelik hayatına tebelleş olan bir devletten, can havliyle demokrasiye, sınırlı devlete, hizmet devletine kaçışın tarihidir 14 Mayıs. Hattâ daha ilerisi de söylenebilir ki, 14 Mayıs, toplumun devlet üzerindeki sahiplik iddiasıdır. Yönetimin aslında kendi uhdesinde olduğunu anlamış bir halk, devlet seçkinlerine sessizce başkaldırmıştır. Âdeta devlete, devlet ideolojisine ve devlet büyüklerine mutlak itaat içinde tapınması istenen halkın, devleti kendi hizmetine koşma iradesinin, isteğinin bir tezâhürüdür 14 Mayıs.
Gazeteci Bedii Faik, bir muhabir olarak izlediği 14 Mayıs Seçimlerini hatıralarında şu çarpıcı örnekle anlatır:
“Benim Topkapı’da gördüğüm sahne, gerçekten ibret vericiydi. Bir ayağı
sakat ama yağız mı yağız bir genç, yatalak anasını sırtına vurmuş ve seçim
sandığı görevlilerinin karşısına dikilerek, önce anasının oy vermesine izin
istiyordu. Görevlilerin birkaç dakikalık bir istişâreden sonra râzı olması
üzerine de, yırtık perdeli seçim hücresine anasını sokup çıkardıktan sonra, bu
defa onu kollarında taşıyarak yan binanın duvarına dayayıp oturtmuş ve görevlilere
tekrar seslenmişti: ‘Bana sıra ne zaman gelirse buradayım ağabeyler!’
Delikanlının yanına gidip hemen sormuştum: ‘Nerelisin arkadaş?’
‘Yozgatlıyım abi’ dedikten sonra duvara dayadığı anasının yanına çökerken, ‘Bu
benim anam’ demişti, ‘Dayandı aslanlar gibi bugüne kadar. Ne yazık ki, babam
geçen haftaya kadar dayanabildi. O da olsaydı şimdi burada üçtük!’.
Nereye oy verecekleri öylesine belli idi ki, zaten soramazdım, ama kanun cevaz verseydi de sormaya gerek yoktu, cevap gözlerinden ışık olmuş akıyor, boynundan ter olmuş süzülüyordu. Matbaaya dönerken bindiğim taksinin şoförü, gazeteci olduğumu fark edince âdeta bağırmıştı: ‘Hiç dolaşma abi, git gazetene, ‘Demokratlar kazandı’ diye yaz, rahatına bak!’”
Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi halk tarafından büyük
bir coşku ile karşılanırken, bürokratik oligarşi ve onun siyasetteki uzantısı
CHP tarafından büyük bir şok ile karşılanmıştı. Bu şoktan kaynaklanan dirençten
dolayı 1950-1960 arası, Demokrat Parti ile bürokratik oligarşi arasında âdeta
bir müsademe şeklinde geçmişti.
Türkiye bu tarihten itibaren ekonomik, sosyal ve siyâsî
birçok alanda tam bir kabuk değiştirmiş, kapalı Kuzey Kore rejimi bitmiş, onun
yerine çağdaş bir ülkenin emekleme hamleleri başlamıştı. O güne kadar yaşanan
Kuzey Kore tipi rejimi çok içselleştirmiş CHP’liler, sonradan dünyaya açılan
Demokrat Parti dönemini ABD’lileşmekle suçlayarak bir nevi tatmin ve öç alma
yolunu seçtiler. Ancak halk, olanları dikkatlice takip ediyor ve gereğini yapıyordu.
Nitekim 1954 ve 1957 Seçimlerinde Demokrat Parti yeniden iktidara geldi.
Türkiye’de çok partili dönem içerisinde hiçbir parti, DP’nin 1954 yılında ulaştığı başarıya ulaşamamıştı. 54 Seçimlerinde halkın yüzde 56’sı DP’ye oy vererek parlamentoya giden her 100 milletvekilinden 93’ünün DP’li olmasını sağlamıştı. Müteakiben yapılan ara seçimler de DP’nin, bir başka ifadeyle “halkın” zaferiyle sonuçlanmış, 600 belediyeden 560 tanesini DP kazanmıştı.
