Târih sahnesinde Yahudiler

Târih sahnesindeki Yahudiler güvenilmez, ahitlerinde durmaz, fırsatını bulunca katliam ve soykırım yapmaktan çekinmeyen nankör bir kavimdir ne yazık ki. Nitekim bunlar, Medîne döneminde de rahat durmamışlar ve ahitlerini bozarak Allah Rasûlü Muhammed Mustafa’ya (sav) çok çektirmişlerdi.

TÂRİH sahnesinde “Yahudiler” ya da “Benî İsrâil kavmi” denildiğinde şöyle bir duracaksınız ve üzerinde çokça düşüneceksiniz. Aynı zamanda da çok dikkatli olacaksınız!

Çünkü bu öyle bir kavim ki, belki de târih sahnesinde en sabıkalı kavimlerin başında gelir. Nasıl gelmesin ki? Azgınlıklarından dolayı kendilerine en çok peygamber (rasûl, nebî) gönderilen ve peygamberlerine de en çok ihânet eden, hatta onların ölümüne sebep olan kavim, işte bu kavimdir. Meselâ Hıristiyanların kutsadıkları, hatta “Tanrı” yerine koydukları Îsâ Mesih’i pagan Romalı askerlere şikâyet edip çarmıha gerdirenler de bunlardır. Bunların azgınlıkları ve ihânetlerinin boyutları öyle bir raddeye ulaşmıştı ki Kur’ân’da Allah tarafından lânetlenmiş bir toplum olmaktan kendilerini kurtaramamışlardı.

Aslında Hıristiyanlar Hazreti Îsâ’yı çarmıha gerdirdiklerinden dolayı Yahudileri hiç sevmez, hatta onları kadîm bir düşman olarak görürler. Ancak, düşmanları ortak olunca (Müslümanlar) Haçlı ve Siyonizm ruhuyla hemen birleşir, birbirleriyle dost olur ve Müslümanlara karşı savaşırlar. İşte bugün Gazze’de yaşananların özü, özeti budur. Bu bağlamda ABD Başkanı Joe Biden’in Gazze olaylarının başladığı günlerde söylediği şu söz çok mânidardır: “Yahudi olmak için Yahudi doğmak gerekmez. Bugün Ortadoğu’da mevcut İsrâil Devleti olmasaydı zâten biz yeni bir Yahudi devleti kurdururduk.” Binâenaleyh Hıristiyan Evanjelistlerin Yahudi severliği ve Yahudi dostluğu işte bu minvâl üzeredir.

Mâmâfih, 1917 târihi başlangıç olmak kaydıyla 1948 yılında başta İngilizler ve ABD olmak üzere Batılılar tarafından kurdurulan İsrâil Devleti’nin kuruluş amaç ve felsefesi, Filistin başta olmak üzere Müslümanların topraklarını ellerinden almak (buna “arz-ı mev’ûd” diyarı da dâhildir) ve sistematik bir şekilde onlara zulmederek hem kendi çıkarlarını, hem de Batı’nın çıkarlarını gözetmektir. Bunu yaparken târihî misyonları gereği ahitlerinde hiç durmazlar ve fırsatını bulunca kendilerine iyilik yapan herkese ihânet ederler. Yoksa târihte Romalılar, İspanyollar ve Almanlar tarafından kendilerine yapılan zulümler nasıl izah edilebilir? Ne yazıktır ki bu dünya, etme bulma dünyasıdır.

Tekrâren ve husûsen vurgulamak gerekir ki, bu Yahudi veya Benî İsrâil kavmi bulundukları ya da gittikleri yerlerde hiç rahat durmamış, kendilerine yapılan iyiliklere nankörlük etmiş, ahitlerine ihânet ederek Allah’ın lânetine dûçâr olmuşlardır.

