MİLLETLER tarihî temelleri
üzerine hayatiyetlerini sürdürürler. Köklü bir geçmişe sahip olan devletlerin gelebilecek
her türlü tehlikeye karşı duruşu ve problemlerin üstesinden gelişi her zaman
olumlu yönde fark yaratır. O toplumun mensupları bu bilinçle yetiştirilirse
millet olma şuuru diri tutulur. O şuurun sürekliliği edebiyat ve sanatla
pekiştirilir ve bireylerin zihnine işlendiğinde köklü bir millet ve devlet
olmanın dayanağını oluşturur.
Yakın
zamana kadar yabancı menşeli film ve dizileri izlerken geçmişi Milât’tan önce 5000’li
yıllara kadar uzanan ve sayısız devlet kuran, hattâ imparatorluk düzeyinde on
altı devlet inşâ eden bir milletin mensubu olmaklığımızla ilgili ciddî bir
sinema filmi veya TV dizisine sahip olamamanın ezikliğini her daim içimizde
hissettik. Birçoğu kurgu da olsa yabancıların film ve dizilerini gıpta ile
izledik.
1980’li
yıllarda Tarık Buğra’nın romanından uyarlanan, yönetmenliğini Yücel
Çakmaklı’nın yaptığı “Kuruluş ‘Osmancık’” dizisi gibi bir iki küçük örnek
dışında ele alınacak bir eser ile pek karşılaşmadık. Bu da millet olarak
sanata, sanatçıya ve onların ürettiklerine ne kadar değer verdiğimizin bir
göstergesi olsa gerek.
Bu
çalışmalar, ekonomik güç ve millî iradeye sahip olunması gereken bir oluşum
olmakla birlikte, sanatsal yönden belirli bir kaliteye ulaşmayı da
gerektirmektedir. Gücü olanlar bize ve bizim olana ilgi göstermedi, iradesi
olan da imkânsızlıklar nedeniyle yola çıkmaya cesaret edemedi veya gerekli
sanatsal desteği bulamadı. Kısaca söylemek gerekirse, benzer sebeplerden dolayı
arzu edilen yönde uzun yıllar önemli bir gelişme sağlanamadı.
Son
yıllarda dikkat çeken TV dizileri oldu. İlklerden sayılabilecek Muhteşem
Yüzyıl, saray içi sahneleri ve -Osmanlı kadınlarına dekolte kıyafet
giydirmelerini saymazsak- kostümleriyle oldukça göz doldurdu. Bununla birlikte
kırk altı yıl sultanlık yapan ve ömrünün çoğunu cephelerde geçiren, hattâ ölümü
dahi seferde gerçekleşen bir padişah, saray içi kumpaslar içinde boğdurulduğu
için dizi, haklı olarak gerçeklerden uzak olmakla eleştirildi. Buna rağmen
toplumda tarih merakını körükledi, tarihî araştırma kitapları ve tarihî
romanların satışında beklenmeyen ölçüde bir artışa vesile oldu.
Kurtuluş
Savaşı yıllarıyla ilgili “Vatanım Sensin” ve “Ya İstiklâl, Ya Ölüm” gibi
üretimler de işledikleri dönemlerle ilgili tatmin edici olmasa da gönülleri
serinleten çalışmalar olarak yerlerini aldılar. Mustafa Kemal’in arada bir
bahçeye çıkıp silah atış talimi yapması gibi basit sahnelerin yanında bu dizilerin
akışındaki heyecanı törpüleyen sahneler keşke olmasaydı.
