TARİH bize sorunlarımızı
çözecek imkânları/fırsatları verirse, bu önemli olur. Tarihi; sorunları
kalıcılaştıran, büyüten, yenilerini icat eden bir araç hâline getirenler,
toplum için bir iyilik yapmış olmazlar.
Tarih; insanları aldatmanın, dayanışma içinde olması gerekenlerin kin ve
nefretle doldurulmalarının bir aracı/alanı hâline getirilmemelidir. Böyle
yapıldığında ortaya çıkan hâsılanın, kimlerin faydasına, kimlerin zararına
olduğunu düşünmek icap etmez mi?
Elbette tarihte olup bitenler, her zaman toplumun hayrına işler olmamıştır.
İşte onları bulup yeniden tekrarlamanın, tedavüle sürmenin hangi tarafa ne tür
faydalar/zararlar getirdiğini hesaba katmayanların tarih bilinci olmadığı, hattâ
bunun önünde engel oluşturdukları da teslim edilmelidir.
Tarih, toplum için her şeyden önce bir bilinç inşâ etme alanı olmalıdır. O
bilinçle toplum daha donanımlı, zorluklara karşı daha hazırlıklı olacaktır.
Toplumu böyle bir bilinç ve hazırlıktan yoksun bırakanlar, aslında tarihte
kalmış birkaç kişiliğin günümüzdeki yansımalarından başka bir şey değildirler.
***
Tarihle meşgul olanların, “Yavuz
Sultan Selim, Mısır Seferi’nden sonra İran’a yürümek istedi” diye yazması
hakikate uyar mı? O tarihte “İran” mı vardı?
Safevîlerin üzerine yürüyüp onlarla cenk etmek, İran’a yürümek değildir.
Evet, İran, Safevîliğin siyâsî mîrası üzerinde meydana gelmiş ise de Safevî
Devleti, İran değildir. Safevîlik mîrası üzerine kurulan İran’da Fars hegemonyası ve
bağnazlığı vardır. Safevîlikte ise Şia bağnazlığı ve hegemonyası vardı. İkisi
arasındaki farkı tarihle meşgul olanların teslim etmeleri gerekirken, nasıl bunu
yok sayabilirler?
İran’ın hiçbir yerinde Safevî adı görünür değildir. Safevîliğin Şia
taassubu ön plânda iken, İran’ın Fars taassubu ve yayılmacılığı ön plândadır.
Safevîlik ile İran benzerliği, ikisini bir ve aynı etmez. Milât sonrası
2020’de, dünyayı Yavuz Sultan Selim ya da Şah İsmail’in penceresinden görme
çabasının bir anlamı ya da karşılığı var mıdır? Muhtemelen yoktur. Safevîlik
eleştirilerini getirip İran’a bağlamak, işgal altındaki Güney Azerbaycan’da
işgale, Fars hegemonyasına karşı oluşan nefreti görmemek demektir. Buna mecbur
muyuz? Onu görmemek en çok Fars hegemonyasının işini kolaylaştırmaz mı?
Mezhep bağlılığını verili bir durum sayarak, onunla birlikte dayanışma
yolunun çâresini aramak yerine bu bağlılığı çözümün önünde bir engel gibi
görmek, Şia üzerinde Fars tekelini tahkim etmeye çalışan İran resmî mâkâmlarının
işini kolaylaştırmak değil midir?
Böyle bir kolaylığı altın tepsi içinde İran resmî mâkâmlarına sunmuş
olanlar, iflâh olmaz bir bilinç körlüğü içinde olmalıdırlar.
Binlerce yıl öncesine kadar uzanan mezhep tartışmalarını günümüzde
sonlandıracak, tarafları tek bir anlayışta ittifak ettirecek sihirli bilgiye/kuvvete
kimse sahip değildir. Binlerce yıldır denenen ama bir türlü hayırlı bir sonuç
getirmediği görülen böyle çabaların tekrarlanmasının nasıl yıkım ve felâketlere
yol açtığını görmek için nasıl kuvvetli bir uyarıya ihtiyaç vardır?
