Tarih ile kavga etmek

Türkiye’de her türlü iktidar tasarrufunu İngilizlerin beklentisine göre ayarlamış bir kadronun, kendine muhalif olanları “İngilizcilik” ile suçlaması ise ibretlik bir olaydır! Muhalifini bastırma ve halk nezdinde mahkûm etme isteğinin yanında bir suçluluk telâşı ile önceden kendi suçunu örtmek için kendisine yönelebilecek suçlamaları önleme gayreti bu olmalıdır.

TARİHÎ olaylar, bilimsel çerçevede müzakere konusu olmak yerine siyâsî kavgaların ve yarışların konusu olmaya devam ediyor. Her siyâsî taraf, kendisi için tarihte önemli kahramanlar, mağdurlar/mazlumlar icat ederken, karşı taraf için de hainler keşfediyor. Buna bağlı olarak tarih, doğrudan kavganın, hırgürün temel nedenlerinden biri durumundadır.

Yetmiş yıllık hayatının bir bölümü için bile “Meğer yanılmışım, doğrusu şöyle imiş” demeyi içlerine sindiremeyenler, bu özeleştiriyi genellikle karşı taraftan, özellikle devlet tarafından bekleme hakkını kendilerine tahsis ediyorlar. Hükûmet yetkisini ellerinde tutanlardan, tarihte mazlum/mağdur sayılanlar için hemen, acilen, “Aslında o yüce bir kahramandır, devlet ona haksızlık etmiştir” diye üst perdeden bir karar bekliyorlar.

Oysa tarihî bir olay bu hâliyle ne ibret, ne de bilgi olma özelliğine ulaşabiliyor. Siyâsî taraflar bugünü kendi çerçevesinden görüp karşı tarafı büyük ölçüde haksız ve suçlu görürken, tarihte kendisinin öncüsü saydığı kişilere de hasım bildiği tarafın öncüsü olarak gördüğü kişilere de aynı gözle bakmayı sürdürme çabasındalar. Tarihin siyâsî kavgaların temeli sayılmasının başlıca nedeni de bu olmalı.

Oysa yüz yıl veya daha da öncesindeki olaylara bugünün tartışma ve kavga ikliminden arınarak soğukkanlı bakmak, olayları gerçekten doğru anlama fırsatı vereceği gibi doğru bir sonuç çıkarma ve ibret alma fırsatı da verecektir. Ancak siyâsî tarafların buna ihtiyacı yoktur. Daha çok takipçi kazanmak ve taraftar toplamak daha önemli sayılmaktadır.

Tarih tezi hâline getirilen iddiaların mesnetsiz kalması, bir gerekçeye dayanmaması önemli olmaktan çıkıyor. Olayları sebep-sonuç ilişkileri içinde, diğerlerinin bilgi ve gözüyle de mukayese etme ihtiyacı da önemsizleşiyor.

Meşruiyetini ve etkisini büyük ölçüde devlet desteğine borçlu olan tezler daha mütehakkim bir hava içindedirler. Devlet destekli tezlere itirazı varlığın/gerçeğin biricik tezi olarak gören çevreler ise, bu tezlerin tam aksini savunmayı hakikat olarak görüyorlar. Böylece tarihin alanı siyah ve beyaz olarak sadece iki renge ayrılıyor. Doğal olarak herkes sahiplendiği kendi tezini beyaz, karşı tarafın tezini ise zifiri bir karanlık alan olarak görüyor. Bu kadar karanlığın içinde neyin görülüp itiraz edildiği ise ayrı bir konu olmalı.

Tarihî bir olayı okuyup anlayarak bilgi edinip ders çıkarmak isteyenler, kendilerini her şeyden önce taraftarlığın verdiği dar görüşlülükten ve diğerini anlamama tutumundan vazgeçmelidirler. Olup biteni sebep-sonuç ilişkisi içinde ve kıyas yoluyla anlamaya çalışmalıdırlar. Böyle bir kimse, elde ettiği bilgilere göre karşı olduğu tarafın sahip olduğu bir doğruluk tarafı var ise, bunu da vurgulamaktan kaçınmamalıdır.

Şeyh Said İsyanı’na nasıl bakmalı?

Tarihin siyah ve beyaz olarak sadece iki renk olarak görüldüğü önemli konulardan biri de Şeyh Said İsyanı’dır.