Bunlar ve benzerleri, ya yayınlayan TV kanalı ya da rol alan sanatçıların ideolojik yapıları yüzünden toplumun tamamını kucaklayamadı. Günlük siyâsetteki tarafgirlik burada da kendisini gösterdiği için benzer eserleri izleme fırsatını kaçıranların çok olduğu ise sosyal medyada çıkan haberlerden anlaşılmaktadır. Oysa sanatsal değeri yüksek olan dizi veya filmleri kim ya da kimlerin ortaya koyduğu, hangi sanatçıların rol aldığından çok, ortaya çıkan ürünün kalitesine bakılmalıdır. Önemli bir örnektir; “Çağrı” filmi ve onun başrol oyuncusu Anthony Quinn, karşımızda iyi bir temsildir. Yaşı kırkın üzerinde olup da o muhteşem eseri defalarca izlemeyen insan pek azdır. Hiç kimse filmi kimin yaptığı veya hangi sanatçıların oynadığına bakmadı. Hâlâ İslâmî filmler arasında zirvedeki yerini korumaktadır. Başrol oyuncusu ise Hıristiyan bir sanatçıdır. Onun kim olduğu ise esere hiçbir halel getirmemiştir.
“Diriliş
Ertuğrul” topluma ne gösterdi?
Geçen
yıllarda başlayıp günümüzde devam eden ve televizyon dizisi olarak yer alan üç
diziyle ilgili düşüncelerimi ortaya koyacak olursam, ne demek istediğim daha
iyi anlaşılacaktır diye düşünüyorum...
Yayın
sırasına göre öncelikle “Diriliş Ertuğrul”u ele almak istiyorum. Bu dizi,
yayınlanmaya başlamasından itibaren toplumun büyük bir kesiminde heyecan
yarattı; yayın devam ettikçe izleyenlerin sayısı Türkiye şartlarında zirveye
ulaştı. Bu dizi de “Muhteşem Yüzyıl” gibi dönemin kostümleri ve savaş sahneleriyle
dikkat çekti. Genel mânâda bakıldığında büyük bir açığı kapattı ve bu milletin
mensubu olmaktan gurur duyanlar tarafından ilgiyle takip edilir oldu. Kısa
zamanda ünü dünyaya yayıldı ve beklenmedik rağbet gördü. Doğal olarak bu
milletin mensuplarının göğsünü kabarttı. Yapımcısından yönetmenine ciddî bir
güven oluştu. Bu sayede kısa olsa da birçok tarihî konu ve kişiliğin işlendiği
başka dizlere de imza atıldı ve birçok değinilmeyen konu olduğu için belli bir
açığın kapanmasına vesile olmayı sürdürdü.
Ancak
bu dizi, tarihî gerçeklere göre çelişkilerle dolu olduğu yönde eleştiriler
aldı. Tarihî kronolojiye, gerçekliğe ve kahramanların yaşanan döneme uygun olup
olmadığı konularında konunun uzmanlarınca eleştirildi. Özellikle de konuşma
dili hiç samîmi gelmedi. Uydurulmuş bir yöre ağzı havası vermesi uygun gitmedi.
Sıkça başvurulan, kahramanların mucize kurtuluşları ve seyircinin zihninde şüphe
oluştursa da arka plânının sonradan gösterilmesi ise seyircinin şüphesini
gidermesi açısından iyi örneklerden sayılabilir.
Âcizâne
tarihi seven ve tarihî eserleri okuyan biri olarak, temel konuları bir tarafa
bırakarak Anadolu Selçuklularının ağırlığı ve zihinsel yapısının ortaya konulmasında
yetersiz kaldığı düşüncesindeyim ayrıca. Türklerin İslâmiyet’e bakışı,
insanların o dönem yaşantılarında çelişkiler olduğu kanaatindeyim. Böylece
ileride temelleri atılacak devletin fikri altyapısının zayıf kaldığı görüşümü
korumaktayım. Ahmed Yesevî dervişlerinin rolü, Ahi Evren, Hacı Bektaş Veli, Yûnus
Emre gibi zamanın önde gelen fikir önderleri görmezden gelindi. İslâmî düşünce,
Arap Emevî zihniyetiyle işlendi. Oysa Türkler İslâm’ı, Maturidî ve İmam-ı Âzam gibi dönemin zirve
kişiliklerinden yararlanarak seçti ve öz kaynağından öğrenerek yaşamayı
sürdürdüler.
