Tarih yalnızca bilinç için olmalı: Azerbaycan'a stratejik bakış

İran’da Ermeni’nin adı, kültürel hakları ve kurumları ile vardır ama Türk’ün adı, kültürel hakları ve kurumları ile yoktur. Bunun doğal bir sonucu olarak, Türklerin Farslara karşı muhalefeti giderek nefrete dönüşmüştür. Ancak her nedense Türkiye’de bazı çevreler olup biteni görüp analiz etmek yerine, olaylara hâlâ kaldıkları yerden, 16’ncı yüzyıldan bakmaya devam etmektedirler.

TARİH bize sorunlarımızı çözecek imkânları/fırsatları verirse, bu önemli olur. Tarihi; sorunları kalıcılaştıran, büyüten, yenilerini icat eden bir araç hâline getirenler, toplum için bir iyilik yapmış olmazlar.

Tarih; insanları aldatmanın, dayanışma içinde olması gerekenlerin kin ve nefretle doldurulmalarının bir aracı/alanı hâline getirilmemelidir. Böyle yapıldığında ortaya çıkan hâsılanın, kimlerin faydasına, kimlerin zararına olduğunu düşünmek icap etmez mi?

Elbette tarihte olup bitenler, her zaman toplumun hayrına işler olmamıştır. İşte onları bulup yeniden tekrarlamanın, tedavüle sürmenin hangi tarafa ne tür faydalar/zararlar getirdiğini hesaba katmayanların tarih bilinci olmadığı, hattâ bunun önünde engel oluşturdukları da teslim edilmelidir.

Tarih, toplum için her şeyden önce bir bilinç inşâ etme alanı olmalıdır. O bilinçle toplum daha donanımlı, zorluklara karşı daha hazırlıklı olacaktır. Toplumu böyle bir bilinç ve hazırlıktan yoksun bırakanlar, aslında tarihte kalmış birkaç kişiliğin günümüzdeki yansımalarından başka bir şey değildirler.

***

Tarihle meşgul olanların, “Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi’nden sonra İran’a yürümek istedi” diye yazması hakikate uyar mı? O tarihte “İran” mı vardı?

Safevîlerin üzerine yürüyüp onlarla cenk etmek, İran’a yürümek değildir. Evet, İran, Safevîliğin siyâsî mîrası üzerinde meydana gelmiş ise de Safevî Devleti, İran değildir. Safevîlik mîrası üzerine kurulan İran’da Fars hegemonyası ve bağnazlığı vardır. Safevîlikte ise Şia bağnazlığı ve hegemonyası vardı. İkisi arasındaki farkı tarihle meşgul olanların teslim etmeleri gerekirken, nasıl bunu yok sayabilirler?

İran’ın hiçbir yerinde Safevî adı görünür değildir. Safevîliğin Şia taassubu ön plânda iken, İran’ın Fars taassubu ve yayılmacılığı ön plândadır.

Safevîlik ile İran benzerliği, ikisini bir ve aynı etmez. Milât sonrası 2020’de, dünyayı Yavuz Sultan Selim ya da Şah İsmail’in penceresinden görme çabasının bir anlamı ya da karşılığı var mıdır? Muhtemelen yoktur. Safevîlik eleştirilerini getirip İran’a bağlamak, işgal altındaki Güney Azerbaycan’da işgale, Fars hegemonyasına karşı oluşan nefreti görmemek demektir. Buna mecbur muyuz? Onu görmemek en çok Fars hegemonyasının işini kolaylaştırmaz mı?

Mezhep bağlılığını verili bir durum sayarak, onunla birlikte dayanışma yolunun çâresini aramak yerine bu bağlılığı çözümün önünde bir engel gibi görmek, Şia üzerinde Fars tekelini tahkim etmeye çalışan İran resmî mâkâmlarının işini kolaylaştırmak değil midir?

Böyle bir kolaylığı altın tepsi içinde İran resmî mâkâmlarına sunmuş olanlar, iflâh olmaz bir bilinç körlüğü içinde olmalıdırlar.

