TARİHÎ olaylar, bilimsel
çerçevede müzakere konusu olmak yerine siyâsî kavgaların ve yarışların konusu
olmaya devam ediyor. Her siyâsî taraf, kendisi için tarihte önemli kahramanlar,
mağdurlar/mazlumlar icat ederken, karşı taraf için de hainler keşfediyor. Buna
bağlı olarak tarih, doğrudan kavganın, hırgürün temel nedenlerinden biri
durumundadır.
Yetmiş yıllık hayatının bir bölümü için bile “Meğer yanılmışım, doğrusu şöyle imiş” demeyi içlerine
sindiremeyenler, bu özeleştiriyi genellikle karşı taraftan, özellikle devlet
tarafından bekleme hakkını kendilerine tahsis ediyorlar. Hükûmet yetkisini ellerinde
tutanlardan, tarihte mazlum/mağdur sayılanlar için hemen, acilen, “Aslında o yüce bir kahramandır, devlet ona
haksızlık etmiştir” diye üst perdeden bir karar bekliyorlar.
Oysa tarihî bir olay bu hâliyle ne ibret, ne de bilgi olma özelliğine ulaşabiliyor.
Siyâsî taraflar bugünü kendi çerçevesinden görüp karşı tarafı büyük ölçüde
haksız ve suçlu görürken, tarihte kendisinin öncüsü saydığı kişilere de hasım bildiği
tarafın öncüsü olarak gördüğü kişilere de aynı gözle bakmayı sürdürme
çabasındalar. Tarihin siyâsî kavgaların temeli sayılmasının başlıca nedeni de
bu olmalı.
Oysa yüz yıl veya daha da öncesindeki olaylara bugünün tartışma ve kavga
ikliminden arınarak soğukkanlı bakmak, olayları gerçekten doğru anlama fırsatı
vereceği gibi doğru bir sonuç çıkarma ve ibret alma fırsatı da verecektir.
Ancak siyâsî tarafların buna ihtiyacı yoktur. Daha çok takipçi kazanmak ve
taraftar toplamak daha önemli sayılmaktadır.
Tarih tezi hâline getirilen iddiaların mesnetsiz kalması, bir gerekçeye
dayanmaması önemli olmaktan çıkıyor. Olayları sebep-sonuç ilişkileri içinde,
diğerlerinin bilgi ve gözüyle de mukayese etme ihtiyacı da önemsizleşiyor.
Meşruiyetini ve etkisini büyük ölçüde devlet desteğine borçlu olan tezler
daha mütehakkim bir hava içindedirler. Devlet destekli tezlere itirazı
varlığın/gerçeğin biricik tezi olarak gören çevreler ise, bu tezlerin tam
aksini savunmayı hakikat olarak görüyorlar. Böylece tarihin alanı siyah ve
beyaz olarak sadece iki renge ayrılıyor. Doğal olarak herkes sahiplendiği kendi
tezini beyaz, karşı tarafın tezini ise zifiri bir karanlık alan olarak görüyor.
Bu kadar karanlığın içinde neyin görülüp itiraz edildiği ise ayrı bir konu
olmalı.
Tarihî bir olayı okuyup anlayarak bilgi edinip ders çıkarmak isteyenler,
kendilerini her şeyden önce taraftarlığın verdiği dar görüşlülükten ve diğerini
anlamama tutumundan vazgeçmelidirler. Olup biteni sebep-sonuç ilişkisi içinde
ve kıyas yoluyla anlamaya çalışmalıdırlar. Böyle bir kimse, elde ettiği
bilgilere göre karşı olduğu tarafın sahip olduğu bir doğruluk tarafı var ise,
bunu da vurgulamaktan kaçınmamalıdır.
Şeyh Said İsyanı’na nasıl bakmalı?
Tarihin siyah ve beyaz olarak sadece iki renk olarak görüldüğü önemli
konulardan biri de Şeyh Said İsyanı’dır.
Şeyh Said’i kutsal bir dâvânın fazîlet sahibi kahramanı olarak bilenler,
elbette şeyhe yönelik her eleştiriyi doğrudan Kemalizm’in saldırısı olarak
gördükleri gibi, dönemin şartları içinde hükûmet tarafının yaptıklarına yönelen
her eleştiriyi bölücülük ve hattâ İngilizci görmekle suçlayan diğer tarafınsa
ders kitaplarından meydanlara, okul ve üniversite salonlarına kadar taştığı
bilinmektedir.