İzleyici,
demirci başının çocuklarla birkaç defa bir araya gelmesi dışında toplumun zihnî
yapısını ortaya koyan konuşmalardan ve sahnelerden mahrum bırakıldı. Beylerin sloganvârî
kullandıkları bir kısım cümleleri hiç dikkate almıyorum. Ruhsuz söylemlerden
ileri gidemediği için belleklerde fazla yer bulduğunu zannetmiyorum. Süleyman
Şah ve Hayme Hatun nispeten göz doldurdu. Ayrıca Ertuğrul karakterinin göz
doldurduğunu yâd etmeden geçemeyeceğim.
Savaş sahnelerine gelince… Uç beylerinin mücadelelerini saymazsak, ciddî sahnelere şâhit olmadık. Kılıç kalkan oyunu oynar gibi küçük gruplarla savaş sahneleri verilmekle yetinildi. Teknolojinin gücünden yararlanılarak savaş sahneleri zenginleştirilebilirdi. Buna rağmen büyük bir açığı doldurması açısından zihinlerde azımsanmayacak bir yer tuttu.
“Kuruluş
Osman” ne kadar dikkat çekici?
Aynı
ekibin başlattığı “Kuruluş Osman” dizisi, birincinin üstüne önemli bir beklenti
oluşturdu. Beklentinin aksine, kurucu devlet temellerini oluşturması açısından
binlerce izleyiciyi hüsrana uğrattığını söylemek zorundayım. “Diriliş Ertuğrul”
gibi ciddî bir esere imza atan ekibin burada daha bilinçli ve daha kaliteli bir
eser ortaya koyması beklenirdi.
Sanatsal
tecrübenin yanında “Diriliş Ertuğrul” gibi bir yapımın üzerine inşâ edilen
olaylar dizisi, birincisinden daha kaliteli sahne ve diyaloglarla ilerlemeliydi.
Oysa mevcut gidişatıyla çıtanın oldukça aşağılara düştüğünü söylemeden
geçemeyeceğim.
Altı
yüzyılı aşkın yaşayan bir devletin temellerini düşünüyorum da, dizide görüldüğü
gibi küçük bir boy ve birkaç kişinin kılıç kalkan oyunuyla kurulmadığının
ciddiyeti oturmamış. Tarihî gerçeklerin dikkate alınmadığı izlenimi verilmeye
devam ediliyor. Aile içi ve beylikler arası ilişkiler, felsefî altyapısıyla
büyük idealleri olan kişilerden oluşmadığı da cabası... Savaşçı bir millet
olduğumuzu biliyoruz, ancak o savaşlar sağlam fikrî temeller üzerine
oturtulmalıydı. Savaşlar, devletler için amaç değil, araçtırlar. Araç amacın
önüne geçerse, arzu edilen hedefe ulaşmak mümkün olmayabilir. Bundan dolayıdır
ki, savaşı “gazâ” yapan bir oluşumdur Osmanlı.
Öyle
zannediyorum ki, birçok hususta olduğu gibi burada da reyting uğruna önemli
konular geçiştirilmiş. Devlet kuran ve kurduğu devlet adıyla anılan bir bey,
kılıç şakırdatmaktan ileriye bir türlü geçemedi. “Diriliş Ertuğrul” dizisindeki
bey de fevri davranışlar sergiliyordu ancak nispeten beyliğe yakışır ve belli
bir altyapının üzerine yürüyordu. Osman, bu konuda varoşlarda yetişmiş, bilek
gücüne güvenen başıboş delikanlı havasında yoluna devam etti. Umulur ki, beylik
dönemi kültürel altyapısı sağlam bir kişiliği sergiler.
Osman
karakteri arada bir rüyalara dönmese veya üst aklı temsil eden kişilerle bir
araya gelmese -ki o anlarda geçen konuşmalar da çok soyut ve sloganvârî
kalıyor-, günümüzün mafya liderlerinden farkı kalmayacak. Bu konuda Edebali’nin
sahneden çekilmesinin iyi bir karar olmadığı kanısındayım. Kumral Abdal benzeri
Ahmed Yesevî dervişlerinin Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasındaki rolü bir
sağlam düşünce altyapısıyla verilerek kuruluş felsefesine de katkı
sağlanabilir.
