Tarihi anlamak Türkiye’yi anlamaktır

Başkomutanlık Yasası, Türkiye’de tek adamlı/tek partili düzenin başlangıcıdır, temelidir. Ne yazık ki savaş şartlarında, o dönemin Meclis’inde pek az milletvekili bu yetkilere itiraz etmiştir.

TARİH kitapları, ilmihâl ya da kanun kitabı gibi değildir. Hüküm koyan, koyduğu hükümleri tartıştırmayan, o hükümleri tartışmak isteyenleri mutlak şekilde suçlu görüp mahkûm eden kaynaklar değildirler.

Elbette tarihin de kendine göre kanunları vardır. Sosyal bilimlerin bir şubesi olan tarih, siyasete çok açık, siyasetin etkisinde ve onun tarafından içi doldurulan bir alandır. Siyasette bir taraf için çok doğru olan bir husus, başka bir taraf için mutlak yanlış olabilir.

İktidar için siyâsî mücadeleyi kazananlar, her zaman kendi anlayışlarına göre bir tarih telâkkisi de geliştirir, sonraki kuşaklara miras bırakırlar. Belki bunun istisnası Türkiye’deki yirmi yıllık iktidardır. Bu uzun iktidarsa, döneminde kendine mahsus bir tarih telâkkisi oluşturamadı.

Faşizm/komünizm tabiatı gereği icat ettiği her tezin mutlak doğru olarak kabul edilmesini istemiştir. O tezlere itiraz edenler suçlu/hain sayıldıkları gibi bir varmış/bir yokmuş edilerek tasfiye olmuşlardır. Kemalist tarih telâkkisi, dikkat edilirse faşizmin/komünizmin tutumunu içselleştirmiştir. Kemalist görüş tek hakikat sayılmış, onu kabul etmeyenler yüz yıldan beri suçlu/hain sayılmışlardır. Üniversitelere, kütüphanelere, sinema, tiyatro ve resmî törenlere sokulmadıkları gibi oralarda sabah akşam hedef hâline getirilmişlerdir.

“Atatürk düşmanlığı” diye, hiçbir evrensel hukuk ölçüsüne uymayan tarifsiz/kanunsuz bir suç icat etmişlerdir. Yüz yıldan beri herkesi bu tarifsiz/kanunsuz suçlamayla susturmaya, toplum nezdinde hakir göstermeye çalışmışlardır. Bütün resmî tören ve kutlamaları bunun bahanesi olarak kullanmışlardır.

Faşizmden/komünizmden en önemli farkı ise, onlar yıkılıp gittikleri hâlde Kemalist telâkki vesayet düzeniyle varlığını sürdürmektedir. İşte o tarih telâkkisinin örneklerinden birinin yıl dönümündeyiz.

101 yıl önce, 9 Eylül 1922 günü İzmir, Sakallı Nureddin Paşa komutasındaki ordu tarafından kurtarılmıştır. Kutlu olsun. Şehit ve gazilere rahmet diliyorum. Yunanlar şapkalarını, tanrılarını ve bütün kültürel kirliliklerini bırakıp gitmişlerdir.

Bugün kutlama törenleri yapanlar, İzmir’den kovulan şapkalı Yunanlara mı, yoksa onları kovan kalpaklı Türklere mi benziyorlar? Kutlamaları yapanlar, sirtaki gibi Yunan oyunlarını Yunan bayrağı renklerinden oluşan kıyafetler giyerek meydanlarda tekrarlayabilmektedirler. Savaşı kaybeden Yunanların kültürel hâkimiyeti geri dönerek, yazık ki Ankara’da bir hâkimiyet tesis etmiştir.

CHP Genel Başkanı Kemal Paşa, İzmir’e ancak 10 Eylül 1922’de gelebilmiştir. Buna rağmen, bugün her yerde Kemal Paşa’nın adı olup Nureddin Paşa’nın adının anılmayışı nankörlüğün cisimleşmiş ve şamatalaşmış hâlidir.

Aslında Yunanlar 7 Eylül günü İzmir’i, rıhtımda bekleyen İtilaf Devletleri donanmasına bırakarak gitmişlerdir. Türk tarafı ancak iki gün sonra İzmir’e ulaşıp İtilaf Devletleri’nden İzmir’i teslim almıştır. Denize döküldüğü iddia edilen Yunanlardan hiçbir fotoğraf kalmamıştır. Böyle bir şey olsaydı fotoğrafı olmaz mıydı? Kemal Paşa fotoğrafa meraklıdır. Özel fotoğrafçılarını arkasından gezdirmiş, bazen Ankara’da karlar üzerinde yatarken, bazen Kocatepe’de kayalık üzerinde sigara içerken fotoğraflarını çektirip sonraki iktidar dönemine hazırlık yaptırmıştır. Ancak denize dökülen Yunanlardan kalan bir tek fotoğraf karesi yoktur.