Şeyh Said kendi tarafını, “Hilâfet kaldırılınca
biz de başımızın çâresine bakalım dedik” diye açıklamışken, onun her işini/sözünü
hikmetli bulanlar ise bu cümleye, “Kürtlere verilen sözlerin tutulmayışını” da
eklemektedirler.
Şeyh Said İsyanı’nı “Azadi” adlı bir cemiyet hazırlamıştır. Cemiyetin
teşekkülü 1920’de olmuştur. Cemiyet doğrudan Kürt bağımsızlığını hedef olarak seçmiştir.
1920’de ne Halîfeliğin kaldırılması, ne de Kemalizm diye bir görüş/uygulama
vardır. 1920’de oluşan bir cemiyetin varlık nedenini 1925’te arayıp bulmaksa
hiç inandırıcı değildir, bir bahane icadıdır. Şeyh Said İsyanı hakkında “Biz de başımızın çaresine bakalım”
vurgusu da önemlidir. Buradaki “Biz”, kimleri ya da ülkenin ne kadarını
kapsamaktadır?
Şeyh Said’in isyan öncesinde ve isyan esnasındaki tutumuna, sağa sola gönderdiği mektuplarına bakılırsa, buradaki “Biz”, (Zaza/Kürt ayrımı yapmaksızın) Kürtlerdir. Kürtlerin dışında kalanlar ise bunun dışındadır. Türkiye’nin bile tamamını kapsamayan ve sadece bir bölümünü hedef olarak seçen bir isyan hareketini “ümmetin Kemalizm’e tepkisi” olarak açıklamak, ümmeti bir bölge, doğu bölgesi olarak görmek demektir. Ümmet kavramının böyle bir dar bölgeciliği çok aştığını ise herkes bilir ve kabul eder.
Kürtlere verilen sözlerin inkâr edilmesi ve tutulması gibi bir iddianın da
sonradan şeyhin cümlelerine eklenmesi, doğrudan sonraki dönemde ortaya çıkan
siyâsî tartışmalara tarihte bir zemin oluşturma ve tarihi kurgulamaktır.
Kürtlere verilen sözler nelerdir?
Bu sorunun cevabı, 23 Ekim 1919’daki Amasya Mülâkatı’nda alınan kararların
arasındaki “Kürtlere ırkî haklarının teslim edilmesi” görüşüdür. 1919
şartlarında Amasya’da yapılan bir gizli görüşmede alınan kararların Kürtler
tarafından nasıl duyularak bir söz yerine sayıldığını açıklamak zordur. Çünkü
gizli görüşme metinleri/kararları yayınlanmamıştır. O hâlde sonradan isyanı
tercih eden Kürtler, bu kararları nasıl öğrenmişlerdir?
Amasya Mülâkatı’nda kararları alan kişilerin Türkiye’yi ne ölçüde temsil
ettikleri de önemlidir. Hükûmet üyesi bir bakan (Salih Paşa) ile görevinden azledilen
ve yalnızca Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı sayılan
Tuğgeneral Kemal Paşa’nın aldığı kararlar, nasıl bütün ülkeyi ve bütün halkı
bağlayıcı olacaktır? Üstelik Kürdistan bağımsızlığı için yola çıkan Azadi Cemiyeti’nin
kuruluşu da Amasya Mülâkatı ile aynı zamana tekabül etmektedir. Buna bağlı
olarak, Şeyh Said İsyanı için sonraki yıllarda Ankara’da ortaya çıkan olaylara
bakılarak yapılan iddiaların bir kıymet-i harbiyesi yoktur.
İsyan esnasında şeyhin sık sık teslim olmak istemesi ve isyandan
vazgeçtiğini belirten sözler etmesi, bir etkiyle yola çıktığını göstermesin
yanında bir isyana öncülük edecek kuvvetli bir iradeye, sağlam ve kararlı bir
tercihe sahip olmadığı şeklinde de anlaşılabilir.
Mahkeme metinlerine bakılırsa Şeyh Said, “Mehdi -aleyhisselâm- zuhur ettiğinde Türkler ona 300 bin kişilik bir
orduyla destek olacaktır. Biz böyle bir topluma karşı bu isyanı yapmamalıydık”
diyerek pişmanlığını açıklıyor. Bu cümleleri, idamla yargılanan bir kişinin
korkuları ve pişmanlığı olarak görmek yeterli değildir. Şeyhin nasıl bir
anlayışa sahip olduğunu ve bu anlayışın tutuklanmasına bağlı olarak
şekillendiğini göstermesi bakımından da önemlidir. Çünkü Şeyh yakalanmasaydı
veya başarılı olsaydı, muhtemelen bu cümleleri hiç söylememiş olurdu.