Tarihî
filmleriyle bir döneme damgasını vuran Cüneyt Arkın ve Tamer Yiğit, diziye
zoraki yerleştirilmiş gibi bir hava veriyor. Özellikle Cüneyt Arkın’ın
üstlendiği rol, ciddiyetten uzak, tam bir masalsı kurguyu çağrıştırıyor.
Türklerin kaderine yön veren, devletler yıkıp devletler kurma gücüne sahip olan
bu aksakallıların (Börü Budun) teşkilâtı, aralarında geçen diyaloglarda tarihin
derinliklerinden gelen söylev ağırlığı ile hissedilmiyor. Tamer Yiğit’in rolü
ise, zamanında yaptıklarının cezasını, hattâ ıstırabını çeken birinin havasını
yansıttı. Liderlerin hastalığı ve ölümü dahi liderce olmalı ki tarihî
kişilikler seyirciyi hüsrana uğratmasın.
Tarihte
önemli kararların alındığı toylar, çok sığ ve basit sloganlardan ileriye
geçemiyor. Ocak ayı sonu itibariyle geldiği bölümlerde meşveretin öne geçtiği,
beylerin görüşlerinin değer bulduğu bir ortama rastlanmadı. Oysa liderleri
lider yapan, etrafındaki bilgelerdir.
Edebali,
âkil adamlar ve benzerlerinin ağırlığı olmadan atılacak devlet temeli sağlam
olmayacaktır. Yapımcı, yönetmen ve senaristlerin kurucu felsefeyi ciddiye
almadıkları konusunda şüpheleri çağrıştırmaktadır bu durum.
Kısaca
Osmanlı’nın kuruluş fikri altyapısı bu yapımda göz doldurmuyor. İzleyici
gözünde, Muhteşem Yüzyıl’daki Kanûnî’nin düşürüldüğü durum, burada da Osman
üzerinde yürümekte; maalesef bunu söylemek durumundayım. Bu tür sunumlar
kasıtlı yapılmıyorsa büyük bir hatâya düşülüyor demektir. Reyting uğruna insanların
zihninde belli seviyede oturmuş karakterlerin zayıflatılması, özellikle genç
neslin tarih şuuru oluşturmasına bırakın olumlu katkı sağlamayı, mevcut olanı
dahi zayıflatacaktır. Özellikle Türk izleyicisi, tarih özlemiyle ekran
karşısına geçtiğinde atalarının sadece kılıç kalkan salladığını görmek
istemeyecektir.
Altyapısı
sağlam bir yapım: “Uyanış”
Bir
başka tarihî dizi, “Uyanış: Büyük Selçuklu”… Daha bir devlet geleneği olan,
kültürel altyapısıyla yoluna devam eden bir dizi olarak görünüyor bu yapım.
Onun da döneme uygun dil kullanabildiğini zannetmiyorum. Bu hususta
danışmanların konuya yeniden el atmasında yarar var. Umarım reyting uğruna
tarihin temel meseleleri göz ardı edilmez, Türk-İslâm Medeniyeti’nin gücünü
ortaya koyan ilgi çekici sahneleriyle uzun ömürlü olur.
İlk
dizide yaşatılan büyük devlet savaşı görülmemekle birlikte, Melik Şah’ın bir uç
beyi gibi küçük gruplarla çarpışmalara girmesi çok sığ kalıyor. Özellikle “bilim
insanı” (hâce) unvanı ve “mülke nizam veren” ismini alan Nizamülmülk’ün, elinde
savaş baltası ile ortaya çıkması, Büyük Selçuklu’nun onlarca yıl siyâsetiyle
ayakta kalmasında emeği geçen bir vezir görüntüsünden uzaklaştırıyor. Nizamiye
Medreselerinin ve tarihin ilklerinden olan istihbarat örgütünün kurucusu bir kişiliğe
yakışmamış. Türklerin savaşçı bir millet olduğu ne kadar doğruysa, onun arka
plânında bir irfan ve tefekkürün olduğunu da unutmamak gerekir. Umarım ileriki
bölümlerde İmam Gazalî’nin de eline savaş baltası veya kılıç kalkan verilmez.
