Tarih bilincinde İbni Haldun’un yeri

İbni Haldun’un, Halifeliği teokrasinin sembolü, hatta kendisi gibi görmesi bir önyargının tekrarını hatırlatmaktadır. Çünkü Halifeliği doğrudan Tanrı’nın vekâleti ya da Tanrı adına yeryüzünde hâkimiyet temin edilmesi gibi bir görüşü onaylayan İslâmî bir ilke yoktur.

TUNUSLU Abdurrahman Muhammed İbni Haldun (1332-1406), Berberiler hakkında “El-İbar” yahut “Unvan El-İbar” adını verdiği kitabı için yazdığı Mukaddeme’si ve tarih felsefesi hakkındaki görüşleri nedeniyle, özellikle Osmanlı bilginlerinin katkısı ile zamanla meşhur olmuştur. Taşköprüzade, Kâtip Çelebi ve Naima tarafından bu kitaba büyük rağbet gösterilmiştir. 18’inci yüzyılda Şeyhülislâm Pirizade Muhammed Sahip Efendi (Ö.1749) ve 19’uncu yüzyılda Ahmet Cevdet Paşa (1895) tarafından Türkçeye çevrilmiştir.

Batı’da İbni Haldun hakkında ilk defa makale yazan kişi olan Hammer (Ö.1856), Pirizade’nin Türkçe tercümesini esas alan 1822’de, 12 sayfalık makalesinde İbni Haldun’un tarih felsefesini anlatmış ve onu “Arap Montesquieu’su” diye nitelendirmiş, Osmanlı devlet ve ilim adamları arasında İbni Haldun’un bir ideoloji oluşturduğunu ileri sürmüştür. Fransız De Slane (Ö.1856) tarafından Fransızcaya tercüme edilen Mukaddime ise 1868’de yayınlanmıştır.

İbni Haldun’un inşâ ettiği tarih felsefesinin temeli “tarih kaynaklarının tenkidine” dayanmıştır. Önemli saydığı ikinci husus ise olayların arasındaki sebep-sonuç ilişkisi (illiyet bağı) olmuştur.

İbni Haldun’un tezine göre uygarlıkların, devletlerin varlıkları “tarihin değişmez kanunlarına” bağlıdır. Bu kanunlar ise coğrafya, ekonomi ve hayat tarzı olarak kendisini ortaya koymuştur. Büyük devletleri ancak göçebelerin kurduğunu, çünkü onlardaki dinamik kuvvetin “asabiye” olduğunu ileri sürmüştür. Asabiyenin ise kavim dayanışması, din ve ideoloji şeklinde kendini gösterdiğini belirtmiştir. İslâmiyet’in başlangıcında Araplarda asabiyetin varlığı ile İslâmiyet’in yayılmasının ve fetihlerin mümkün olduğundan söz etmiştir.

Devletin bir merkezden idare edilemeyecek kadar genişlemesi, medeniyet ile temasın sonunda cengâverlik/fatihlik ruhunun zayıfladığını, feodal idarî yapının ülkenin parçalanmasının temelini oluşturduğunu, hâkim zümrenin medeniyet ile temasının sonunda askerî ruhun söndüğünü, hâkim zümrenin israfı alışkanlığa dönüştürmesi ve böylece daha çok vergi toplama ihtiyacının ortaya çıkması ile halkın ayaklanma şeklindeki tepkisine yol açan yıkımların başladığını vurgulamıştır.

Devletin kuruluş devri, ardından zafer, ardından istibdat, huzur, asayiş ve imar devirlerinin birbirlerini takip ettiğini, medenîleşmeyle birlikte sulh ve selâmet isteğinin yaygınlaşmasını ve bunu da israf devrinin takip ettiğini, devletlerin de insan bedeni gibi “biyoloji kanunlarına” tâbi olduğundan insanın ölümü nasıl kaçınılmaz ise devletlerin de değinilen merhalelerin sonunda yıkılmasının kaçınılmaz olduğunu ileri sürmüştür. Bu konuda İtalyan filozof Vico (Ö.1744), Alman filozof Spengler (Ö.1936) ve İngiliz Toynbee’nin (Ö.1975) öncüsü olmuştur.

20’nci yüzyılda İbni Haldun ve Mukaddime’si defalarca Türkçeye çevrildiği gibi, hakkında çok sayıda makale ve kitap yazılmış, nihayet onun adına 2022’de İstanbul’da bir üniversite kurulmuştur. Türkiye’de gördüğü olağanüstü ilgi devam etmektedir. İbni Haldun’un Batı’da gördüğü ilgi Türkiye’de kendisine karşı duyulan hayranlığı arttırmıştır. Türkiye’de İbni Haldun’a karşı duyulan hayranlığı Batı’dan bağımsız düşünmek mümkün değildir.

