Tarih bizi çağırıyor!

Suriye konusunda emperyalistlerin yoğun baskısıyla Halep’ten sonra milyonlar İdlib’e sürüldü. Türkiye bu noktada Astana ile başlayan ve “Soçi Mutabakatı” denilen anlaşmayı yaptı. Lâkin yuları Rusya’nın elinde olan Beşar Esed, kan dökmede sınır tanımaz oldu. 26 Şubat’ı 27 Şubat’a bağlayan gece, menfur bir saldırıda 36 Mehmetçiğimiz şehâdet şerbeti içti. Yüzyılın hesabını soranlara öyle bir mukabele edildi ki bu misilleme, Ebrehe ordularına verilen ders gibi oldu.

BUGÜN, özelde Suriye ve Irak’ta, genelde Orta Doğu’da olup bitenlerin tarihteki serencâmını bilmeden konuyu yorumlamaya başlarken diyebiliriz ki; “Suriye ve Libya’da ne işimiz var?” sualini soranları ve onlara akıl öğretenlerin kem niyetlerini, binlerce kilometre uzaktan binlerce TIR ve uçak dolusu silah gönderenleri ve o bölgede vekâlet savaşlarının baronlarını tanımasak, medeniyet tasavvurumuzun farkında değiliz demektir.

Meseleyi sadece İdlib’de sıkışan Türkiye-Rusya-İran üçgeninde görmemek lâzım.

***

Tarihin arşivlerini açalım…

1799’da Akka’yı kuşatan Napolyon Bonapart, “Akka’da durdurulmasaydım, bütün Doğu’yu ele geçirebilirdim” der.

Bu olaydan takriben yüz yirmi sene sonra Fransa ve İngiltere, 16 Mayıs 1916 tarihinde iki devlet arasındaki görüşmelerle Osmanlı topraklarını paylaşan bir antlaşma yaptı.

Görüşmeleri Fransa adına Napolyon Bonapart’ın vârisi François Georges Picot, İngiltere adına ise Kraliçe’nin görevlisi Mark Sykes yürüttüğü için, bu anlaşmaya “Sykes-Picot Anlaşması” denildi.

İngiltere ile Fransa, Osmanlı topraklarını şu şekilde paylaşmışlardı: Fransa Suriye’nin tamamını, Lübnan’ı, Adana ve Mersin bölgesini alacaktı. Bağdat ile Basra arasında kalan Irak toprakları ile Akdeniz’e açılan Hayfa Limanı da İngiltere’nin olacaktı.

Bunun dışında her iki ülke, ayrıca kendilerine birer nüfuz alanı seçiyor ve Kerkük-Akka hattının kuzeyi Fransızlara, güneyi İngilizlere ayrılıyordu.

Filistin uluslararası bir statüde olurken, diğer Arap toprakları bağımsız olacaktı(!). Onun içindir ki, İdlib sadece Rejim ve Rejim Muhalifleri arasındaki çatışmaların düğümlendiği yer değildir.

***

Burada Türkiye, Rusya ve de İran’ın varlığı ve kendi aralarındaki mücadele, basit olarak müdâhil aktör sayısını arttırmakla kalmıyor. İdlib’deki sıkışma ve bunun demografik düzeyde infilâk etmesi, Paris ve Berlin’in geleceğini de belirleyecek bir kıvama geldi. Pandora’nın kutusu açıldı. Türkiye’nin bütün uyarılarına rağmen on seneler boyunca AB kılını kıpırdatmadı. Sadece Türkiye’yi oyalayan, sabrımızı test etmeye çalışan, “Haklısınız ama demokrasi, kem küm” diyen, hülâsa taahhütlerini savsaklayan, son derece uyuşuk bir siyaset takip etti.

Aslında Avrupa’nın masumlara bakışı hep ikirciklidir. “Tek dişi kalmış canavar” kelâm-ı kibarına uyan bir uygarlıktır(!). Muhtemelen, Türkiye’nin uyarılarını birer blöf gibi gördü. Ama sabır taşı çatladı!

İdlib meselesi Türkiye için bir işbağ noktasına gelip engellemeler kalkınca, Avrupa hudutlarında bir anda on binler toplandı. Son birkaç günde Edirne’de, Ege’nin diğer çıkış güzergâhlarında yaşananlar ancak vahşet ve canavarlıkla izah edilebilir.

