Tarihî dizilerin ortaya koyduğu imaj

“Çağrı” filmi ve onun başrol oyuncusu Anthony Quinn, karşımızda iyi bir temsildir. Yaşı kırkın üzerinde olup da o muhteşem eseri defalarca izlemeyen insan pek azdır. Hiç kimse filmi kimin yaptığı veya hangi sanatçıların oynadığına bakmadı. Hâlâ İslâmî filmler arasında zirvedeki yerini korumaktadır. Başrol oyuncusu ise Hıristiyan bir sanatçıdır. Onun kim olduğu ise esere hiçbir halel getirmemiştir.

MİLLETLER tarihî temelleri üzerine hayatiyetlerini sürdürürler. Köklü bir geçmişe sahip olan devletlerin gelebilecek her türlü tehlikeye karşı duruşu ve problemlerin üstesinden gelişi her zaman olumlu yönde fark yaratır. O toplumun mensupları bu bilinçle yetiştirilirse millet olma şuuru diri tutulur. O şuurun sürekliliği edebiyat ve sanatla pekiştirilir ve bireylerin zihnine işlendiğinde köklü bir millet ve devlet olmanın dayanağını oluşturur.

Yakın zamana kadar yabancı menşeli film ve dizileri izlerken geçmişi Milât’tan önce 5000’li yıllara kadar uzanan ve sayısız devlet kuran, hattâ imparatorluk düzeyinde on altı devlet inşâ eden bir milletin mensubu olmaklığımızla ilgili ciddî bir sinema filmi veya TV dizisine sahip olamamanın ezikliğini her daim içimizde hissettik. Birçoğu kurgu da olsa yabancıların film ve dizilerini gıpta ile izledik.

1980’li yıllarda Tarık Buğra’nın romanından uyarlanan, yönetmenliğini Yücel Çakmaklı’nın yaptığı “Kuruluş ‘Osmancık’” dizisi gibi bir iki küçük örnek dışında ele alınacak bir eser ile pek karşılaşmadık. Bu da millet olarak sanata, sanatçıya ve onların ürettiklerine ne kadar değer verdiğimizin bir göstergesi olsa gerek.

Bu çalışmalar, ekonomik güç ve millî iradeye sahip olunması gereken bir oluşum olmakla birlikte, sanatsal yönden belirli bir kaliteye ulaşmayı da gerektirmektedir. Gücü olanlar bize ve bizim olana ilgi göstermedi, iradesi olan da imkânsızlıklar nedeniyle yola çıkmaya cesaret edemedi veya gerekli sanatsal desteği bulamadı. Kısaca söylemek gerekirse, benzer sebeplerden dolayı arzu edilen yönde uzun yıllar önemli bir gelişme sağlanamadı.

Son yıllarda dikkat çeken TV dizileri oldu. İlklerden sayılabilecek Muhteşem Yüzyıl, saray içi sahneleri ve -Osmanlı kadınlarına dekolte kıyafet giydirmelerini saymazsak- kostümleriyle oldukça göz doldurdu. Bununla birlikte kırk altı yıl sultanlık yapan ve ömrünün çoğunu cephelerde geçiren, hattâ ölümü dahi seferde gerçekleşen bir padişah, saray içi kumpaslar içinde boğdurulduğu için dizi, haklı olarak gerçeklerden uzak olmakla eleştirildi. Buna rağmen toplumda tarih merakını körükledi, tarihî araştırma kitapları ve tarihî romanların satışında beklenmeyen ölçüde bir artışa vesile oldu.

Kurtuluş Savaşı yıllarıyla ilgili “Vatanım Sensin” ve “Ya İstiklâl, Ya Ölüm” gibi üretimler de işledikleri dönemlerle ilgili tatmin edici olmasa da gönülleri serinleten çalışmalar olarak yerlerini aldılar. Mustafa Kemal’in arada bir bahçeye çıkıp silah atış talimi yapması gibi basit sahnelerin yanında bu dizilerin akışındaki heyecanı törpüleyen sahneler keşke olmasaydı.

