Tarihimizde bir milât: 14 Mayıs 1950

14 Mayıs 1950 günü, tarihimizde bir milâttır. Toplumun inancına, ezanına, kıyafetine, gündelik hayatına tebelleş olan bir devletten, can havliyle demokrasiye, sınırlı devlete, hizmet devletine kaçışın tarihidir 14 Mayıs. Hattâ daha ilerisi de söylenebilir ki, 14 Mayıs, toplumun devlet üzerindeki sahiplik iddiasıdır.

Bürokratik oligarşiye rağmen halkın iktidara gelmesi

BUNDAN 70 yıl önce, Türkiye modern anlamda yapılan ilk çok partili ve serbest seçimle, o tarihten dört yıl önce kurulan Demokrat Parti’yi iktidara getirmişti.

7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’nin kurulmasından hemen sonra, 23 yıllık CHP, 21 Temmuz 1946’da bir baskın seçim tertip ederek bir oldubitti plânlamıştı. Ancak halktan o kadar çok korkuyorlardı ki bu seçimi “açık oy, gizli sayım” şeklinde yaptırarak tarihe geçmişlerdi. Vatandaşın jandarma kontrolünde kullandığı oylar, CHP’li sandık görevlileri tarafından sayılmış ve Demokrat Parti’ye kazandığı oy oranı kadar değil, dönemin CHP iktidarının uygun gördüğü kadar bir milletvekili verilmişti.

Bu skandal seçimin ardından halk Demokrat Parti’yi yakından tanımış, CHP’ye olan öfke ise biraz daha katmerlenmişti. CHP, oylar Demokrat Parti’ye gitmesin diye din istismarına başlamış, Atatürk’ün devrim kanunlarıyla kapattığı türbeleri, bir kanun değişikliği ile tekrar açtırmıştı. İşte bu sosyal ve siyâsî vesâyet içerisinde 14 Mayıs 1950 günü seçim yapılmış, yapılan bu seçimde oyların yüzde 53’ünü alan Demokrat Parti, 27 yıllık tek parti iktidarına son vererek iktidara gelmişti!

14 Mayıs 1950 günü, tarihimizde bir milâttır. Toplumun inancına, ezanına, kıyafetine, gündelik hayatına tebelleş olan bir devletten, can havliyle demokrasiye, sınırlı devlete, hizmet devletine kaçışın tarihidir 14 Mayıs. Hattâ daha ilerisi de söylenebilir ki, 14 Mayıs, toplumun devlet üzerindeki sahiplik iddiasıdır. Yönetimin aslında kendi uhdesinde olduğunu anlamış bir halk, devlet seçkinlerine sessizce başkaldırmıştır. Âdeta devlete, devlet ideolojisine ve devlet büyüklerine mutlak itaat içinde tapınması istenen halkın, devleti kendi hizmetine koşma iradesinin, isteğinin bir tezâhürüdür 14 Mayıs.

Gazeteci Bedii Faik, bir muhabir olarak izlediği 14 Mayıs Seçimlerini hatıralarında şu çarpıcı örnekle anlatır:

“Benim Topkapı’da gördüğüm sahne, gerçekten ibret vericiydi. Bir ayağı sakat ama yağız mı yağız bir genç, yatalak anasını sırtına vurmuş ve seçim sandığı görevlilerinin karşısına dikilerek, önce anasının oy vermesine izin istiyordu. Görevlilerin birkaç dakikalık bir istişâreden sonra râzı olması üzerine de, yırtık perdeli seçim hücresine anasını sokup çıkardıktan sonra, bu defa onu kollarında taşıyarak yan binanın duvarına dayayıp oturtmuş ve görevlilere tekrar seslenmişti: ‘Bana sıra ne zaman gelirse buradayım ağabeyler!’

Delikanlının yanına gidip hemen sormuştum: ‘Nerelisin arkadaş?’

‘Yozgatlıyım abi’ dedikten sonra duvara dayadığı anasının yanına çökerken, ‘Bu benim anam’ demişti, ‘Dayandı aslanlar gibi bugüne kadar. Ne yazık ki, babam geçen haftaya kadar dayanabildi. O da olsaydı şimdi burada üçtük!’.

Nereye oy verecekleri öylesine belli idi ki, zaten soramazdım, ama kanun cevaz verseydi de sormaya gerek yoktu, cevap gözlerinden ışık olmuş akıyor, boynundan ter olmuş süzülüyordu. Matbaaya dönerken bindiğim taksinin şoförü, gazeteci olduğumu fark edince âdeta bağırmıştı: ‘Hiç dolaşma abi, git gazetene, ‘Demokratlar kazandı’ diye yaz, rahatına bak!’”


Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi halk tarafından büyük bir coşku ile karşılanırken, bürokratik oligarşi ve onun siyasetteki uzantısı CHP tarafından büyük bir şok ile karşılanmıştı. Bu şoktan kaynaklanan dirençten dolayı 1950-1960 arası, Demokrat Parti ile bürokratik oligarşi arasında âdeta bir müsademe şeklinde geçmişti.

Türkiye bu tarihten itibaren ekonomik, sosyal ve siyâsî birçok alanda tam bir kabuk değiştirmiş, kapalı Kuzey Kore rejimi bitmiş, onun yerine çağdaş bir ülkenin emekleme hamleleri başlamıştı. O güne kadar yaşanan Kuzey Kore tipi rejimi çok içselleştirmiş CHP’liler, sonradan dünyaya açılan Demokrat Parti dönemini ABD’lileşmekle suçlayarak bir nevi tatmin ve öç alma yolunu seçtiler. Ancak halk, olanları dikkatlice takip ediyor ve gereğini yapıyordu. Nitekim 1954 ve 1957 Seçimlerinde Demokrat Parti yeniden iktidara geldi.

Türkiye’de çok partili dönem içerisinde hiçbir parti, DP’nin 1954 yılında ulaştığı başarıya ulaşamamıştı. 54 Seçimlerinde halkın yüzde 56’sı DP’ye oy vererek parlamentoya giden her 100 milletvekilinden 93’ünün DP’li olmasını sağlamıştı. Müteakiben yapılan ara seçimler de DP’nin, bir başka ifadeyle “halkın” zaferiyle sonuçlanmış, 600 belediyeden 560 tanesini DP kazanmıştı.


Yıllardan beri değişmeyen sosyal ve ekonomik geriliğin içinde bulunan halk kitleleri, DP’yi iktidara taşımıştı. DP hareketinin başarısındaki tarihî etkenlerden biri de, temeldeki bozukluğun dolaylı bir sonucu olarak halkın kendisine fayda vermeyen Batılılaşmaya karşı da bir tepkisiydi. DP, çevrenin kültürü olan İslâmiyet ile barışık bir politika izleyerek köy, kasaba ve kırsal nüfusla irtibat kurmuş, İslâmiyet’i ve kırsal değerleri yeniden yasallaştırmıştır.

Lâiklik uygulamasını dinin baskı altına alınması şeklinde uygulayan CHP’nin aksine, “DP, her türlü devlet baskısından bezmiş halk kitlelerine sosyal süreci etkileme umudunun olduğunu göstermişti”. Artık köylü, işçi, esnaf ve tüccar gibi sivil kesime mensup kitleler, siyaset ve yönetim dışında tutulmuş olmalarının acısını çıkarmak, ülke iktidarından pay almak istiyorlardı.

Bir sosyolojik analize göre DP, “yeniçeri, esnaf, ulema birliğinden Doğucu, İslâmcı, halk kesimine doğru iktidarın el değiştirme aracı olarak fonksiyon” icra etmişti. Prof. Dr. Şerif Mardin de benzeri bir sosyal çözümleme yapar: “DP iktidarıyla birlikte merkez, bürokratik çekirdekten demokratik halk kitlelerine doğru kaymıştı. Artık sıradan insanlar da ülkede söz sahibi konumundaydı. Gerçek anlamda çok partili hayat, ülkede 1950’den sonra başlamıştı. İlk defa halkın hür iradesi siyaset katına taşınıyor, ‘halkın rızâsına dayalı bir siyâsî iktidar ortaya çıkıyordu’.”

Nitekim bir DP’li siyasetçi bu yeni siyâsî gelişmeyi, “halk kitlelerinin talebine uymak ve bir avuç aydının gürültüsüne aldırış etmemek” şeklinde özetliyordu. Gerçekten de 1950 Seçimlerinden sonra yapılan her seçim, halkın beklediği beyaz atlı kurtarıcıya kavuştuğu olgusunu doğrulayacak şekilde sonuçlanmıştı. Yapılan her seçimin sonucu, ülkedeki halk iktidarını derinleştiriyor, bürokratik derinliği ise azaltıyordu.