Yıllardan beri değişmeyen sosyal ve ekonomik geriliğin
içinde bulunan halk kitleleri, DP’yi iktidara taşımıştı. DP hareketinin
başarısındaki tarihî etkenlerden biri de, temeldeki bozukluğun dolaylı bir
sonucu olarak halkın kendisine fayda vermeyen Batılılaşmaya karşı da bir
tepkisiydi. DP, çevrenin kültürü olan İslâmiyet ile barışık bir politika
izleyerek köy, kasaba ve kırsal nüfusla irtibat kurmuş, İslâmiyet’i ve kırsal
değerleri yeniden yasallaştırmıştır.
Lâiklik uygulamasını dinin baskı altına alınması şeklinde
uygulayan CHP’nin aksine, “DP, her türlü devlet baskısından bezmiş halk
kitlelerine sosyal süreci etkileme umudunun olduğunu göstermişti”. Artık köylü,
işçi, esnaf ve tüccar gibi sivil kesime mensup kitleler, siyaset ve yönetim
dışında tutulmuş olmalarının acısını çıkarmak, ülke iktidarından pay almak
istiyorlardı.
Bir sosyolojik analize göre DP, “yeniçeri, esnaf, ulema
birliğinden Doğucu, İslâmcı, halk kesimine doğru iktidarın el değiştirme aracı
olarak fonksiyon” icra etmişti. Prof. Dr. Şerif Mardin de benzeri bir sosyal
çözümleme yapar: “DP iktidarıyla birlikte
merkez, bürokratik çekirdekten demokratik halk kitlelerine doğru kaymıştı.
Artık sıradan insanlar da ülkede söz sahibi konumundaydı. Gerçek anlamda çok
partili hayat, ülkede 1950’den sonra başlamıştı. İlk defa halkın hür iradesi
siyaset katına taşınıyor, ‘halkın rızâsına dayalı bir siyâsî iktidar ortaya
çıkıyordu’.”
Nitekim bir DP’li siyasetçi bu yeni siyâsî gelişmeyi, “halk kitlelerinin talebine uymak ve bir avuç aydının gürültüsüne aldırış etmemek” şeklinde özetliyordu. Gerçekten de 1950 Seçimlerinden sonra yapılan her seçim, halkın beklediği beyaz atlı kurtarıcıya kavuştuğu olgusunu doğrulayacak şekilde sonuçlanmıştı. Yapılan her seçimin sonucu, ülkedeki halk iktidarını derinleştiriyor, bürokratik derinliği ise azaltıyordu.
Yeni iktidar ve yeni dönem, olaya demokrasi ve halk
merkezli bakıldığında bir kazanım, bürokrasi açısından bakıldığında ise tam bir
paniksel atılım sebebiydi. DP’nin halk nezdindeki itibarı zaman içerisinde katı
bürokratik yapıyı da çözmeye başlamış, “1957 Seçimlerinde emekli Hava, Kara,
Deniz Kuvvetleri komutanları, Demokrat Parti listesinden milletvekili adayı
olmuşlardı”.
Seçimle tekrar iktidara gelemeyeceğini anlayan odaklar, “Ben
oynamıyorum” diyen şımarık çocuğun psikolojisi içinde darbe saatini kurmuş ve
işletmişlerdi. Darbe saatinin tiktaklarını bir türlü duymak istemeyen Demokrat
Parti iktidarı, 27 Mayıs 1960 günü bir askerî darbeyle devrildi. Halk bir defa
daha kaybetmiş, hile ve oyunbozanlık yapmak pahasına da olsa oyunu kazanan,
yine bürokratik oligarşi olmuştu.
27 Mayıs darbecileri, Türkiye’nin 50 yılını çaldılar!
Eskiler, “Geçmişin aydınlığından istifade etmeyen, geleceğin
karanlığında yürümeye mahkûm olur” derler. Geri kalmış ülkelerin paylaştığı
ortak bir kader, ülkemizi de çepeçevre kuşatır. Kamuoyunu ve gelecek nesilleri
aydınlatan bilgiler daha çok resmî ideolojinin propagandalarından ibarettir. Eğer
ülkede medya, aydınlar, sivil toplum kuruluşları gibi resmî olmayan dinamikler
de esasen resmî ideolojinin birer parçası olmuşlarsa, doğru ile yanlışı ayırt
edebilmek bir hayli zordur. Bu bilgi kirliliğinde olaylara ait gerçeklerden
ziyâde, belirli mahfillerin görüş ve bakışları resmî tarihin yerini almıştır.
