Tarih şuuru veya cenneti mazide aramak

Cennetin varlığına iman etmek ile cennetperestlik arasındaki farkı idrak edemeyenler, yeryüzünü başkalarına cehennem kılma pahasına cenneti isterler.

İNSAN iç âleminde bir anarşi ve karışıklığa gittiğinde veya kendisini gayet aciz hissettiğinde ne yapar? Kastım gayet fizikî… Böylesi durumlarda şeklen verdiğimiz ilk tepki nedir? Bir yere uzanır, ayaklarımızı karnımıza çeker, avuç içlerimizi yanaklarımıza dayar ve öylece dururuz. Ayniyle cenin pozisyonunda…

Zira açığa çıkarmakta zorlandığımız ama hafızamızda gizli olan fıtrî bir kod şunu fısıldar: “Sen ana rahmindeyken en emin yerdeydin. Güven ve rahmet doluydun. Şu an aradıkların da bunlar değil mi zaten?”

Ceninken sahip olageldiğimiz ruhî/manevî huzura yeniden kavuşabilmek için istemsizce o günlerin fizikî durumuna bürünüyoruz. Başka bir ifadeyle, zâhirdeki hali kuşanarak özdeki hali talep etmiş oluyoruz. Ve eminiz ki her bir bireyin güven-sevgi-rahmet iklimini en yoğun yaşadığı demin adı “cenin”.

İşte bu “cenin” ile “cennet” kelimeleri akrabadırlar. İnsanlığın en erken evresinde, Hz. Âdem ve Hz. Havva ile yaşadığımız güven-sevgi-rahmet iklimi olan cennet ile…

Thomas More’un 16. asırda ve seküler bir bakışla kaleme aldığı “Ütopya” namlı hayalî ülke veya Marx’ın düşlerindeki “komün toplum”, az evvel örneklediğimiz -iç âleminde anarşi ve karışıklığa gitmiş- akılların cenin pozisyonuna dönüp cenneti özlemelerinin bir sonucuydu. Gayet fıtrî olan bu arayışın korsan-sahte hikmet olarak addedebileceğimiz bir yansıması da var. Nedir bu? Mazideki herhangi bir yeri, asıl aradığımız cenin demi bilmek… Buna “kerameti mazinin sadece zâhirinde aramak” mevzuunu da ekleyebiliriz.

Hemen insanlık tarihi üzerinden örneklendirelim: “Ortaçağ Avrupası...” Veba salgını nüfusun yarısını alıp götürmüş. Hayatta kalabilenler türlü savaşlar yoluyla birbirlerini katlediyor. Çaresizlik zirve yapmış ve umut diplerde… Böylesi bir demde Martin Luther adında bir vaiz kalkıyor ve diyor ki: “Dinde öze dönüyoruz. Mevcut kiliseyi yerle bir edeceğiz!” Dinde özün adresini de veriyor? İncil… Buraya kadarki refleks kendi içinde gayet fıtrî ama Luther’in bunu nasıl yaptığı ayrı bir değerlendirmenin konusu; “Başardı, başaramadı yahut başarabilir miydi? Bunu denerken nerelere tosladı?” gibi şeyler ayrı meseleler.

Sorunlara çözüm diye sunulan sorunlar

Şimdi de yüzümüzü Doğu’ya dönelim: “19’uncu asrın sonları, İslam dünyası...” Batı karşısında adım adım gerileyip sürekli dayak yiyen bir toplum var. Üstelik bin yıldır ağa iken, iki asırdır maraba olmuş. Müslüman aydınlar kara kara düşünüyorlar: “Biz bir yerde hata yaptık ama nerede?” Ulema hemen cenin pozisyonuna geçmeye hazır. Ama cenin demini tasvirlemek hususunda mahir değiller. Biri diyor ki: “Bizler kılıç kalkan kullanılan zamanlarda mağlubiyet nedir bilmezdik. Ama şimdi küffar ha bire galebe çalmakta... Ne yapmalıyız o halde? Küselim topa tüfeğe, zamane şartlarına; ağıtlar yakalım. Nitekim tüfek icat oldu da mertlik bozulmadı mı? Küffarı ve ilmini olabildiğince aşağılayalım.”

Sonra başka bir ses beliriyor: “Sorunumuz küffarın yeni silahlar ile silahlanması ise biz de misliyle mukabele edelim. Nasıl olacak bu? Öteki küffardan silah satın alalım.”

Saltanat mahfilleri gücü harp meydanlarında gördüğü ve küffarı ilmiyle birlikte aşağıladığı için, en cesur kararında bile öteki küffardan hazır mal alma derdinde, onlar gibi silah sanayi veya “ar-ge”si oluşturmayı düşünemiyor. Üstelik mesele sadece silah sanayii değil, adamlar ticaret ve her türlü üretimde almış başını gidiyor. Müslüman aydın toptan bir üretim ve kurumsal inşa hamlesi düşünmek yerine kısmî sahaya kafa yoruyor ve üstelik bunda bile hazırcılık derdinde.