Bunlar ve benzerleri, ya yayınlayan TV kanalı ya da rol alan sanatçıların ideolojik yapıları yüzünden toplumun tamamını kucaklayamadı. Günlük siyâsetteki tarafgirlik burada da kendisini gösterdiği için benzer eserleri izleme fırsatını kaçıranların çok olduğu ise sosyal medyada çıkan haberlerden anlaşılmaktadır. Oysa sanatsal değeri yüksek olan dizi veya filmleri kim ya da kimlerin ortaya koyduğu, hangi sanatçıların rol aldığından çok, ortaya çıkan ürünün kalitesine bakılmalıdır. Önemli bir örnektir; “Çağrı” filmi ve onun başrol oyuncusu Anthony Quinn, karşımızda iyi bir temsildir. Yaşı kırkın üzerinde olup da o muhteşem eseri defalarca izlemeyen insan pek azdır. Hiç kimse filmi kimin yaptığı veya hangi sanatçıların oynadığına bakmadı. Hâlâ İslâmî filmler arasında zirvedeki yerini korumaktadır. Başrol oyuncusu ise Hıristiyan bir sanatçıdır. Onun kim olduğu ise esere hiçbir halel getirmemiştir.


“Diriliş Ertuğrul” topluma ne gösterdi?

Geçen yıllarda başlayıp günümüzde devam eden ve televizyon dizisi olarak yer alan üç diziyle ilgili düşüncelerimi ortaya koyacak olursam, ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır diye düşünüyorum...

Yayın sırasına göre öncelikle “Diriliş Ertuğrul”u ele almak istiyorum. Bu dizi, yayınlanmaya başlamasından itibaren toplumun büyük bir kesiminde heyecan yarattı; yayın devam ettikçe izleyenlerin sayısı Türkiye şartlarında zirveye ulaştı. Bu dizi de “Muhteşem Yüzyıl” gibi dönemin kostümleri ve savaş sahneleriyle dikkat çekti. Genel mânâda bakıldığında büyük bir açığı kapattı ve bu milletin mensubu olmaktan gurur duyanlar tarafından ilgiyle takip edilir oldu. Kısa zamanda ünü dünyaya yayıldı ve beklenmedik rağbet gördü. Doğal olarak bu milletin mensuplarının göğsünü kabarttı. Yapımcısından yönetmenine ciddî bir güven oluştu. Bu sayede kısa olsa da birçok tarihî konu ve kişiliğin işlendiği başka dizlere de imza atıldı ve birçok değinilmeyen konu olduğu için belli bir açığın kapanmasına vesile olmayı sürdürdü.

Ancak bu dizi, tarihî gerçeklere göre çelişkilerle dolu olduğu yönde eleştiriler aldı. Tarihî kronolojiye, gerçekliğe ve kahramanların yaşanan döneme uygun olup olmadığı konularında konunun uzmanlarınca eleştirildi. Özellikle de konuşma dili hiç samîmi gelmedi. Uydurulmuş bir yöre ağzı havası vermesi uygun gitmedi. Sıkça başvurulan, kahramanların mucize kurtuluşları ve seyircinin zihninde şüphe oluştursa da arka plânının sonradan gösterilmesi ise seyircinin şüphesini gidermesi açısından iyi örneklerden sayılabilir.

Âcizâne tarihi seven ve tarihî eserleri okuyan biri olarak, temel konuları bir tarafa bırakarak Anadolu Selçuklularının ağırlığı ve zihinsel yapısının ortaya konulmasında yetersiz kaldığı düşüncesindeyim ayrıca. Türklerin İslâmiyet’e bakışı, insanların o dönem yaşantılarında çelişkiler olduğu kanaatindeyim. Böylece ileride temelleri atılacak devletin fikri altyapısının zayıf kaldığı görüşümü korumaktayım. Ahmed Yesevî dervişlerinin rolü, Ahi Evren, Hacı Bektaş Veli, Yûnus Emre gibi zamanın önde gelen fikir önderleri görmezden gelindi. İslâmî düşünce, Arap Emevî zihniyetiyle işlendi. Oysa Türkler İslâm’ı,  Maturidî ve İmam-ı Âzam gibi dönemin zirve kişiliklerinden yararlanarak seçti ve öz kaynağından öğrenerek yaşamayı sürdürdüler.