Demokrasi havarilerine neler oldu? Konforları bozuldu, yüzlerindeki sahte ve boyalı maskeleri düştü. Bu durum, beşeriyet namına “İnsanlık öldü” dedirtiyor.

Buraya ne kadar menfi kelime yazsam da içimizdeki öfkeyi izah edemeyiz. Biz, konumuzun bamteline dokunalım ve Suriye’de, şimdi sembol hâle gelen İdlib’te yaşananları sorgulayalım…

***

Kim kiminle, kimin tarafında? Büyük şeytan ABD Suriye’de görevini Rusya’ya devredince, muhaliflerin gayretleriyle sona yaklaşan Beşar Esed palazlandı, yeniden en kanlı yüzünü gösterdi. Çünkü Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve ABD Başkanı Donald Trump arasında Helsinki’de tarihî bir zirve gerçekleştirildi. “Suriye konusunda zımnen anlaştıklarını söylemek kehanet değildir” dersek abartmamış oluruz.

Türkiye çok yönlü bir dış siyaset yürütmek sûretiyle istikametini gösterdi. Kadim bir devlet geleneğinin icabı etrafındaki ateş çemberini de bilerek, ABD, Rusya ve de İran ile ayrı ayrı karatta/yoğunlukta müzakereler yaptı.

Suriye konusunda emperyalistlerin yoğun baskısıyla Halep’ten sonra milyonlar İdlib’e sürüldü. Türkiye bu noktada Astana ile başlayan ve “Soçi Mutabakatı” denilen anlaşmayı yaptı. Lâkin yuları Rusya’nın elinde olan Beşar Esed, kan dökmede sınır tanımaz oldu.

26 Şubat’ı 27 Şubat’a bağlayan gece, menfur bir saldırıda 36 Mehmetçiğimiz şehâdet şerbeti içti. Yüzyılın hesabını soranlara öyle bir mukabele edildi ki bu misilleme, Ebrehe ordularına verilen ders gibi oldu.

Astana üçlüsünün çözülmesi tabiî ki ABD, AB ve İsrail’in çok işine geliyor. ABD ve AB, Rusya ile arası bozulmuş ve yalnızlaşmış olan Türkiye’ye “bağımsız Kürdistanı kabul ettireceğini” düşünüyor. Daha önce de çokça denedi. Bunun en olgunlaşmış evresi de İdlib’deki çatışmayı mezhebî temelde bir Türkiye-İran savaşına dönüştürmek olarak kurgulayanlarda yok değil.

Daha önce de arz etmiştik, ABD himâyeli İran, İslâm dünyasının içinde Şia fitnesini siyâsî güç olarak kullanıyor.

***

Milletimizi yüz elli yıldır bir paranteze hapsetmeye çalışan emperyalist güçlerin karşısında kıyama kalkmamıza ivme verecek ruh diridir, Elhamdülillah!

“Tarih bizi çağırıyor”… Bu bir slogan değil!

Altı yüz sene o coğrafyalara hâkim olmuş bir ecdâdın mîrasçıları olarak, bizi imdada çağırana sırt çeviremeyiz, “Bize ne?!” diyemeyiz.

O topraklardaki yetimlerin gözü bizdedir. Türkiye bıraksa bile onlar bizi bırakmaz. Bu söylediklerim hamâset değil.

Prof. Dr. Tufan Gündüz, evlâd-ı Fatihan Bosna-Hersek’te, 2009 tarihindeki görevi sırasında bir hatırasını TV programında şöyle anlatmıştı:

“Kısa adı İFOR olan Barış Gücü’ndeki askerlerimizi ziyarete gitmiştim. Askerlerimiz, Türk Lob evleri (küçük istihbarat evleri) diye oradaki yerleşim yerlerindeki mağdurların hâllerini tespit için bilgi topluyor, sonra ihtiyaçların toplamını merkeze bildiriyorlar. Oradan da Türkiye’ye bildiriliyor, gelen ihtiyaç paketleri o adreslere dağıtılıyor. Köyde erzaklar dağıtılınca Bosnalı bir yetkili, ‘Köyün uzağında bir teyze vardı, ona da erzak gitti mi?’ diyor. Bunun üzerine biri binbaşı, diğeri yüzbaşı iki subayımız, karda sırtlarına aldıkları yükü, dağdaki teyzenin evine götürüyor.