Yeni iktidar ve yeni dönem, olaya demokrasi ve halk merkezli bakıldığında bir kazanım, bürokrasi açısından bakıldığında ise tam bir paniksel atılım sebebiydi. DP’nin halk nezdindeki itibarı zaman içerisinde katı bürokratik yapıyı da çözmeye başlamış, “1957 Seçimlerinde emekli Hava, Kara, Deniz Kuvvetleri komutanları, Demokrat Parti listesinden milletvekili adayı olmuşlardı”.

Seçimle tekrar iktidara gelemeyeceğini anlayan odaklar, “Ben oynamıyorum” diyen şımarık çocuğun psikolojisi içinde darbe saatini kurmuş ve işletmişlerdi. Darbe saatinin tiktaklarını bir türlü duymak istemeyen Demokrat Parti iktidarı, 27 Mayıs 1960 günü bir askerî darbeyle devrildi. Halk bir defa daha kaybetmiş, hile ve oyunbozanlık yapmak pahasına da olsa oyunu kazanan, yine bürokratik oligarşi olmuştu.

27 Mayıs darbecileri, Türkiye’nin 50 yılını çaldılar!

Eskiler, “Geçmişin aydınlığından istifade etmeyen, geleceğin karanlığında yürümeye mahkûm olur” derler. Geri kalmış ülkelerin paylaştığı ortak bir kader, ülkemizi de çepeçevre kuşatır. Kamuoyunu ve gelecek nesilleri aydınlatan bilgiler daha çok resmî ideolojinin propagandalarından ibarettir. Eğer ülkede medya, aydınlar, sivil toplum kuruluşları gibi resmî olmayan dinamikler de esasen resmî ideolojinin birer parçası olmuşlarsa, doğru ile yanlışı ayırt edebilmek bir hayli zordur. Bu bilgi kirliliğinde olaylara ait gerçeklerden ziyâde, belirli mahfillerin görüş ve bakışları resmî tarihin yerini almıştır.

Ülkemizdeki siyâsî hayatı ve demokrasiyi kökünden sarsarak “hastalıklı” bir konuma iten 27 Mayıs Darbesi de aynı şekilde, gerçeklerden daha çok efsane ve propaganda üzerine oturtulmuştur. Bu olay bugün de devam etmekte, “aslanların tarihi avcılar tarafından yazıldığından”, ülkemizin bu en önemli siyâsî depremi yeni nesillerce bilinmemektedir.

27 Mayıs Darbesi’nin temelinde yatan asıl gerçek, ülkenin yönetimini uzun yıllardır elinde bulunduran egemen iradenin seçimle gelen iktidarı, bir başka ifadeyle millet hâkimiyetini bir türlü sindirememesidir. Nimet Arzık’ın deyimiyle, “sarayla milletin bitmeyen kavgasıdır” bu. CHP’li Kerim İncedayı’nın deyimiyle, “Haso’ya, Memo’ya bu ülkenin yönetimini mi vereceğiz?” şeklinde açıkça ifade edilen duygunun darbeye dönüştürülmüş hâlidir 27 Mayıs. Bir nevi, seçkinlerin kendilerine ait gördükleri ülkeyi geri alma girişimleridir. Çünkü DP’yi ortaya çıkaran sosyal sınıf ile ülkenin egemen odakları aynı dokuyu paylaşmamaktadır.

1950 Seçimleriyle ülke yönetimini elinden kaydırıveren Millî Şef İnönü’nün psikolojisi, 10 yıl pusuda ilmek ilmek bir ağ ören adamın psikolojisidir. Yine Nimet Arzık’ın ifadesiyle, İnönü ve çevresi iktidarı kaybetmeyi bir gün, bir saat bir an bile hazmetmemiştir.

Bir başka seçkin psikolojisi, Darbeci General Muhsin Batur’un ifadesinde kendini bulur: “Türk seçmeni kalitesizdir. Bunların seçtiği kimselerden hayır gelmez.”

Darbenin mimarı, mânevî babası İsmet İnönü’dür. Bunu gerek darbeciler, gerekse CHP’li kurmaylar çeşitli tarihlerde açıklamışlardır. CHP’li milletvekilleri ise darbenin tezgâhlayıcı mühendisleridir. Bu konu da çeşitli şâhit beyanlarıyla ortaya konulmuş, ülkede bir karşı devrim yapıldığına inandırılan genç subaylar ise CHP ve onun lideri İnönü tarafından bir darbe emeline alet edilmişlerdir.

27 Mayıs darbecilerinden Binbaşı Mehmet Özgüneş, Albay Emin Aytekin, Yüzbaşı Ahmet Er, Yüzbaşı Muzaffer Özdağ, CHP milletvekili Dr. Lütfi Kırdar, CHP’li yönetici Avni Doğan başta olmak üzere birçok şahsın şahâdetiyle İnönü ve CHP, darbenin tam içindedir. CHP’nin gençlik kolları da üniversite öğrencileri (!) olarak olaya zemin hazırlamışlardır.