Hikâyeye göre Kemal Paşa, İzmir’e gittiğinde İzmirlilerin yoluna serdiği Yunan bayrağını çiğnememiş, “O, bir milletin onurudur/sembolüdür, çiğneyememem” demiştir. Böylece o günün İzmirlisi ile Paşa arasında Yunanlara karşı derin bir duygu farklılığının olduğu görülmüştür. Sonraki yıllarda Türk halkının sembolü sayılan pek çok şey hükümet zoruyla yıkılmış, yeni semboller icat edilmiştir. Türk halkı kendi sembollerinin dokunulmaz olmadığını görüp anlamıştır.

“Sakallı Nureddin Paşa kimin komutasındadır? Onun başarısı, bağlı olduğu makamın eseridir” gibi itirazlar, Kemalist tarih telâkkisi bakımından çok isabetli değildir. Çünkü Kemal Paşa’nın Çanakkale Cephesinde Enver Paşa’nın ya da Padişah Reşat’ın komutasında olduğunu hiç hatırlamayanlar, her şeyi hayâli bir şekilde Yarbay Kemal Bey adıyla açıklayanlar, sıra Yunan Savaşı’na gelince birdenbire Sakallı Nureddin Paşa’nın bağlı olduğu silsileyi anma ihtiyacı duymaktadırlar. Bu durum büyük bir çelişkidir.

Askerî hiyerarşi her zaman her cephede önemlidir. Bu silsilenin önemini sadece Nureddin Paşa adını gölgelemek için hatırlatmak, siyâsî ve önyargılı bir tutumdur. Bilimsel değildir. Mantıklı hiç değildir. Yunan Savaşı’nda Fahreddin (Altay) Paşa, süvari kolordusu komutanıdır. Dönemin ordu düzenlemesine göre süvariler, düşmanı kovalayan öncü birliklerdir. Fahreddin Paşa görevini o kadar hızlı ve çabuk yapmıştır ki Yunanlar Afyon’dan İzmir’e kadar her yeri yakıp yıkarak gidebilmişlerdir.

Kemal Paşa’da Enver Paşa’ya karşı bir kıskançlık ve onu taklit etme çabası her zaman baskın olmuştur. Enver Paşa saraya damat olmuş, Kemal Paşa ise saraya damat olmak için çok uğraşmış ama başarısız olmuştur. Enver Paşa, gözükaralığı ile kısa sürede yükselmiştir. Kemal Paşa gözükara olmadığı gibi çok tedbirli davranmıştır. Saraya damat olmasına Vahideddin “Hayır” dediği için bunu asla unutmamış, bütün Osmanlı Sülâlesini yurt dışına sürgün edip onları düşmana muhtaç duruma getirmiştir.

Mevzuat icabı Padişah’a “Başkumandan” denildiği için Enver Paşa’ya da “Başkumandan Vekili” denilmiştir. Kemal Paşa ise Enver’in kullandığı bu unvandan daha fazlasını alarak onu geçme isteğinde olmuştur. Enver “Başkomutan Vekili” iken aynı zamanda Yemen’de, Kafkasya’da, Sina’da, Galiçya’da, Irak ve Güney Azerbaycan’da yani birkaç cephede Osmanlı ordularını sevk ve idare etmiştir. Kemal Paşa ise yalnızca Batı Cephesindeki savaşı idare etmiş olmasına rağmen kendisine “Başkumandan” unvanının verilmesini istemiştir.

Kemal Paşa, inatla Albay İsmet Bey’i Batı Cephesi Komutanı yapmış, yeteneksiz İsmet Bey’den dolayı Yunanlar Temmuz 1921’de üç şehri (Afyon-Kütahya-Eskişehir) birden ve bir hafta içinde işgal etmiştir.

Normalde bu işten Kemal Paşa da sorumlu olduğundan özür dileyip istifa etmesi gerekirken, ordunun askerlik icabı geri çekildiğini iddia etmiştir.

Zaten Osmanlı komutanlarının önemli bir kısmı da İngilizler tarafından Malta’da tutuklu bulundurulduğundan, ortada komutan olarak görevlendirilecek fazla kimse yoktur. Karabekir de inatla “Erzurum’dan ayrılmam” dediği için, Meclis’te bu konulardan habersiz kimseler, Kemal Paşa’nın cepheye komutan olarak gitmesi için ısrar etmişlerdir. Paşa ise bir yandan cepheye gidip gitmemek konusunda tereddüt ederken, diğer yandan kendisine “Kaşkomutanlık ve Meclis’in yetkilerinin verilmesini” şart koşmuştur.