Mısır’daki durumları da budur, Babil’deki durumları da budur, Kudüs’teki durumları da budur, Medine’deki durumları da budur, İspanya’daki durumları da budur, Almanya’daki durumları da budur ve korkarım ki zamanı gelince Kudüs’teki durumları da böyle olacaktır ve insanlar nezdinde lânetli bir toplum olmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır.

Bulundukları yerlerde rahat durmadıkları, ahitlerine uymadıkları, mâsum insanlara zulmettikleri ve peygamberlerine ihânet ettikleri için târihte hep sürgün hayatı yaşamışlar ve muhtemelen yarınlarda da yine böyle olacaktır. Zâten inandıkları kutsal kitaplarının (Tora, Tevrat) ilgili bölümlerinde de bunlardan bahsedilmekte ve yeryüzünde başıboş bir şekilde dolaşmalarından dem vurulmaktadır.

Yeri gelmişken, bu konularla ilgili olarak bir hâtıramı nakletmek isterim…

Bir vesileyle 1995 yılında Mısır’da ve 2000’li yılların başlarında da İspanya’da bulunduğum sıralarda bu sürgünlerin ve Yahudilere yapılanların izini sürmüştüm.

Firavun’un Benî İsrâil kavmine yaptığı zulümlerden Allah’ın izniyle Hazreti Mûsâ sâyesinde kurtularak Kızıldeniz’i geçen, oradan da Sînâ çöllerine aşan, nihâyetinde Tûr-u Sînâ’daki Cebel-i Mûsâ’ya ulaşan Yahudiler, kısa bir zaman içinde Hazreti Mûsâ ve kardeşi Hazreti Hârûn’a ihânet etmiş, ahitlerinde durmamış ve bir buzağı heykeli yaparak tapınmaya başlamışlardı.

Ben de bu güzergâh üzerinde birkaç arkadaşımla birlikte Kahire’den başlayarak çıktığımız yolda Sînâ çöllerini aşarak Cebel-i Mûsâ’ya ulaşmış ve bir gece yürüyüşüyle bu dağın zirvesine erişmiştim. Dağın eteklerinde Milâdî altıncı yüzyılda yapılan ve Hıristiyanlarca kutsal sayılan “Saint Catherine” adında bir manastır vardı. Bu manastır o kadar önemliydi ki Mehmet Ali Ağca’nın suikastına mâruz kalan meşhur Papa İkinci Jean Paul, bizden birkaç yıl sonra bu manastırı ziyâret etmişti.

İşte bu târihî manastırın hemen yanı başında bulunan kayalıkların üzerine kayalar oyularak bir buzağı figürü resmedilmişti. Bu figürün Hazreti Mûsâ ve kardeşi Hazreti Hârûn zamanında burada bulunan Yahudilerle ne kadar ilgisi var, doğrusu bilmiyorum. Fotoğrafını çektiğim bu buzağı figürünü arşivimde hâlâ muhafaza etmekteyim.

Yine aynı şekilde turistik bir denizaltı ile Kızıldeniz’in tabanına doğru yaptığım yolculuğun (yaklaşık 20 metre derinlikte) fotoğrafları da arşivimde durmaktadır.

İspanya’daki hâtırama gelince…

2000’li yılların başlarında İspanya’nın Sevilla (İslâmî dönemdeki adı İşbiliyye) şehri başta olmak üzere birçok kentine yapmış olduğum ziyâretlerde, Müslümanlar gelmeden önce Katolik Hıristiyanların İspanya’da yaşayan Yahudilere nasıl zulmettiklerinin hikâyelerini dinledim. Özellikle Sevilla’da kaldığım süre içinde eski Yahudi mahallelerini gezdim. Emniyet açısından, dolayısıyla ölüm korkusundan daracık sokaklarda yaptıkları evleri gördüm. (Yahudilerin yaşadığı mahâlleler ve sokaklar hâlen İspanyollar tarafından târihî mekânlar ve kültürel dokular olarak korunmaktadır.)