1957 Seçimlerinden sonra artık bir daha seçimle iktidara gelemeyeceğine kesin kanaat getiren İnönü ve arkadaşları, ülke iktidarına gelmenin yegâne yolu olarak darbeyi görmüşler ve bunu ustalıkla tezgâhlamışlar. Darbenin mimarı İnönü, subayların kendisine olan saygı ve bağlılığından istifade ederek, onları mevcût iktidarı devirmede bir araç olarak kullanmıştır. Nitekim darbe lideri Orgeneral Cemal Gürsel’in darbenin hemen ardından İsmet Paşa’ya, “Emirleriniz bizim için bir peygamber buyruğudur” diyerek bir görüşme yaptığı kayıtlara geçmiştir.

Olayın bir de medya boyutu vardır. İsmet İnönü’nün dâmâdı Metin Toker, çıkardığı Akis gazetesiyle bu cepheyi yönetmektedir. Yapılan yayınlar o kadar çok etkili olur ki Darbeci Binbaşı Orhan Erkanlı, “Akis okuyarak darbe yaptık” der.

Mevcût millet hâkimiyetini bir türlü hazmedemeyen bütün güç odakları bir araya gelmiş, 27 Mayıs’ta gerçekleştirdikleri darbeyle yönetimi seçilmişlerden alıp atanmışlara teslim etmiş ve sözüm ona bunu da demokrasi adına yapmışlardır. İşin doğrusu şudur: Demokrat Parti iktidarının henüz üçüncü ayından itibaren cuntalar oluşturmaya başlayan ve darbe kararı alan darbeciler, bundan sonra ortaya çıkan her türlü gelişmeyi bir darbe gerekçesi olarak propaganda malzemesi yapmışlardır.

Ülkemizdeki siyâsî hayatı ve demokrasiyi kökünden sarsarak “hastalıklı” bir konuma iten 27 Mayıs Darbesi de aynı şekilde, gerçeklerden daha çok efsane ve propaganda üzerine oturtulmuştur. Bu olay bugün de devam etmekte, “aslanların tarihi avcılar tarafından yazıldığından”, ülkemizin bu en önemli siyâsî depremi yeni nesillerce bilinmemektedir.

27 Mayıs Darbesi, sosyal ve siyâsî anlamda maşeri vicdanda derin ve kalıcı yaralar açmıştır. Türkiye’yi yöneten Meclis’in üçte ikisi ve çok sayıda bürokrattan oluşan 600 civarında insan, bir sabah evlerinden alınarak yaklaşık 2 yıl sürecek bir esarete tâbi tutulmuşlardır. Cumhurbaşkanı başta olmak üzere bu 600 kişinin tamamı, o ilk sabahtan itibaren işkence, tahkir ve aşağılamaya uğramış, esaret kiminin canına mâl olmuştur.

Darbenin hemen ardından büyük bir insan avı başlatılmış, Demokrat Partili ve Demokrat Parti’yle irtibatlı herkes bu kasırgadan nasibini almıştır. CHP’liler bu konjonktürü fırsat bilerek binlerce ihbar yapıp darbecilere yol ve yön göstermişler, böylece yüzlerce insan bu ihbarlar sonucu yerinden yurdundan edilmiştir. Bu gözaltılar o kadar trajikomik bir hâl almıştır ki, bir grup darbeci, diğer grup Darbeciyi gözaltına almışlardır. Darbeci subaylar ülkeyi daha düne kadar yöneten insanları “büyükbaş, küçükbaş” şeklinde tavsif etmişlerdir.

Darbecilerin kurdukları Millî Birlik Komitesi’nde çok geçmeden millî ikilik çıkar; en önemsiz konuları saatlerce tartışırken en önemli konuları geçiştiriverirler. Zaman içerisinde darbeciler birbirlerine düşerler. Darbeden birkaç ay sonra 14 darbeci, yurtdışına diplomatik görev adı altında sürgüne gönderilir.