Cenin pozisyonuna dönmeye meyyal olan ama meseleyi salt askerî görmeyen fakat yine aynı dönemden olan başka biri çıkıyor; Arap yarımadasından bir isim: “Muhammed bin Abdulvahhab...” Dört asır önceki Martin Luther ile benzer söylemlere sahip. “Öze dönelim. Kitaba, Kur’an’a yönelelim!..” diyor. İstek itibariyle gayet meşru, peki sonra ne oluyor? İslam dünyasının 13 asırlık birikimi toptan hurafe addedilip 7’nci asır şartlarına dönülmeye karar veriliyor. Üstelik dönemin ruhuna değil, sadece kendi algılarındaki zâhirine öykünerek…

Bedevî örf

Nitekim aradaki süreçte oluşmuş hadis, kelâm ve sair ilimlerin bize aktardıkları ve bunlarla birlikte tasavvufî pratikler de toptan tu kaka ediliyor. Yani tümden zihinsel bir resetleme var. Diyorlar ki, “Şimdi döndük en başa”. Ama farkındalar, bin küsür yıllık ara maziyi reddettikleri için Müslümanların nazariyesinde (teorik birikiminde) yığınla boşluklar oluşmuş; “Öyleyse bu boşluğu dolduralım” diyorlar. Peki, bu kez Müslüman zihinlere neler enjekte ediliyor? Bedevî örf…

Öyle ki, bu ekolün ekâbir varisleri, zaman içerisinde petrol sayesinde görülmedik bir servetin sahibi oldular. Türedi zenginliğin nasıl çarçur edilebileceğini ispatlamak istercesine görgüsüzlüğün kitabını yazdılar. En lüks otomobiller, üretildikleri memleketlerde değil, Arap yarımadasında görücüye çıkmaya başladı. Ama en lüks arabaları satın alan zihniyet, kadınların araba kullanmasını ise yasakladı. Oysa akledebilse, hani “Öze dönüyorum” dediği 7’nci asır şartlarına birazcık kafa yorsa, o günlerde kadınların deve kullanabildiklerini görüp bugün araba kullanmalarının da normal olduğunu anlayacak ama döndüğü mazinin ruhundan bîhaber…

Peki ya Kur’an’a dönüş?

Yine aynı ekolün temsilcileri, “Mazideki cennetimizi arıyoruz” iddiasıyla çıktıkları bu yolculukta tüm kökleri budamayı “toplumsal bir ıslah” zannettiler, köksüzlüğü kutsadılar. Oysa toplum ısrarla kendisine kök aramaktaydı, dolayısıyla bu kez de onlara “korsan kökler” sundular. Allah’tan korkmak yerine Allah ile korkutmayı tercih ettiler. Zihinlerindeki cennet imajı sınırsız seks olarak belirdi. Bu zevki arzu edenlere “huriler karşılığında canlı bomba olmayı” teklif ettiler. Vaadler üzerine kurulu cennetperestliğe kendilerini öyle kaptırdılar ki, bu uğurda dünyayı cehennem kılmaya azmettiler. Ortadoğu’da gün be gün patlayan bombaların altına gururla imzalarını attılar… Peki, Kur’an? Ona döndüler mi?

Kitabullah’ın manasına kafa yormak yerine ücretsiz Mushaf dağıtmayı sevdiler. Kur’an tilavetini ve tecvidi (usûlunce seslendirilmesini) veya onun cilt kapağını kutsadılar. Altın varaklı, beş metreye on metre ebatlarda mushaflar bastırarak kitabı ihya ettiklerine inandılar. Tıpkı Kâbe’nin etrafını en pahalı mermerlerle veya tepesi bulutlarda olan gökdelenlerle donatarak Beytullah’ı yücelttiklerini sandıkları gibi…

Maziyi ve güçlü bir nazarî birikimi hatırlatan Ehl-i Beyt’e ve Ashab-ı Kiram’a dair tüm türbeleri yerle bir ettiler. Öyle ki, Hz. Hatice’nin -onarımlar ve yeniden inşalar yoluyla- 14 asırdır ayakta duran evini yıkıp, onun yerine umumî tuvalet yaptılar ve tüm hacıların orada ihtiyaç gidermelerini istediler. Ama kendilerine dair bir asırlık maziyi yakut ve elmaslarla süslediler ve sair ve sair…

Ölü bir doğum olmadan evvel

Zira sevgi-güven-rahmet uğruna cenin pozisyonuna dönerken en önemli unsuru göremediler. Masumiyet ve saflık arayışına giren herkes “koku”dan yana nasiplenmek zorunda. Yakub Nebi misali neyi özlediğini, neyi aradığını apaçık bilmeden, sadece “Geçmişe gidiyorum” refleksine kapılmak “korsan bir hikmet”tir. Hasret ve hararetle aranılmayan, içerisinde Rabbe dönük umudun olmadığı, sevginin ötelendiği hiçbir hareket öze dönüş olamaz. Hele toplumun sevgi müşterekleri olan ulvî şahsiyetleri -onları hiç yaşamamış sayarak- tarihten kazımaya çalışmak, sadece onların yerine konulacak sahte sevgililer yaratı, cennetperestliği Rabbin ihsanının önüne çeker ve yeryüzünü cennet kılma idealini öldürür. Geriye sadece ama sadece doğumun sancısı kalır. Ne uğruna? Doğamayacak ve zaten ölü olan bir fetüs uğruna…

Cennetin varlığına iman etmek ile cennetperestlik arasındaki farkı idrak edemeyenler, yeryüzünü başkalarına cehennem kılma pahasına cenneti isterler.

Marx’ın -insanlığın en erken evresi olan- komün topluma dönme hayali bile, asıl itibariyle cennetten çıkarılmış olan insanın huzuru mazide aramasının sonucudur.