Ülkemizdeki siyâsî hayatı ve demokrasiyi kökünden
sarsarak “hastalıklı” bir konuma iten 27 Mayıs Darbesi de aynı şekilde, gerçeklerden
daha çok efsane ve propaganda üzerine oturtulmuştur. Bu olay bugün de devam
etmekte, “aslanların tarihi avcılar tarafından yazıldığından”, ülkemizin bu en
önemli siyâsî depremi yeni nesillerce bilinmemektedir.
27 Mayıs Darbesi’nin temelinde yatan asıl gerçek, ülkenin
yönetimini uzun yıllardır elinde bulunduran egemen iradenin seçimle gelen
iktidarı, bir başka ifadeyle millet hâkimiyetini bir türlü sindirememesidir.
Nimet Arzık’ın deyimiyle, “sarayla milletin bitmeyen kavgasıdır” bu. CHP’li
Kerim İncedayı’nın deyimiyle, “Haso’ya, Memo’ya bu ülkenin yönetimini mi
vereceğiz?” şeklinde açıkça ifade edilen duygunun darbeye dönüştürülmüş hâlidir
27 Mayıs. Bir nevi, seçkinlerin kendilerine ait gördükleri ülkeyi geri alma
girişimleridir. Çünkü DP’yi ortaya çıkaran sosyal sınıf ile ülkenin egemen
odakları aynı dokuyu paylaşmamaktadır.
1950 Seçimleriyle ülke yönetimini elinden kaydırıveren
Millî Şef İnönü’nün psikolojisi, 10 yıl pusuda ilmek ilmek bir ağ ören adamın
psikolojisidir. Yine Nimet Arzık’ın ifadesiyle, İnönü ve çevresi iktidarı
kaybetmeyi bir gün, bir saat bir an bile hazmetmemiştir.
Bir başka seçkin psikolojisi, Darbeci General Muhsin
Batur’un ifadesinde kendini bulur: “Türk seçmeni kalitesizdir. Bunların seçtiği
kimselerden hayır gelmez.”
Darbenin mimarı, mânevî babası İsmet İnönü’dür. Bunu
gerek darbeciler, gerekse CHP’li kurmaylar çeşitli tarihlerde açıklamışlardır.
CHP’li milletvekilleri ise darbenin tezgâhlayıcı mühendisleridir. Bu konu da
çeşitli şâhit beyanlarıyla ortaya konulmuş, ülkede bir karşı devrim yapıldığına
inandırılan genç subaylar ise CHP ve onun lideri İnönü tarafından bir darbe
emeline alet edilmişlerdir.
27 Mayıs darbecilerinden Binbaşı Mehmet Özgüneş, Albay Emin Aytekin, Yüzbaşı Ahmet Er, Yüzbaşı Muzaffer Özdağ, CHP milletvekili Dr. Lütfi Kırdar, CHP’li yönetici Avni Doğan başta olmak üzere birçok şahsın şahâdetiyle İnönü ve CHP, darbenin tam içindedir. CHP’nin gençlik kolları da üniversite öğrencileri (!) olarak olaya zemin hazırlamışlardır.
1957 Seçimlerinden sonra artık bir daha seçimle iktidara
gelemeyeceğine kesin kanaat getiren İnönü ve arkadaşları, ülke iktidarına
gelmenin yegâne yolu olarak darbeyi görmüşler ve bunu ustalıkla tezgâhlamışlar.
Darbenin mimarı İnönü, subayların kendisine olan saygı ve bağlılığından
istifade ederek, onları mevcût iktidarı devirmede bir araç olarak kullanmıştır.
Nitekim darbe lideri Orgeneral Cemal Gürsel’in darbenin hemen ardından İsmet
Paşa’ya, “Emirleriniz bizim için bir peygamber buyruğudur” diyerek bir görüşme
yaptığı kayıtlara geçmiştir.