Şeyh Said’i kutsal bir dâvânın fazîlet sahibi kahramanı olarak bilenler, elbette şeyhe yönelik her eleştiriyi doğrudan Kemalizm’in saldırısı olarak gördükleri gibi, dönemin şartları içinde hükûmet tarafının yaptıklarına yönelen her eleştiriyi bölücülük ve hattâ İngilizci görmekle suçlayan diğer tarafınsa ders kitaplarından meydanlara, okul ve üniversite salonlarına kadar taştığı bilinmektedir.

Şeyh Said kendi tarafını, “Hilâfet kaldırılınca biz de başımızın çâresine bakalım dedik” diye açıklamışken, onun her işini/sözünü hikmetli bulanlar ise bu cümleye, “Kürtlere verilen sözlerin tutulmayışını” da eklemektedirler.

Şeyh Said İsyanı’nı “Azadi” adlı bir cemiyet hazırlamıştır. Cemiyetin teşekkülü 1920’de olmuştur. Cemiyet doğrudan Kürt bağımsızlığını hedef olarak seçmiştir. 1920’de ne Halîfeliğin kaldırılması, ne de Kemalizm diye bir görüş/uygulama vardır. 1920’de oluşan bir cemiyetin varlık nedenini 1925’te arayıp bulmaksa hiç inandırıcı değildir, bir bahane icadıdır. Şeyh Said İsyanı hakkında “Biz de başımızın çaresine bakalım” vurgusu da önemlidir. Buradaki “Biz”, kimleri ya da ülkenin ne kadarını kapsamaktadır?

Şeyh Said’in isyan öncesinde ve isyan esnasındaki tutumuna, sağa sola gönderdiği mektuplarına bakılırsa, buradaki “Biz”, (Zaza/Kürt ayrımı yapmaksızın) Kürtlerdir. Kürtlerin dışında kalanlar ise bunun dışındadır. Türkiye’nin bile tamamını kapsamayan ve sadece bir bölümünü hedef olarak seçen bir isyan hareketini “ümmetin Kemalizm’e tepkisi” olarak açıklamak, ümmeti bir bölge, doğu bölgesi olarak görmek demektir. Ümmet kavramının böyle bir dar bölgeciliği çok aştığını ise herkes bilir ve kabul eder.


Kürtlere verilen sözlerin inkâr edilmesi ve tutulması gibi bir iddianın da sonradan şeyhin cümlelerine eklenmesi, doğrudan sonraki dönemde ortaya çıkan siyâsî tartışmalara tarihte bir zemin oluşturma ve tarihi kurgulamaktır.

Kürtlere verilen sözler nelerdir?

Bu sorunun cevabı, 23 Ekim 1919’daki Amasya Mülâkatı’nda alınan kararların arasındaki “Kürtlere ırkî haklarının teslim edilmesi” görüşüdür. 1919 şartlarında Amasya’da yapılan bir gizli görüşmede alınan kararların Kürtler tarafından nasıl duyularak bir söz yerine sayıldığını açıklamak zordur. Çünkü gizli görüşme metinleri/kararları yayınlanmamıştır. O hâlde sonradan isyanı tercih eden Kürtler, bu kararları nasıl öğrenmişlerdir?

Amasya Mülâkatı’nda kararları alan kişilerin Türkiye’yi ne ölçüde temsil ettikleri de önemlidir. Hükûmet üyesi bir bakan (Salih Paşa) ile görevinden azledilen ve yalnızca Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı sayılan Tuğgeneral Kemal Paşa’nın aldığı kararlar, nasıl bütün ülkeyi ve bütün halkı bağlayıcı olacaktır? Üstelik Kürdistan bağımsızlığı için yola çıkan Azadi Cemiyeti’nin kuruluşu da Amasya Mülâkatı ile aynı zamana tekabül etmektedir. Buna bağlı olarak, Şeyh Said İsyanı için sonraki yıllarda Ankara’da ortaya çıkan olaylara bakılarak yapılan iddiaların bir kıymet-i harbiyesi yoktur.

İsyan esnasında şeyhin sık sık teslim olmak istemesi ve isyandan vazgeçtiğini belirten sözler etmesi, bir etkiyle yola çıktığını göstermesin yanında bir isyana öncülük edecek kuvvetli bir iradeye, sağlam ve kararlı bir tercihe sahip olmadığı şeklinde de anlaşılabilir.