İzleyici, demirci başının çocuklarla birkaç defa bir araya gelmesi dışında toplumun zihnî yapısını ortaya koyan konuşmalardan ve sahnelerden mahrum bırakıldı. Beylerin sloganvârî kullandıkları bir kısım cümleleri hiç dikkate almıyorum. Ruhsuz söylemlerden ileri gidemediği için belleklerde fazla yer bulduğunu zannetmiyorum. Süleyman Şah ve Hayme Hatun nispeten göz doldurdu. Ayrıca Ertuğrul karakterinin göz doldurduğunu yâd etmeden geçemeyeceğim.

Savaş sahnelerine gelince… Uç beylerinin mücadelelerini saymazsak, ciddî sahnelere şâhit olmadık. Kılıç kalkan oyunu oynar gibi küçük gruplarla savaş sahneleri verilmekle yetinildi. Teknolojinin gücünden yararlanılarak savaş sahneleri zenginleştirilebilirdi. Buna rağmen büyük bir açığı doldurması açısından zihinlerde azımsanmayacak bir yer tuttu.

“Kuruluş Osman” ne kadar dikkat çekici?

Aynı ekibin başlattığı “Kuruluş Osman” dizisi, birincinin üstüne önemli bir beklenti oluşturdu. Beklentinin aksine, kurucu devlet temellerini oluşturması açısından binlerce izleyiciyi hüsrana uğrattığını söylemek zorundayım. “Diriliş Ertuğrul” gibi ciddî bir esere imza atan ekibin burada daha bilinçli ve daha kaliteli bir eser ortaya koyması beklenirdi.

Sanatsal tecrübenin yanında “Diriliş Ertuğrul” gibi bir yapımın üzerine inşâ edilen olaylar dizisi, birincisinden daha kaliteli sahne ve diyaloglarla ilerlemeliydi. Oysa mevcut gidişatıyla çıtanın oldukça aşağılara düştüğünü söylemeden geçemeyeceğim.

Altı yüzyılı aşkın yaşayan bir devletin temellerini düşünüyorum da, dizide görüldüğü gibi küçük bir boy ve birkaç kişinin kılıç kalkan oyunuyla kurulmadığının ciddiyeti oturmamış. Tarihî gerçeklerin dikkate alınmadığı izlenimi verilmeye devam ediliyor. Aile içi ve beylikler arası ilişkiler, felsefî altyapısıyla büyük idealleri olan kişilerden oluşmadığı da cabası... Savaşçı bir millet olduğumuzu biliyoruz, ancak o savaşlar sağlam fikrî temeller üzerine oturtulmalıydı. Savaşlar, devletler için amaç değil, araçtırlar. Araç amacın önüne geçerse, arzu edilen hedefe ulaşmak mümkün olmayabilir. Bundan dolayıdır ki, savaşı “gazâ” yapan bir oluşumdur Osmanlı.

Öyle zannediyorum ki, birçok hususta olduğu gibi burada da reyting uğruna önemli konular geçiştirilmiş. Devlet kuran ve kurduğu devlet adıyla anılan bir bey, kılıç şakırdatmaktan ileriye bir türlü geçemedi. “Diriliş Ertuğrul” dizisindeki bey de fevri davranışlar sergiliyordu ancak nispeten beyliğe yakışır ve belli bir altyapının üzerine yürüyordu. Osman, bu konuda varoşlarda yetişmiş, bilek gücüne güvenen başıboş delikanlı havasında yoluna devam etti. Umulur ki, beylik dönemi kültürel altyapısı sağlam bir kişiliği sergiler.

Osman karakteri arada bir rüyalara dönmese veya üst aklı temsil eden kişilerle bir araya gelmese -ki o anlarda geçen konuşmalar da çok soyut ve sloganvârî kalıyor-, günümüzün mafya liderlerinden farkı kalmayacak. Bu konuda Edebali’nin sahneden çekilmesinin iyi bir karar olmadığı kanısındayım. Kumral Abdal benzeri Ahmed Yesevî dervişlerinin Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasındaki rolü bir sağlam düşünce altyapısıyla verilerek kuruluş felsefesine de katkı sağlanabilir.