Şeyh Said İsyanı, kendisi için bütün Türkiye’yi değil, yalnızca
Zazaları/Kürtleri (Zazaları/Kırmançları) muhatap alıp hedef kitle olarak
görmüştür. Türkiye’nin de tamamını değil, yalnızca doğu bölgesini ele
geçirmekle sınırlı bir isyan olmuştur. Bu yüzden Şeyh Said İsyanı, hedefleri ve
dayandığı kitle itibariyle etnik bir isyandır. Ancak dönemin şartları içinde bu
etnik isyanın ideolojisi İslâm/Şeriat ile doludur. Şeyhin isyandaki ve
mahkemedeki tutumu bu doğrultudadır.
Devlet desteği ve koruması ile kendisini mutlak ve tartışılmaz bir hakikat
gibi gören Kemalist anlayışın tutumu da tarih bilimi için önemlidir. Sonradan
icat edilen her unsurun behemehâl kabul edilmesini bir yurttaşlık görevi
saymaktadır. Bu icatları kabul etmeyenler ise doğrudan hain ve bölücü olarak
görülmektedir.
İşin tuhafı, bu sorunlu anlayışın ders kitaplarında hâlâ kendine yer
bulmasıdır.
Kemalist tarih tezinde Lozan Antlaşması, Türkiye’nin tapusu sayılmaktadır.
Bu tezde bir hakikat payı vardır. Çünkü Lozan ile Türkiye’yi idare etmeye
Kemalist kadro hak ve yetki sahibi sayılmıştır. O kadro ise bu anlaşmayla artık
hem ülkenin, hem de milletin sahibi durumuna gelmiştir. Türkiye, “Memâlik-i
Şahâne’den Memâlik-i Kemâliye’ye” intikal etmiştir. Türkiye’yi kendi özel mülkü
gibi gören bu kadro, istediği her işi yapma hakkını/yetkisini kendinde
görmüştür. Ona yönelen itirazlar ise ister meşruiyet sınırları içinde olsun,
isterse o sınırları aşsın, “hain, bölücü ve satılmış” olarak yaftalanmıştır.
Şeyh Said, Erzurum/Hınıs çevresinde doğup büyümüştür. Ömrünü o çevrede
geçirmiştir. Yabancılarla teması olmamıştır. Buna rağmen onun isyanını
İngilizlerin plânladığı ve desteklediği tezi yüz yıldan beri tekrarlanmıştır.
Dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün, anılarında, “Şeyhin İngilizlerle teması hakkında bir şey bulamadık” demesi bile
Kemalist mitoloji yazarlarını kesmemiştir. Şeyh o günden beri İngilizlerle
ilişki içinde gösterilmeye çalışılmaktadır.
Sonuç
Türkiye’de her türlü iktidar tasarrufunu İngilizlerin beklentisine göre
ayarlamış bir kadronun, kendine muhalif olanları “İngilizcilik” ile suçlaması
ise ibretlik bir olaydır!
Muhalifini bastırma ve halk nezdinde mahkûm etme isteğinin yanında bir
suçluluk telâşı ile önceden kendi suçunu örtmek için kendisine yönelebilecek
suçlamaları önleme gayreti bu olmalıdır. 1925 Türkiye’sinde güçlü ve etkili bir
İngilizci kadro vardır. Ama bu kadronun yerini Ankara’da aramak, daha gerçekçi
ve isabetlidir.
Kemalist tezleri sahiplenenler için, Şeyh Said İsyanı hakkında kendi
görüşlerini kabul etmeyenler hain ve bölücü olduğu gibi, Şeyh Said taraftarları
da kendi iddialarını kabul etmeyenleri Kemalist, Türkçü, Turancı ve İttihatçı
saymaya, dolayısı ile bu tarihî olayı yalnızca siyah-beyaz renklerden ibaret
görmeye/göstermeye devam etmektedirler.
Bu tutum, tarih ile kavga etmekten, siyâsî hasımlarını tarih ile dövmeye
çalışmaktan başka bir şey değildir!