Mahkeme metinlerine bakılırsa Şeyh Said, “Mehdi -aleyhisselâm- zuhur ettiğinde Türkler ona 300 bin kişilik bir orduyla destek olacaktır. Biz böyle bir topluma karşı bu isyanı yapmamalıydık” diyerek pişmanlığını açıklıyor. Bu cümleleri, idamla yargılanan bir kişinin korkuları ve pişmanlığı olarak görmek yeterli değildir. Şeyhin nasıl bir anlayışa sahip olduğunu ve bu anlayışın tutuklanmasına bağlı olarak şekillendiğini göstermesi bakımından da önemlidir. Çünkü Şeyh yakalanmasaydı veya başarılı olsaydı, muhtemelen bu cümleleri hiç söylememiş olurdu.

Şeyh Said İsyanı, kendisi için bütün Türkiye’yi değil, yalnızca Zazaları/Kürtleri (Zazaları/Kırmançları) muhatap alıp hedef kitle olarak görmüştür. Türkiye’nin de tamamını değil, yalnızca doğu bölgesini ele geçirmekle sınırlı bir isyan olmuştur. Bu yüzden Şeyh Said İsyanı, hedefleri ve dayandığı kitle itibariyle etnik bir isyandır. Ancak dönemin şartları içinde bu etnik isyanın ideolojisi İslâm/Şeriat ile doludur. Şeyhin isyandaki ve mahkemedeki tutumu bu doğrultudadır.

Devlet desteği ve koruması ile kendisini mutlak ve tartışılmaz bir hakikat gibi gören Kemalist anlayışın tutumu da tarih bilimi için önemlidir. Sonradan icat edilen her unsurun behemehâl kabul edilmesini bir yurttaşlık görevi saymaktadır. Bu icatları kabul etmeyenler ise doğrudan hain ve bölücü olarak görülmektedir.

İşin tuhafı, bu sorunlu anlayışın ders kitaplarında hâlâ kendine yer bulmasıdır.

Kemalist tarih tezinde Lozan Antlaşması, Türkiye’nin tapusu sayılmaktadır. Bu tezde bir hakikat payı vardır. Çünkü Lozan ile Türkiye’yi idare etmeye Kemalist kadro hak ve yetki sahibi sayılmıştır. O kadro ise bu anlaşmayla artık hem ülkenin, hem de milletin sahibi durumuna gelmiştir. Türkiye, “Memâlik-i Şahâne’den Memâlik-i Kemâliye’ye” intikal etmiştir. Türkiye’yi kendi özel mülkü gibi gören bu kadro, istediği her işi yapma hakkını/yetkisini kendinde görmüştür. Ona yönelen itirazlar ise ister meşruiyet sınırları içinde olsun, isterse o sınırları aşsın, “hain, bölücü ve satılmış” olarak yaftalanmıştır.

Şeyh Said, Erzurum/Hınıs çevresinde doğup büyümüştür. Ömrünü o çevrede geçirmiştir. Yabancılarla teması olmamıştır. Buna rağmen onun isyanını İngilizlerin plânladığı ve desteklediği tezi yüz yıldan beri tekrarlanmıştır. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün, anılarında, “Şeyhin İngilizlerle teması hakkında bir şey bulamadık” demesi bile Kemalist mitoloji yazarlarını kesmemiştir. Şeyh o günden beri İngilizlerle ilişki içinde gösterilmeye çalışılmaktadır.

Sonuç

Türkiye’de her türlü iktidar tasarrufunu İngilizlerin beklentisine göre ayarlamış bir kadronun, kendine muhalif olanları “İngilizcilik” ile suçlaması ise ibretlik bir olaydır!

Muhalifini bastırma ve halk nezdinde mahkûm etme isteğinin yanında bir suçluluk telâşı ile önceden kendi suçunu örtmek için kendisine yönelebilecek suçlamaları önleme gayreti bu olmalıdır. 1925 Türkiye’sinde güçlü ve etkili bir İngilizci kadro vardır. Ama bu kadronun yerini Ankara’da aramak, daha gerçekçi ve isabetlidir.

Kemalist tezleri sahiplenenler için, Şeyh Said İsyanı hakkında kendi görüşlerini kabul etmeyenler hain ve bölücü olduğu gibi, Şeyh Said taraftarları da kendi iddialarını kabul etmeyenleri Kemalist, Türkçü, Turancı ve İttihatçı saymaya, dolayısı ile bu tarihî olayı yalnızca siyah-beyaz renklerden ibaret görmeye/göstermeye devam etmektedirler.

Bu tutum, tarih ile kavga etmekten, siyâsî hasımlarını tarih ile dövmeye çalışmaktan başka bir şey değildir!