27 Mayıs’ın gerekçesi olarak gösterilen tüm bahaneler, uydurulmuş birer propagandadan ibarettir. Bunlardan en önemlisi, Meclis’in tahkikat komisyonu kurduğu ve gazetecileri sorguladığıdır. Hâlbuki mevcût 1924 Anayasası’na göre Meclis’in böyle bir yetkisi vardır. Bunu Ordinaryus Profesör Ali Fuat Başgil açıklamış, İsmet İnönü de ikrar etmek zorunda kalmıştır. Nitekim aynı anayasaya dayanarak Takrir-i Sükûn kanunları çıkarılmış, aynı yetkilerle İstiklâl Mahkemeleri kurulmuştur. Demokrat Parti’nin yeniden seçime gitmeyeceği de bir başka kuyruklu yalandır. Darbeciler, DP’nin erken seçim yapacağını haber alınca, darbeyi, plânladıkları tarihten önce yapmışlardır.

DP’nin kendine taraftar toplamak için “Vatan Cephesi” adı altında bir oluşum kurması da darbe gerekçesi sayılmıştır. Bir partinin kendine taraftar bulma amacıyla yaptığı çalışmayı darbe gerekçesi saymak, deli saçmasından ibarettir. Öğrencilere ve üniversite mensuplarına saldırıldığı ise bir başka yalandır. Bütün bunların hepsinin darbeye zemin hazırlamak için uydurulduğu, bizzat darbeciler tarafından açıklanmıştır.

Subayların tahkir edildiği ve ekonomik bakımdan zorlandığı bir başka yalandır. Ordu mensupları hem asker olarak, hem de sivil hayatta en iyi şartları DP döneminde yaşamışlardır. Tek kelimeyle söylenecek olursa, 27 Mayıs Darbesi, ülkemizin elli yıllık insan birikimini bir gecede imha etmiştir.

İmha hareketinden nasibini alan 600 siyâsî ve bürokrat, genel olarak kamuoyunda bilinmektedir. Bunların üçte ikisi mebus, birçoğu vali, emniyet müdürü, belediye başkanı gibi ülkemizin yönetim birikimidir. Kökten imhaya uğrayan, ancak bilinmeyen bir başka kurum daha vardır ki, bu kurum, darbeci subayların mensup olduğu Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bizâtihi kendisidir. Darbeciler akıl almaz bir mantıkla hareket ederek “sıfır general” formülü çerçevesinde 235 general ve tam 5 bin subayı bir gecede emekliye sevketmişlerdir.

Bir ülkenin 50 yıllık askerî yönetici birikimini bir gecede tasfiye eden, ordudaki hiyerarşiyi “teğmenin albaya emir vereceği” konuma geçirten darbecilere maalesef “Dur” diyen de çıkmamıştır. Darbeciler hızlarını bununla da alamamış, bu kez üniversite camiasına el atmışlardır. En stratejik desteği aldıkları üniversite mensuplarını önce listeleyen, daha sonra “şucu bucu” diye çeşitli gruplara ayıran darbeciler, ülkenin akademik insan birikimini de göz kırpmadan yok etmişlerdir. Hepsinden önemlisi ise, 27 Mayıs Darbesi ile Silahlı Kuvvetler bünyesinde başlayan siyâsî deprem uzun yıllar boyunca sürmüş, bu süreç 22 Şubat ve 21 Mayıs 1961’de bir albayın siyâsî iktidarı ve TSK’nın tavrını beğenmeyerek darbeye kalkışmasına sebep olmuştur.

TSK’nın bu virüsü bünyesinden atması uzun yıllar almış, faturası ağır olmuştur. Albay Talat Aydemir’le darbeye kalkışan Harp Okulu öğrencileri okuldan atılmış, bin 500 subay adayı ve 100 subay tasfiye olmuştur.

Darbeler ve darbe girişimleri, bir ülkeyi geriye götüren, darbecilere de sonradan büyük pişmanlık veren gayr-i meşrû oluşumlardır. Darbenin önde gelen isimlerinden Binbaşı Orhan Erkanlı’nın üç itirafını arka arkaya koymak, 27 Mayıs Darbesi’yle ilgili sanırız bir fikir verir: “(...) 28 Mayıs sabahı ne yapılacağını bilmiyorduk. (...) Üç gündür Türkiye’yi idare ediyorduk. Ancak yıktığımız devletin altında kalmıştık. (...) 27 Mayıs’ı savunan kimse kalmamıştı ortalıkta. Bizler yaptığından utanan, pişman olan kişiler hâline gelmiştik.”

Ve bir ifşaat da, bir ülkenin yönetimini tümden yargılayan ve ölüm cezasına çarptıran Mahkeme Başkanı Salim Başol’dan: “Hükümleri biz vermedik. Hüküm, hükümlüden sorulur mu? Onları buraya getiren kuvvet böyle istiyordu.”