Binlerce yıl öncesine kadar uzanan mezhep tartışmalarını günümüzde sonlandıracak, tarafları tek bir anlayışta ittifak ettirecek sihirli bilgiye/kuvvete kimse sahip değildir. Binlerce yıldır denenen ama bir türlü hayırlı bir sonuç getirmediği görülen böyle çabaların tekrarlanmasının nasıl yıkım ve felâketlere yol açtığını görmek için nasıl kuvvetli bir uyarıya ihtiyaç vardır?

***

Günümüzdeki siyâsî bloklaşma, her yerde, her zaman mezhep temeli üzerinde olsaydı, Fars İran’ın, Şii Kuzey Azerbaycan ile birlikte Ermenistan’a karşı olması icap etmez miydi? Oysa İran, Hıristiyan Ermenistan ile Şii Kuzey Azerbaycan’a karşı ittifak hâlindedir. Bunu niye görmüyorsunuz?

Fars Hükûmeti için Şia, bazı bölgelerde dış siyaseti için yalnızca kullanışlı bir araçtır. Bütün dış siyasetinin bu araç ile tespit edildiğini iddia etmek, önemli bir bilgisizliğe ve olup bitenleri görmeye dayalı olmalıdır.

Bu durum sadece İran’ın Ermenistan Devleti ile sınırlı değildir. İran’da nüfusun yarıya yakını Türklerden oluştuğu hâlde ve ancak 85 bin kadarı da Ermenilerden meydana gelmiş iken, İran’da Ermenilerin sahip olduğu hakların zırnığına bile Türkler, Araplar, Kürtler ve Beluçlar sahip değildir. Üstelik Türklerin ezici çoğunluğu Şii olduğundan, normalde onların İran’da Araplar, Beluçlar ve Kürtlere göre çok daha iyi ve kültürel haklarını kullanır durumda olması beklenirken, fiilî durum bunun tam aksinedir!

İran’da Şii Türkler, Farslar tarafından daima tarassut altında tutulan, kültürel hakları da yok sayılan bir topluluktur. İran’da Ermeni’nin adı, kültürel hakları ve kurumları ile vardır ama Türk’ün adı, kültürel hakları ve kurumları ile yoktur. Bunun doğal bir sonucu olarak, Türklerin Farslara karşı muhalefeti giderek nefrete dönüşmüştür. Ancak her nedense Türkiye’de bazı çevreler olup biteni görüp analiz etmek yerine, olaylara hâlâ kaldıkları yerden, 16’ncı yüzyıldan bakmaya devam etmektedirler. 

***

İran içinde, kimin Şii olduğu ikinci derece öneme sahiptir. Aslolan, Fars olup olmadığıdır. Fars olmayan Şii Arap, Şii Kürt ve Şii Türklerin mezhebî aidiyetleri, üzerlerindeki baskıyı kaldıran, hattâ azaltan bir neden bile değildir. Bu yüzden 85 binlik Ermeni nüfusunun sahip olduğu imkânlara sahip olmaları hayâl bile edilemez!

İran içinde Fars olmayan Şii nüfus üzerindeki tarassut hâli, ister istemez onları potansiyel bir sorun ve tehdit durumuna getirmiştir. Onların Şiiliğe aidiyetlerinin vurgulanması Farslar için, onları yeniden aldatma ve uyutma yolunun bir aracından başka bir şey değildir. Yıl boyunca bitip tükenmeyen mezhebî törenler Fars Hükûmeti için işte bu aldatma ve uyutma yolunun kat edilmesidir!

Bugüne kadar yapılan ve Şia’ya yönelmiş eleştirilerden bir sonuç elde edilmiş değildir. Muhtemelen bundan sonra da elde edilecek değildir. Ancak böyle eleştirilerin, İran hegemonyası altında bulunan Fars olmayan Şiilerin muhalefetlerini önemli ölçüde zayıflattığını, eleştiri sahipleri görmüş değildir.

Oysa mezhebî aidiyeti bir insanî seçim gibi düşünmek daha gerçekçi olmaz mı? Her ne kadar özünde bireyin doğup büyüdüğü çevrede baskın olan kültürel havaya bağlığına dayanıyor ise de, o birey mezhebî bağlılığını kendi kimliğinin, kişiliğinin bir unsuru görmektedir. O hâlde onun bu kişiliğinden/kimliğinden bildiği mezhebî bağlığını bir insanî seçim gibi görmek, bir hak gibi saygıdeğer bilmek, başka mezhebî aidiyetlerle barış ve uyum içinde bir geleceğin başlangıcı olabilir.