Bahsi geçen dizilerdeki kıyafetler tarihin şânına uygun şekilde hazırlanmış; bununla birlikte, erkeklerde başı açıklık konusunda düşünmekte yarar var. Türk erkeği İslâm’ı kabule kadar başında kalpak taşırdı ancak ondan sonra kalpak, Horasan sarığına dönüştü. Türklerin hiçbir zaman Emevî Arap sarığına bürünmediklerini de vurgulamak lâzım. Kıyafet töredir ve temel hassasiyetler her daim korunmuştur. Türkler yazılı metinler sayesinde değil, törelerinin canlılığını korumaları ve sözlü kültürleri sayesinde varlıklarını koruyabilmişlerdir.
Reyting uğruna insanların zihninde belli seviyede oturmuş karakterlerin zayıflatılması, özellikle genç neslin tarih şuuru oluşturmasına bırakın olumlu katkı sağlamayı, mevcut olanı dahi zayıflatacaktır.
Sonuç
Sadede
gelmek gerekirse…
Dizi
ve sinema filmleri tarihî belgeler değildirler, ancak tarihi buralardan aldığı
kırık dökük bilgilerle öğrenen toplumumuzda şanlı geçmişimizin yanlış
algılanacağını gözden kaçırmamak gerekir. Sinema filmi veya TV dizilerinin hem
iç kamuoyu, hem de dış dünyada vermesi gereken mesaj önemlidir. Dönemine
damgasını vuran toplum veya kişiliklerin, özellikle genç nesil tarafından
yanlış algılanmasına sebebiyet verilebilir. Bu hassasiyetle konular ele alınır,
temel değerler gözden kaçırılmadan film veya dizi tekniğine uygun işlenirse,
tarih şuuru oluşturmada yeri doldurulamayacak olumlu iz bırakılabilir.
Bu
açıdan bakıldığında, bu milletin ferdi olmaktan gurur duyan (bunda kesinlikle
şüphe yok), alanda üretilen sanat yapıtlarına emeği geçenler, omuzlarında ağır
bir yükün olduğunun bilincine varmalıdırlar. Şanlı geçmiş, olduğu seviyenin
altında veya çok üzerinde de verilebilir. Dikkat edilmesi gereken, asıl
gerçeklerden aşağıda kalmaması ve en azından tarihî kaynaklardaki gerçeklerin
uygun verilmesine özen gösterilmelidir. Bu yapılırken belgesel havasına
girmemeye de dikkat gerekir. Ortaya konulan sanat eseriyle normalin üstünde
ilgiye muhatap olunabilir, ekonomik yönden beklenenin üzerinde gelir elde edilebilir,
ancak verilecek yanlış bir imaj, zihinlere işlenecek ve bir daha kolay kolay
silinemeyecek olumsuz izler bırakabilir. Avrupalının her dönemde Türkleri
“Barbar” olarak vasıflandırmasının birer canlı belgesi olmamasına ayrıca özen
gerekir.
Bahsi
geçen diziler tamamen hayâl unsuru birer kurgu eseri olsa, söyleyecek hiçbir
sözümüz olamazdı. İsteyen izler, istemeyense elindeki kumandanın düğmesine
dokunarak başka kanala geçer; bu, tamamen izleyicinin keyfine kalmıştır. Ancak
söz konusu bizzat tarih ve doğrudan bir milletin temel yapılarıyla ilgili
dönemler ve de tarihî kişilikler olunca, o milletin herhangi bir mensubunun da
bir şeyler söyleme hakkı vardır diye düşünenlerdenim.
Okuma-araştırma
konusunda yeterli bir toplum olmadığımız dikkate alınınca, film ve dizi gibi
rağbet gören sanat eserlerinde, konunun özünden uzaklaşılmamasına dikkat
edilmelidir. Bugünün birçok sanat eseri, ileride karşımıza tarihî belge diye
çıkarılabilir veya yeterli kültürel altyapıya sahip olmayanlar tarafından
yanlış bilgilenmeye sebebiyet verebilir.
Sözlerime son verirken, her şeye rağmen emeği geçenleri kutluyor, bu eleştirilerimizin, bizim olanın daha iyisi olması özleminden başka hiçbir niyet taşımadığını söylemek istiyorum.