***
Günümüzdeki siyâsî bloklaşma, her yerde, her zaman mezhep temeli üzerinde
olsaydı, Fars İran’ın, Şii Kuzey Azerbaycan ile birlikte Ermenistan’a karşı
olması icap etmez miydi? Oysa İran, Hıristiyan Ermenistan ile Şii Kuzey
Azerbaycan’a karşı ittifak hâlindedir. Bunu niye görmüyorsunuz?
Fars Hükûmeti için Şia, bazı bölgelerde dış siyaseti için yalnızca
kullanışlı bir araçtır. Bütün dış siyasetinin bu araç ile tespit edildiğini
iddia etmek, önemli bir bilgisizliğe ve olup bitenleri görmeye dayalı
olmalıdır.
Bu durum sadece İran’ın Ermenistan Devleti ile sınırlı değildir. İran’da
nüfusun yarıya yakını Türklerden oluştuğu hâlde ve ancak 85 bin kadarı da
Ermenilerden meydana gelmiş iken, İran’da Ermenilerin sahip olduğu hakların
zırnığına bile Türkler, Araplar, Kürtler ve Beluçlar sahip değildir. Üstelik
Türklerin ezici çoğunluğu Şii olduğundan, normalde onların İran’da Araplar,
Beluçlar ve Kürtlere göre çok daha iyi ve kültürel haklarını kullanır durumda
olması beklenirken, fiilî durum bunun tam aksinedir!
İran’da Şii Türkler, Farslar tarafından daima tarassut altında tutulan,
kültürel hakları da yok sayılan bir topluluktur. İran’da Ermeni’nin adı,
kültürel hakları ve kurumları ile vardır ama Türk’ün adı, kültürel hakları ve
kurumları ile yoktur. Bunun doğal bir sonucu olarak, Türklerin Farslara karşı
muhalefeti giderek nefrete dönüşmüştür. Ancak her nedense Türkiye’de bazı
çevreler olup biteni görüp analiz etmek yerine, olaylara hâlâ kaldıkları
yerden, 16’ncı yüzyıldan bakmaya devam etmektedirler.
***
İran içinde, kimin Şii olduğu ikinci derece öneme sahiptir. Aslolan, Fars
olup olmadığıdır. Fars olmayan Şii Arap, Şii Kürt ve Şii Türklerin mezhebî
aidiyetleri, üzerlerindeki baskıyı kaldıran, hattâ azaltan bir neden bile
değildir. Bu yüzden 85 binlik Ermeni nüfusunun sahip olduğu imkânlara sahip
olmaları hayâl bile edilemez!
İran içinde Fars olmayan Şii nüfus üzerindeki tarassut hâli, ister istemez
onları potansiyel bir sorun ve tehdit durumuna getirmiştir. Onların Şiiliğe
aidiyetlerinin vurgulanması Farslar için, onları yeniden aldatma ve uyutma
yolunun bir aracından başka bir şey değildir. Yıl boyunca bitip tükenmeyen
mezhebî törenler Fars Hükûmeti için işte bu aldatma ve uyutma yolunun kat
edilmesidir!
Bugüne kadar yapılan ve Şia’ya yönelmiş eleştirilerden bir sonuç elde
edilmiş değildir. Muhtemelen bundan sonra da elde edilecek değildir. Ancak
böyle eleştirilerin, İran hegemonyası altında bulunan Fars olmayan Şiilerin
muhalefetlerini önemli ölçüde zayıflattığını, eleştiri sahipleri görmüş
değildir.
Oysa mezhebî aidiyeti bir insanî seçim gibi düşünmek daha gerçekçi olmaz
mı? Her ne kadar özünde bireyin doğup büyüdüğü çevrede baskın olan kültürel
havaya bağlığına dayanıyor ise de, o birey mezhebî bağlılığını kendi
kimliğinin, kişiliğinin bir unsuru görmektedir. O hâlde onun bu kişiliğinden/kimliğinden
bildiği mezhebî bağlığını bir insanî seçim gibi görmek, bir hak gibi saygıdeğer
bilmek, başka mezhebî aidiyetlerle barış ve uyum içinde bir geleceğin
başlangıcı olabilir.