Kemal Paşa o esnada, kendisi hem Meclis Başkanı, hem Başbakan, hem de Devlet Başkanı yetkilerini kullanmaktayken, Başkumandanlık Yasası ile bu yetkilerine ilâveten tek kişilik meclis olma yetkisi de almıştır. ABD’nin kurucusu sayılan George Washington, ABD Kongresi tarafından başkomutan seçildiğinde kendisine “kongrenin yetkilerinin verilmesini” istememiştir.

Dünyada bunun bir örneği var mıdır ki meclis bir komutanı cepheye gönderirken, o komutan meclis yetkilerini istemiş olsun? İşte ABD Bağımsızlık Savaşı’nda görüldüğü gibi, böyle bir örnek yoktur.

Yurt içinde ya da Türkiye tarihinde böyle bir örnek var mıdır? Kâzım Karabekir Doğu Cephesi Komutanı olarak atandığında, Doğu Cephesini sevk ve idare ederken Meclis yetkilerini, Başkomutanlık unvanını istememiştir. Kemal Paşa aynı anda birkaç cephedeki savaşı idare etmek için değil, yalnızca Batı Cephesindeki savaşı idare etmek için, Ankara’da ne kadar unvan, ne kadar yetki varsa hepsinin kendisine verilmesini şart koşmuştur.

Üstelik bu şartları ileri sürerken, “kendisinin Ankara’dan uzaklaştırılmak istendiği” gibi vesveseleri de olduğunu Nutuk’ta yazmıştır.

Kısaca Kemal Paşa, tıpkı Karabekir gibi yalnızca bir cephedeki, Batı Cephesindeki savaşı idare etmiştir. Meclis Doğu Cephesi için bu yetkileri/unvanları Karabekir’e vermemişken, Batı Cephesi için bu yetkileri (sırf siyâsî nedenlerle, biraz da Enver Paşa’nın unvanlarını geçmek için) Kemal Paşa’nın isteğini sunmuştur. Bu unvan son defa Temmuz 1922’de ve üç aylığına verilmiştir. Ancak Kemal Paşa, 1927’ye kadar “Başkomutan” unvanını resmen kullanmıştır. Başkomutanlık Yasası, Türkiye’de tek adamlı/tek partili düzenin başlangıcıdır, temelidir. Ne yazık ki savaş şartlarında, o dönemin Meclis’inde pek az milletvekili bu yetkilere itiraz etmiştir.

Fatih’in komutanlık yeteneği ile Kemal Paşa’nın komutanlığını karşılaştırıp (Fatih de fethettiği şehirlere ordunun arkasından sonradan gitmiştir), bu yüzden Kemal Paşa’nın da İzmir’in kurtarılmasından bir gün sonra gitmesini savaşın tabiatına bağlamak mümkün müdür? Hatırlanmalıdır ki, Millî Mücadele bir fetih savaşı değil, işgalcilere karşı eldekini savunma ya da geri alma savaşıdır. Bu yüzden fethin şartlarından çok farklıdır. Fatih hiçbir yerin kaybedilmesine, işgaline sebep olup sonradan orayı geri almak için savaşmamıştır. Çünkü Fatih’in dönemi fetihlerle geçmiştir.

Fatih, önce bir yerin işgal edilmesine sebep olmuş, sonra da orayı düşmandan geri almakla övünmüş değildir. Oysa Millî Mücadele, Suriye Cephesinde Osmanlı Yıldırım Orduları Grubunun bilerek bozguna uğratılmasından dolayı ortaya çıkmıştır. Kemal Paşa ise o cephede önce 7’nci Ordu Komutanı, sonra Yıldırım Orduları Komutanı olmuştur. Dolayısıyla cephenin çökmesinden birinci derecede sorumlu olan şahıstır.  

Kemal Paşa, Başkomutanlık unvanı gibi “CHP Genel Başkanı” unvanını da çok önemsemiştir. Kemal Paşa, CHP Genel Başkanlığını o kadar önemsemiştir ki ölürken mal varlığını ve bankasını CHP’ye miras olarak bırakmıştır. “Türklerin atası” soyadını CHP’liler ona vermiş, Kemal Paşa da bu soyadını memnuniyetle ömrünün son dört yılında kullanmıştır. Ama o ölürken mal varlığını, kanun ile atası sayıldığı Türklere değil, sadece CHP’ye bırakmıştır.

Görüldüğü gibi tarihi anlamak ve bugünün Türkiye’sini kavramak ancak yeni bir tarih telâkkisiyle mümkün olmaktadır. Yeni bir tarih anlayışına vâkıf olmadan, resmî törenlerde uluorta tekrarlanan nakaratların yersizliğini, hatta sonradan nasıl kurgulandığını fark etmek mümkün değildir. Kemalist tarih telâkkisini bırakmalı, tarih biliminin imkânları ve kuralları ile geçmişi ve Türkiye’yi anlamaya çalışmalıyız.