Üstelik Osmanlı döneminde 16’ncı yüzyılın başına kadar Safevîlik, bir tehdit ya da düşman görülmezdi. Safevî Tekkesi’ne her yıl düzenli yardım da yapılırdı. Osmanlı yönetiminin, Safevîliğin mâhiyetini bilmeksizin yardım ettiğini düşünmek gerçekçi değildir.

Safevîliğin özellikle Şah İsmail döneminde Akkoyunluları alt ederek siyâsî bir güç hâline gelmesi, Anadolu’da yayılmayı da kendisinin doğal bir hakkı olarak görmesiyledir ki Osmanlı-Safevî ilişkileri, iki düşmanın ilişkisi hâline gelmiştir.

Olayın evvelemirde siyâsî gerekçelere dayandığını teslim etmek icap eder. Çünkü daha öncesinde Safevîlere bağlılık Anadolu’da bir sorun olmamış, savaşlar için bahane teşkil etmemişken, birdenbire en önemli tehdit boyutuna ulaşmıştır.

***

Hatırlamak icap eder ki, Karamanoğulları da Safevî/Şii değil Sünnî idi ve benzeri sorunları Osmanoğulları ile yaşamıştı. Tarihteki bu kavgaların temelinde mezhebî aidiyetten önce siyasetin belirleyici olduğunu teslim ederek tarihi anlamaya çalışmak hem isabetli olacak, hem de yeni sorunlar için bir bahane teşkil etmeyecektir.

Yüz yılı aşan bir geçmişe sahip olan Türkiye ile Kuzey Azerbaycan ilişkileri bunun bir karşılığıdır. Kuzey Azerbaycan’ın ezici çoğunluğu Şii olmasına karşılık, 1918’de Osmanlı Devleti, elindeki kıt kanaat imkânlarını Kuzey Azerbaycan’ın emrine vermiştir. Onun bağımsız bir ülke olmasını temin etmek için olağanüstü fedâkârlık örnekleri göstermiştir.

Kuzey Azerbaycan’da SSCB işgalinin 1991’de sona ermesinin ardından Türkiye, hemen her alanda Azerbaycan ile iyi ilişkilerini geliştirmiştir. Her ne kadar 1992’de Ermenistan ile olan savaşta yeterince yardım edememiş ise de Azerbaycan’ın yanında yer almaya devam etmiştir.

Ezici çoğunluğu Sünnî olan Türkiye, yine ezici çoğunluğu Şii olan Kuzey Azerbaycan ile olabilecek iyi ilişkilerin ve kardeşliğin örneklerini ortaya koymuştur.

Ülkelerin dış siyasetini mezhebî bağlılıkları ile sınırlandırmak isabetli değildir. Taraflara böyle bir siyasetin nasıl bir gelecek sağlayacağı sorusunun cevabı daha öncelikli ve önemlidir. Türkiye ve Kuzey Azerbaycan arasındaki iyi ilişkiler, her iki taraf için de bir kuvvet ve güvenlik kaynağıdır. Her iki tarafın düşmanı ya da rakibi olan taraflar için de bir zayıflık nedeni tabiî...

Ülkeler arasında görülen bu iyi ilişki örnekleri neden topluluklar arasında olmasın? Üstelik Batı Türklerinin ayrılmaz, en aslî unsurlarından olan Güney Azerbaycan halkını yalnızca mezhebî bağlılıklarının bir sonucu olarak dayanışma yapılacak kardeş bir topluluk olarak görmemek, onlara karşı yapılabilecek büyük bir kötülüktür.

Tarihle meşgul olanların, kardeş topluluklar arasında var olan yakınlığı tahkim etmek yerine bu yakınlığı azaltacak telkinlerde bulunmaları, akla ve vicdana ziyan bir tutumdur. Yüzlerce yılın içinde yaşanmış büyük felâketleri anlamamanın, görmemenin bir sonucudur. Kardeşlerin arasındaki yakınlık, ille de bir tarafa düşmanlık değildir. Kardeşlerin yakınlığını behemehâl kendisine düşmanlık bilenlerin ise doğrudan düşman olduklarından kuşku duyulmamalıdır.