Olayın bir de medya boyutu vardır. İsmet İnönü’nün dâmâdı
Metin Toker, çıkardığı Akis gazetesiyle bu cepheyi yönetmektedir. Yapılan yayınlar
o kadar çok etkili olur ki Darbeci Binbaşı Orhan Erkanlı, “Akis okuyarak darbe
yaptık” der.
Mevcût millet hâkimiyetini bir türlü hazmedemeyen bütün güç odakları bir araya gelmiş, 27 Mayıs’ta gerçekleştirdikleri darbeyle yönetimi seçilmişlerden alıp atanmışlara teslim etmiş ve sözüm ona bunu da demokrasi adına yapmışlardır. İşin doğrusu şudur: Demokrat Parti iktidarının henüz üçüncü ayından itibaren cuntalar oluşturmaya başlayan ve darbe kararı alan darbeciler, bundan sonra ortaya çıkan her türlü gelişmeyi bir darbe gerekçesi olarak propaganda malzemesi yapmışlardır.
Ülkemizdeki siyâsî hayatı ve demokrasiyi kökünden sarsarak “hastalıklı” bir konuma iten 27 Mayıs Darbesi de aynı şekilde, gerçeklerden daha çok efsane ve propaganda üzerine oturtulmuştur. Bu olay bugün de devam etmekte, “aslanların tarihi avcılar tarafından yazıldığından”, ülkemizin bu en önemli siyâsî depremi yeni nesillerce bilinmemektedir.
27 Mayıs Darbesi, sosyal ve siyâsî anlamda maşeri
vicdanda derin ve kalıcı yaralar açmıştır. Türkiye’yi yöneten Meclis’in üçte
ikisi ve çok sayıda bürokrattan oluşan 600 civarında insan, bir sabah
evlerinden alınarak yaklaşık 2 yıl sürecek bir esarete tâbi tutulmuşlardır. Cumhurbaşkanı
başta olmak üzere bu 600 kişinin tamamı, o ilk sabahtan itibaren işkence,
tahkir ve aşağılamaya uğramış, esaret kiminin canına mâl olmuştur.
Darbenin hemen ardından büyük bir insan avı başlatılmış,
Demokrat Partili ve Demokrat Parti’yle irtibatlı herkes bu kasırgadan nasibini
almıştır. CHP’liler bu konjonktürü fırsat bilerek binlerce ihbar yapıp darbecilere
yol ve yön göstermişler, böylece yüzlerce insan bu ihbarlar sonucu yerinden
yurdundan edilmiştir. Bu gözaltılar o kadar trajikomik bir hâl almıştır ki, bir
grup darbeci, diğer grup Darbeciyi gözaltına almışlardır. Darbeci subaylar
ülkeyi daha düne kadar yöneten insanları “büyükbaş, küçükbaş” şeklinde tavsif
etmişlerdir.
Darbecilerin kurdukları Millî Birlik Komitesi’nde çok
geçmeden millî ikilik çıkar; en önemsiz konuları saatlerce tartışırken en
önemli konuları geçiştiriverirler. Zaman içerisinde darbeciler birbirlerine
düşerler. Darbeden birkaç ay sonra 14 darbeci, yurtdışına diplomatik görev adı
altında sürgüne gönderilir.
27 Mayıs’ın gerekçesi olarak gösterilen tüm bahaneler,
uydurulmuş birer propagandadan ibarettir. Bunlardan en önemlisi, Meclis’in
tahkikat komisyonu kurduğu ve gazetecileri sorguladığıdır. Hâlbuki mevcût 1924
Anayasası’na göre Meclis’in böyle bir yetkisi vardır. Bunu Ordinaryus Profesör
Ali Fuat Başgil açıklamış, İsmet İnönü de ikrar etmek zorunda kalmıştır.
Nitekim aynı anayasaya dayanarak Takrir-i Sükûn kanunları çıkarılmış, aynı
yetkilerle İstiklâl Mahkemeleri kurulmuştur. Demokrat Parti’nin yeniden seçime
gitmeyeceği de bir başka kuyruklu yalandır. Darbeciler, DP’nin erken seçim
yapacağını haber alınca, darbeyi, plânladıkları tarihten önce yapmışlardır.