Tarihî filmleriyle bir döneme damgasını vuran Cüneyt Arkın ve Tamer Yiğit, diziye zoraki yerleştirilmiş gibi bir hava veriyor. Özellikle Cüneyt Arkın’ın üstlendiği rol, ciddiyetten uzak, tam bir masalsı kurguyu çağrıştırıyor. Türklerin kaderine yön veren, devletler yıkıp devletler kurma gücüne sahip olan bu aksakallıların (Börü Budun) teşkilâtı, aralarında geçen diyaloglarda tarihin derinliklerinden gelen söylev ağırlığı ile hissedilmiyor. Tamer Yiğit’in rolü ise, zamanında yaptıklarının cezasını, hattâ ıstırabını çeken birinin havasını yansıttı. Liderlerin hastalığı ve ölümü dahi liderce olmalı ki tarihî kişilikler seyirciyi hüsrana uğratmasın.

Tarihte önemli kararların alındığı toylar, çok sığ ve basit sloganlardan ileriye geçemiyor. Ocak ayı sonu itibariyle geldiği bölümlerde meşveretin öne geçtiği, beylerin görüşlerinin değer bulduğu bir ortama rastlanmadı. Oysa liderleri lider yapan, etrafındaki bilgelerdir.

Edebali, âkil adamlar ve benzerlerinin ağırlığı olmadan atılacak devlet temeli sağlam olmayacaktır. Yapımcı, yönetmen ve senaristlerin kurucu felsefeyi ciddiye almadıkları konusunda şüpheleri çağrıştırmaktadır bu durum.

Kısaca Osmanlı’nın kuruluş fikri altyapısı bu yapımda göz doldurmuyor. İzleyici gözünde, Muhteşem Yüzyıl’daki Kanûnî’nin düşürüldüğü durum, burada da Osman üzerinde yürümekte; maalesef bunu söylemek durumundayım. Bu tür sunumlar kasıtlı yapılmıyorsa büyük bir hatâya düşülüyor demektir. Reyting uğruna insanların zihninde belli seviyede oturmuş karakterlerin zayıflatılması, özellikle genç neslin tarih şuuru oluşturmasına bırakın olumlu katkı sağlamayı, mevcut olanı dahi zayıflatacaktır. Özellikle Türk izleyicisi, tarih özlemiyle ekran karşısına geçtiğinde atalarının sadece kılıç kalkan salladığını görmek istemeyecektir.

Altyapısı sağlam bir yapım: “Uyanış”

Bir başka tarihî dizi, “Uyanış: Büyük Selçuklu”… Daha bir devlet geleneği olan, kültürel altyapısıyla yoluna devam eden bir dizi olarak görünüyor bu yapım. Onun da döneme uygun dil kullanabildiğini zannetmiyorum. Bu hususta danışmanların konuya yeniden el atmasında yarar var. Umarım reyting uğruna tarihin temel meseleleri göz ardı edilmez, Türk-İslâm Medeniyeti’nin gücünü ortaya koyan ilgi çekici sahneleriyle uzun ömürlü olur.

İlk dizide yaşatılan büyük devlet savaşı görülmemekle birlikte, Melik Şah’ın bir uç beyi gibi küçük gruplarla çarpışmalara girmesi çok sığ kalıyor. Özellikle “bilim insanı” (hâce) unvanı ve “mülke nizam veren” ismini alan Nizamülmülk’ün, elinde savaş baltası ile ortaya çıkması, Büyük Selçuklu’nun onlarca yıl siyâsetiyle ayakta kalmasında emeği geçen bir vezir görüntüsünden uzaklaştırıyor. Nizamiye Medreselerinin ve tarihin ilklerinden olan istihbarat örgütünün kurucusu bir kişiliğe yakışmamış. Türklerin savaşçı bir millet olduğu ne kadar doğruysa, onun arka plânında bir irfan ve tefekkürün olduğunu da unutmamak gerekir. Umarım ileriki bölümlerde İmam Gazalî’nin de eline savaş baltası veya kılıç kalkan verilmez.