İbni Haldun’un tarih felsefesinin temeli bedbinliğe ve kötümserliğe dayalıdır. Uygarlık ve devletin varlığı insan bedeni gibi doğup büyümeye ve sonunda ölmeye mahkûm ise bu görüşten bir iyimserlik ve devamlılık çıkarmak mümkün değildir. Devlet ve uygarlık önünde sonunda ölecektir, çünkü fanidir. Osmanlı Devleti’ni yaşatmak için büyük çabalar harcamış olan Ahmet Cevdet Paşa gibilerinin İbni Haldun’u bu görüşleri ile nasıl takdire ve takibe değer bulduklarını açıklamak müşküldür. Ahmet Cevdet Paşa ve benzeri isimler kendi çabaları ile İbni Haldun konusunda büyük bir çelişki yaşamışlardır.

İbni Haldun’un oluşturduğu tarih felsefesinin temeli, tarihin eleştiri ve tarafsızlıkla ele alınması (intikad), coğrafya ve ekonomi ile açıklanması, devletin din ile kaim olmadığı fikrini ileri sürmesidir. Devleti din ile kaim gören çok sayıda insanın İbni Haldun’un tarih telâkkisini bir çeşit hayranlıkla ele almaları şaşırtıcıdır.

Ahmet Zeki Velidi Togan (Ö.1970) ise İbni Haldun’un bu görüşünü “teokrasinin reddi olarak” kabul etmiş, İbni Haldun’un dindar olduğu hâlde “din ile dünyayı ayırdığını, toplumsal hayatın din ile mümkün olabileceği ve şeriatsız bir siyasetin olmayacağı tezinin reddedilmiş olduğunu” ileri sürmüştür.

Togan 1914’te, Bilgi Mecmuası’ndaki “İbni Haldun Nazarında İslâm Hükümetlerinin İstikbâli” başlıklı makalesinde, “Türkler için Hilâfet ve teokratizm fikrinin terk edilmesi gerektiğini” savunmuştur. (Bilgi Mecmuası, 1914, S.7, s.733-744)

Görüldüğü gibi İbni Haldun’un görüşleri sadece bir tarih felsefesi çeşidi olarak kalmamış, lâikliğe kapı aralamanın gerekçesi olarak takdim edilmiştir.

Togan’ın İbni Haldun’un tarih felsefesinden mülhem olarak Halifelik ve saltanatın birbirinden ayrılması, siyasetin şeriatsız yürütülmesi fikri 1920’lerde CHP yönetimi tarafından beğenilmesinden duyduğu memnuniyetle birlikte kendisi aktarmıştır (Tarihte Usul, İstanbul 1985, s.164).

Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu (Ö.1974), Naima ve Cevdet Paşa’nın İbn Haldun’un tezlerini Şark aydını sıfatıyla ele almalarına karşılık, Togan’ın Garp felsefesi ve toplum teorilerini yakından tanıyarak dikkate değer bir şekilde açıklamış olduğunu ileri sürerek takdirlerini ifade etmiştir (Fındıkoğlu, İbni Haldun, İstanbul 1940, s.48-51).

İbni Haldun tezlerinde göçebelik “kurucu bir unsur” olarak yer almıştır. Toplumsal dayanışmanın göçebelerde ileri düzeyde olduğu herkes tarafından teslim edilir. Ancak yerleşiklere karşı saldırı, savunma ve yağmada ortaya çıkan bu dayanışmanın kuruculuktaki etkisi şüphelidir. 20’nci yüzyılın toplumsal şartları içinde göçebe topluluklarda yeni orijinal kurucu örnekleri görülmediği gibi, aksine yüzyıl içinde göçebelerin kendileri yerleşik hayata geçerek ortadan kalkmışlardır. Elinde koruyacak dünyalığı olmayan göçebelerin saldırı ve savaş için yerleşik olanlara göre daha çok istekli olmaları kaçınılmazdır. Çünkü savaşarak kaybedecekleri canlarından başka bir şeyleri yoktur ama savaşı kazanmaları hâlinde kazanacakları çok şey vardır. Savaşçılıkları nedeniyle hâkimiyeti kolayca ele geçiren göçebelerin aynı kolaylıkla ve kısa sürede yerleşik olanların etkisinde kalıp değiştiklerini gösteren çok sayıda örnek vardır. Bu yüzden devlet ve ülke kuruculuğu için göçebeliği bir unsur olarak öne çıkarmak 21’inci yüzyıl şartlarında ispatı müşkül bir iddiadır.