Üstelik Osmanlı döneminde 16’ncı yüzyılın başına kadar Safevîlik, bir
tehdit ya da düşman görülmezdi. Safevî Tekkesi’ne her yıl düzenli yardım da
yapılırdı. Osmanlı yönetiminin, Safevîliğin mâhiyetini bilmeksizin yardım
ettiğini düşünmek gerçekçi değildir.
Safevîliğin özellikle Şah İsmail döneminde Akkoyunluları alt ederek siyâsî
bir güç hâline gelmesi, Anadolu’da yayılmayı da kendisinin doğal bir hakkı
olarak görmesiyledir ki Osmanlı-Safevî ilişkileri, iki düşmanın ilişkisi hâline
gelmiştir.
Olayın evvelemirde siyâsî gerekçelere dayandığını teslim etmek icap eder.
Çünkü daha öncesinde Safevîlere bağlılık Anadolu’da bir sorun olmamış, savaşlar
için bahane teşkil etmemişken, birdenbire en önemli tehdit boyutuna ulaşmıştır.
***
Hatırlamak icap eder ki, Karamanoğulları da Safevî/Şii değil Sünnî idi ve benzeri
sorunları Osmanoğulları ile yaşamıştı. Tarihteki bu kavgaların temelinde
mezhebî aidiyetten önce siyasetin belirleyici olduğunu teslim ederek tarihi
anlamaya çalışmak hem isabetli olacak, hem de yeni sorunlar için bir bahane
teşkil etmeyecektir.
Yüz yılı aşan bir geçmişe sahip olan Türkiye ile Kuzey Azerbaycan
ilişkileri bunun bir karşılığıdır. Kuzey Azerbaycan’ın ezici çoğunluğu Şii
olmasına karşılık, 1918’de Osmanlı Devleti, elindeki kıt kanaat imkânlarını
Kuzey Azerbaycan’ın emrine vermiştir. Onun bağımsız bir ülke olmasını temin
etmek için olağanüstü fedâkârlık örnekleri göstermiştir.
Kuzey Azerbaycan’da SSCB işgalinin 1991’de sona ermesinin ardından Türkiye,
hemen her alanda Azerbaycan ile iyi ilişkilerini geliştirmiştir. Her ne kadar
1992’de Ermenistan ile olan savaşta yeterince yardım edememiş ise de Azerbaycan’ın
yanında yer almaya devam etmiştir.
Ezici çoğunluğu Sünnî olan Türkiye, yine ezici çoğunluğu Şii olan Kuzey
Azerbaycan ile olabilecek iyi ilişkilerin ve kardeşliğin örneklerini ortaya
koymuştur.
Ülkelerin dış siyasetini mezhebî bağlılıkları ile sınırlandırmak isabetli
değildir. Taraflara böyle bir siyasetin nasıl bir gelecek sağlayacağı sorusunun
cevabı daha öncelikli ve önemlidir. Türkiye ve Kuzey Azerbaycan arasındaki iyi
ilişkiler, her iki taraf için de bir kuvvet ve güvenlik kaynağıdır. Her iki
tarafın düşmanı ya da rakibi olan taraflar için de bir zayıflık nedeni tabiî...
Ülkeler arasında görülen bu iyi ilişki örnekleri neden topluluklar arasında
olmasın? Üstelik Batı Türklerinin ayrılmaz, en aslî unsurlarından olan Güney Azerbaycan
halkını yalnızca mezhebî bağlılıklarının bir sonucu olarak dayanışma yapılacak
kardeş bir topluluk olarak görmemek, onlara karşı yapılabilecek büyük bir
kötülüktür.
Tarihle meşgul olanların, kardeş topluluklar arasında var olan yakınlığı
tahkim etmek yerine bu yakınlığı azaltacak telkinlerde bulunmaları, akla ve
vicdana ziyan bir tutumdur. Yüzlerce yılın içinde yaşanmış büyük felâketleri
anlamamanın, görmemenin bir sonucudur. Kardeşlerin arasındaki yakınlık, ille de
bir tarafa düşmanlık değildir. Kardeşlerin yakınlığını behemehâl kendisine
düşmanlık bilenlerin ise doğrudan düşman olduklarından kuşku duyulmamalıdır.