Bahsi geçen dizilerdeki kıyafetler tarihin şânına uygun şekilde hazırlanmış; bununla birlikte, erkeklerde başı açıklık konusunda düşünmekte yarar var. Türk erkeği İslâm’ı kabule kadar başında kalpak taşırdı ancak ondan sonra kalpak, Horasan sarığına dönüştü. Türklerin hiçbir zaman Emevî Arap sarığına bürünmediklerini de vurgulamak lâzım. Kıyafet töredir ve temel hassasiyetler her daim korunmuştur. Türkler yazılı metinler sayesinde değil, törelerinin canlılığını korumaları ve sözlü kültürleri sayesinde varlıklarını koruyabilmişlerdir.

Reyting uğruna insanların zihninde belli seviyede oturmuş karakterlerin zayıflatılması, özellikle genç neslin tarih şuuru oluşturmasına bırakın olumlu katkı sağlamayı, mevcut olanı dahi zayıflatacaktır.

Sonuç

Sadede gelmek gerekirse…

Dizi ve sinema filmleri tarihî belgeler değildirler, ancak tarihi buralardan aldığı kırık dökük bilgilerle öğrenen toplumumuzda şanlı geçmişimizin yanlış algılanacağını gözden kaçırmamak gerekir. Sinema filmi veya TV dizilerinin hem iç kamuoyu, hem de dış dünyada vermesi gereken mesaj önemlidir. Dönemine damgasını vuran toplum veya kişiliklerin, özellikle genç nesil tarafından yanlış algılanmasına sebebiyet verilebilir. Bu hassasiyetle konular ele alınır, temel değerler gözden kaçırılmadan film veya dizi tekniğine uygun işlenirse, tarih şuuru oluşturmada yeri doldurulamayacak olumlu iz bırakılabilir.

Bu açıdan bakıldığında, bu milletin ferdi olmaktan gurur duyan (bunda kesinlikle şüphe yok), alanda üretilen sanat yapıtlarına emeği geçenler, omuzlarında ağır bir yükün olduğunun bilincine varmalıdırlar. Şanlı geçmiş, olduğu seviyenin altında veya çok üzerinde de verilebilir. Dikkat edilmesi gereken, asıl gerçeklerden aşağıda kalmaması ve en azından tarihî kaynaklardaki gerçeklerin uygun verilmesine özen gösterilmelidir. Bu yapılırken belgesel havasına girmemeye de dikkat gerekir. Ortaya konulan sanat eseriyle normalin üstünde ilgiye muhatap olunabilir, ekonomik yönden beklenenin üzerinde gelir elde edilebilir, ancak verilecek yanlış bir imaj, zihinlere işlenecek ve bir daha kolay kolay silinemeyecek olumsuz izler bırakabilir. Avrupalının her dönemde Türkleri “Barbar” olarak vasıflandırmasının birer canlı belgesi olmamasına ayrıca özen gerekir.

Bahsi geçen diziler tamamen hayâl unsuru birer kurgu eseri olsa, söyleyecek hiçbir sözümüz olamazdı. İsteyen izler, istemeyense elindeki kumandanın düğmesine dokunarak başka kanala geçer; bu, tamamen izleyicinin keyfine kalmıştır. Ancak söz konusu bizzat tarih ve doğrudan bir milletin temel yapılarıyla ilgili dönemler ve de tarihî kişilikler olunca, o milletin herhangi bir mensubunun da bir şeyler söyleme hakkı vardır diye düşünenlerdenim.

Okuma-araştırma konusunda yeterli bir toplum olmadığımız dikkate alınınca, film ve dizi gibi rağbet gören sanat eserlerinde, konunun özünden uzaklaşılmamasına dikkat edilmelidir. Bugünün birçok sanat eseri, ileride karşımıza tarihî belge diye çıkarılabilir veya yeterli kültürel altyapıya sahip olmayanlar tarafından yanlış bilgilenmeye sebebiyet verebilir.

Sözlerime son verirken, her şeye rağmen emeği geçenleri kutluyor, bu eleştirilerimizin, bizim olanın daha iyisi olması özleminden başka hiçbir niyet taşımadığını söylemek istiyorum.