DP’nin kendine taraftar toplamak için “Vatan Cephesi” adı
altında bir oluşum kurması da darbe gerekçesi sayılmıştır. Bir partinin kendine
taraftar bulma amacıyla yaptığı çalışmayı darbe gerekçesi saymak, deli
saçmasından ibarettir. Öğrencilere ve üniversite mensuplarına saldırıldığı ise bir
başka yalandır. Bütün bunların hepsinin darbeye zemin hazırlamak için
uydurulduğu, bizzat darbeciler tarafından açıklanmıştır.
Subayların tahkir edildiği ve ekonomik bakımdan
zorlandığı bir başka yalandır. Ordu mensupları hem asker olarak, hem de sivil
hayatta en iyi şartları DP döneminde yaşamışlardır. Tek kelimeyle söylenecek
olursa, 27 Mayıs Darbesi, ülkemizin elli yıllık insan birikimini bir gecede
imha etmiştir.
İmha hareketinden nasibini alan 600 siyâsî ve bürokrat,
genel olarak kamuoyunda bilinmektedir. Bunların üçte ikisi mebus, birçoğu vali,
emniyet müdürü, belediye başkanı gibi ülkemizin yönetim birikimidir. Kökten
imhaya uğrayan, ancak bilinmeyen bir başka kurum daha vardır ki, bu kurum, darbeci
subayların mensup olduğu Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bizâtihi kendisidir.
Darbeciler akıl almaz bir mantıkla hareket ederek “sıfır general” formülü çerçevesinde
235 general ve tam 5 bin subayı bir gecede emekliye sevketmişlerdir.
Bir ülkenin 50 yıllık askerî yönetici birikimini bir
gecede tasfiye eden, ordudaki hiyerarşiyi “teğmenin albaya emir vereceği”
konuma geçirten darbecilere maalesef “Dur” diyen de çıkmamıştır. Darbeciler
hızlarını bununla da alamamış, bu kez üniversite camiasına el atmışlardır. En
stratejik desteği aldıkları üniversite mensuplarını önce listeleyen, daha sonra
“şucu bucu” diye çeşitli gruplara ayıran darbeciler, ülkenin akademik insan
birikimini de göz kırpmadan yok etmişlerdir. Hepsinden önemlisi ise, 27 Mayıs
Darbesi ile Silahlı Kuvvetler bünyesinde başlayan siyâsî deprem uzun yıllar
boyunca sürmüş, bu süreç 22 Şubat ve 21 Mayıs 1961’de bir albayın siyâsî
iktidarı ve TSK’nın tavrını beğenmeyerek darbeye kalkışmasına sebep olmuştur.
TSK’nın bu virüsü bünyesinden atması uzun yıllar almış,
faturası ağır olmuştur. Albay Talat Aydemir’le darbeye kalkışan Harp Okulu
öğrencileri okuldan atılmış, bin 500 subay adayı ve 100 subay tasfiye olmuştur.
Darbeler ve darbe girişimleri, bir ülkeyi geriye götüren,
darbecilere de sonradan büyük pişmanlık veren gayr-i meşrû oluşumlardır.
Darbenin önde gelen isimlerinden Binbaşı Orhan Erkanlı’nın üç itirafını arka
arkaya koymak, 27 Mayıs Darbesi’yle ilgili sanırız bir fikir verir: “(...) 28
Mayıs sabahı ne yapılacağını bilmiyorduk. (...) Üç gündür Türkiye’yi idare
ediyorduk. Ancak yıktığımız devletin altında kalmıştık. (...) 27 Mayıs’ı
savunan kimse kalmamıştı ortalıkta. Bizler yaptığından utanan, pişman olan
kişiler hâline gelmiştik.”
Ve bir ifşaat da, bir ülkenin yönetimini tümden
yargılayan ve ölüm cezasına çarptıran Mahkeme Başkanı Salim Başol’dan: “Hükümleri
biz vermedik. Hüküm, hükümlüden sorulur mu? Onları buraya getiren kuvvet böyle istiyordu.”