Götüren subay anlattı: ‘Kapıyı açan teyze, ‘Türk müsünüz?’ dedi. ‘Evet teyze, Türk’üz’ deyince, ‘Geleceğinizi biliyordum yavrum’ dedi, sonra dışarı çıkıp yüksek sesle, ‘Çırpınırdın Karadeniz’ marşından, ‘Ayrı düştüm dost elinden/ Yıllar var ki çarpar sinem/ Vefâlı Türk geldi yine/ Selâm Türk’ün bayrağına’ dizelerini okuduk…’”

***

“Türk beklenendir” kelâm-ı kibarı, sıradan, hamâsî bir söz değildir.

İdlib’de ikâmet eden Şeyh Dr. Muhaysini şöyle diyor:

“Ben buradan Osmanlıların torunlarına mesaj gönderiyorum. Ey Osmanlıların torunları! Allah aşkına, Suriyeli kardeşleriniz olarak bizler, yaratılmışların Efendisi Hazreti Muhammed’in (sav) sözünü hatırlatıyorum: ‘Kim bir mümine yardıma muhtaç olduğu bir durumda yardım ederse, Allah kıyamet gününde ona yardım eder.’

Ey Osmanlı torunları, size bir şey hatırlatayım! Fatihleri olan ecdâdınızın tarihi, kahramanlık ve izzetiyle bilinir. Allah, Türkiye’nin, mazlumları modern asırdaki savaşta sahiplenmesini diledi.

Şunu unutmayalım: İspanyollar Endülüs’teki Müslümanlar aleyhine ittifak ettiklerinde, Endülüs ehli, Müslüman liderlere mektuplar göndererek yardım dilediler. Ancak hiçbir yerden yardım çıkmadı. Tâ ki kendi kanlarıyla mehirledikleri mektubu İkinci Bayezid’e gönderene kadar…

Uzun mektubun âkıbetinin netîcesinde Sultan Bayezid-i Sâni, vezirlerinin itirazına rağmen şu fermanı söyledi: ‘Tarih, benden yardım dileyeni geri çevirdiğimi yazmayacak. Hayır, mazlumlar benden dilediği hâlde onları bir başlarına bırakırsam, Rabbimin huzuruna nasıl çıkarım?’

İdlib sizi bekliyor!”

***

Milletimizin beklenenlerden olması, her mazlum için aynıdır.

İspanya’da 500 yıl önce Engizisyondan kaçarak ciddî bir bölümü Osmanlı İmparatorluğu’na sığınanların dinlerinin değişik olması, ecdâdımızın izzetli ruhundandır. Bu durum Osmanlı Devleti bünyesindeki Ermeniler için de geçerli olmuştur.

Osmanlı tebaasından olan Ermeniler, yüzyıllar boyu devletin adaleti gölgesinde huzur ve güven içinde ve yüksek bir refah seviyesinde yaşamışlardır. Osmanlı Devleti idaresinde kimi zaman oldukça önemli görevler alacak kadar da itimat kazanmışlardır. Zaten insanları dinlerine ve ırklarına göre ayırmayan ve bütün tebaasını bir kabul eden Osmanlı devlet anlayışında, herkes her göreve gelebilmiştir.

Osmanlı Devleti içinde “tebaa-i sâdıka” diye anılan Ermeniler, tarihlerinde en istikrarlı ve huzurlu yılları şüphesiz bu dönemde yaşamışlardır

***

“İdlib’de ne işimiz var? Şehitler tepesini iktidara biz gelirsek boş bırakacağız” diyenlerin bu milletin tarihinden ve irfanından bîhaber olduğunu söylersek, hakaret mi ederiz? (Allah’a sığınırım.)

İdlib’de, Başika’da, Musul’da, Halep’te, El-Bab’da, Açe’de, Pakistan’da, Trablusgarp’ta, Makedonya’da, Üsküp’te tarih bizi çağırıyor.

Biz sırtımızı dönemeyiz, “Bize ne?!” diyemeyiz. Zira biz, “beklenen” bir milletiz. Bunu asabiyet saiki veya hamâsî duygularla söylemiyoruz. Tecelli-i İlâhînin rızâsıyla beklenelerden olduk. Tarihinden bîhaberlerin dostu, tarihimizin düşmanlarıdır.

Bedir’den Malazgirt’e, oradan Çanakkale’ye ve 15 Temmuz’a ve de İdlib’e kadar bütün şehidlere Allah’tan (CC) rahmet ve mağfiret diliyorum.