Yukarıda da vurgulamaya çalıştığım gibi mâlûm sebeplerden dolayı Hıristiyanlar Yahudileri hiç sevmezler. Onun için Hıristiyanlardan çok ezâ ve cefâ çekmişlerdir. Ancak, yaklaşık sekiz asır İspanya’da (Endülüs) hüküm süren Müslümanlar sâyesinde emniyete kavuşmuşlar ve o dönemlerde altın çağlarını yaşamışlardır. İslâm idâresindeki Endülüs’de dinlerinde, dillerinde, ibâdetlerinde ve kültürel yaşamlarında son derece özgür ve serbest olmuşlardır.

Müslümanların siyâsî ve askerî gücünü kaybetmesiyle birlikte Hıristiyanlar tarafından hem Yahudilere, hem de Müslümanlara zulümler yeniden başlamış ve Osmanlı Padişahı İkinci Bayezid, 1492 yılında İspanya’ya bir gemi göndererek Yahudileri bu zulümden kurtarmış ve başta İstanbul olmak üzere İzmir, Edirne ve Selânik gibi şehirlere yerleştirmiştir.

İşte Türkiye’de yaşayan günümüz Yahudilerinin ataları İspanya’dan kurtarılarak getirilen bu Sefarad (göçmen) İspanyol Yahudileridir.

Dün Osmanlı’da, bugün de Türkiye’de rahat ve huzur içinde yaşayan bu Yahudilerin torunları, kurtuluşun ve Osmanlı topraklarına getirilişlerinin hatırına ve hâtıratına saygı gereği teşekkür mahiyetinde 1989 yılında “500. Yıl Vakfı” kurarak atalarımıza ve bizlere şükranlarını arz etmişlerdi. 

Mezkûr Yahudilerin ataları Müslümanlar sâyesinde İspanya’da altın çağlarını yaşarlarken, Siyonist soydaşları ve dindaşları Gazze başta olmak üzere Filistin’in her yerinde mâsum ve mazlum insanların kanlarını döküyorlar, canlarını alıyorlar ne yazık ki.

Ne enteresan ve ne acı, değil mi? Ah Siyonist Yahudiler ah!

Tabiî bu arada Muhammed Esed ve Rachel Corrie gibi bir avuç vicdan sahibi Yahudileri tenzih etmek gerekir. Mâmâfih Yahudi doğmak suç değil, Yahudîleşmek ve Siyonistleşmek marazî bir hâldir hiç şüphesiz.

Bu arada Gazze’deki zulümler karşısında Türkiye’de yaşayan Yahudiler ve Yahudi cemaatinden ufak tefek bir iki kınama dışında dişe dokunur ve etkili bir şekilde ses getirici açıklamaların gelmemesi de çok mânidardır doğrusu. İnsanlık dışı katliam ve soykırım karşısında dünyanın tüm vicdan sahibi insanları ayağa kalkmışken bu suskunluk nedendir acaba?

Hâlbuki Türklerin ve Müslümanların târihte kendilerine yaptıkları iyilikler karşısında en önce ve en fazla protesto gösterilerini Türkiye’deki Yahudiler yapmalıydı, değil mi?

Bütün bu iyiliklere rağmen Siyonist Yahudiler Ermenilerle birlikte İkinci Abdülhamid Han’a kök söktürmüşler ve Filistin’de vatan toprağını satmadığı için iktidardan alaşağı etmişlerdir. Onun bu konuda Yahudilere yazdığı mektubun bir nüshası, 80’li yaşlarda 1980’li yılların sonuna doğru Mısır’da yaşayan torunu Ertuğrul Bey’dedir.

İşte târih sahnesindeki Yahudiler böyle güvenilmez, ahitlerinde durmaz, fırsatını bulunca katliam ve soykırım yapmaktan çekinmeyen nankör bir kavimdir ne yazık ki.

Nitekim bunlar, Medîne döneminde de rahat durmamışlar ve ahitlerini bozarak Allah Rasûlü Muhammed Mustafa’ya (sav) çok çektirmişlerdi.