İbni Haldun’un, Halifeliği teokrasinin sembolü, hatta kendisi gibi görmesi bir önyargının tekrarını hatırlatmaktadır. Çünkü Halifeliği doğrudan Tanrı’nın vekâleti ya da Tanrı adına yeryüzünde hâkimiyet temin edilmesi gibi bir görüşü onaylayan İslâmî bir ilke yoktur. Tarihte böylesi görüşleri seslendiren hükümdarlar olmuş ise de Müslümanların ezici çoğunluğu bu görüşleri bir fantezi sayıp uzak kalmıştır. Bir hanedanın, bir kişinin egemenliği esasına dayalı yönetim tarzının İslâmî bir karşılığı yoktur. Bu yüzden tarihte Müslümanlar arasında baş gösteren hanedanlık idarelerini “teokrasi” diye adlandırmasının isabeti müşküldür.

Ayasofya Kütüphanesi’nde bulunan İbni Haldun Seyahatnamesi’nde ise “Arapların ve Türklerin dünyada hâkim olmak için yaratıldıkları” tezi ise 20’nci yüzyıldaki olaylar ile birlikte iflas etmiştir. Evet, Dört Halife, Emevi ve Abbasi dönemlerinde Arapların; Göktürk, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde dünyada Türklerin bir hâkimiyeti görülmüştür. Ancak takip eden devirlerde bu hâkimiyet yok olmuştur. Üstelik Emevi ve Abbasi Devletlerinin kurucuları da göçebe topluluklar değildir. Abbasilerin kuruluşunda dinî bir gaye takip etmenin getirdiği bir asabiyeden söz edilebilir. Oysa aynı durum Emeviler için söz konusu değildir. Çünkü Emevilerde dinî bir gaye de yoktur.

Göçebeliğin sonucu olan dayanışmanın daha baskın ve gelişmiş hâli kavim ve din dayanışmasında gözlenmiştir. Türklerin çok dağılmış olmaları, bulundukları her bölgede kavim esasına dayalı bir dayanışmayı devlet ve medeniyet kuruculuğu için elverişli olmaktan çıkarmıştır. Buna karşılık dinî bir gaye için dayanışmaya öncülük etmelerinin sonunda “dünya hâkimiyeti” ölçüsünde Selçuklu ve Osmanlı örnekleri ortaya çıkmıştır. O dinî gayenin zayıf olduğu, ikinci plâna düştüğü durumlarda Selçuklu’nun yıkılması ve Osmanlı’nın da Ankara Savaşı ile parçalanması örnekleri yaşanmıştır. Dinî gayenin baskın olması hâli Ankara Savaşı örneğini yaşatmayabilirdi. Bu savaştan sonra görülen parçalanma ise kavim veya din dayanışmasının dışında bambaşka bir toplumsal sorundur.

İbni Haldun, Seyahatname’sinde, Timur Devleti’ni “beşer tarihinin gelişmesinin en yüksek noktası” diye vasıflandırmıştır. İbni Haldun 1406’da öldüğünden dolayı Timurluların sonunu görememiştir. Timur’u ziyaretinde rastladığı debdebeden dolayı bu görüşleri ileri sürmüş olmalıdır. Oysa bir kuşak sonra Timur Devleti’nden eser kalmamıştır. Timur’un Semerkand’a yaptırdığı cami, türbe ve medrese gibi bazı mimarlık eserlerinden başka bir mirası yoktur. Timur’un askerî başarılarına karşılık devletinin kısa ömürlü olması, “beşer tarihinin gelişmesinde en yüksek” noktaya yaklaşamadığını göstermiştir.

Ancak İbni Haldun bu basit gerçeği göremediği gibi, Timurluların göçebeler tarafından kurulmadığı gerçeğini de atlamıştır.

Togan’ın İbni Haldun’dan mülhem olarak takdirle bahsettiği “şeriatsız siyaset” ise Türkiye’yi büyütmemiştir. Kendi halkı ile kavgalı bir hâle getirmiştir. Kendi halkı ile kavgalı olan yönetimler daha zalim ve acımasız olmaktadırlar. Nitekim 20’nci yüzyıl Türkiye siyaseti kendi halkına karşı acımasızken dış siyasette ise sömürgecilere karşı teslimiyetçi ve itaatkâr olmuştur. Buna karşılık İbni Haldun’un “devletin devamı için dinin gerekmediği” tezi Türkler için bir yıkım olduğu gibi, dünya hâkimiyeti için yaratılmış olduğunu söylediği iki milletten biri olan Türklerin hâkimiyetinden de eser kalmamıştır.

“Şeriatsız siyaset” üzerinden hemen hemen her şeyi devlet zoru ile değiştirilen Türklerin kavmî özelliklerini ne kadar korudukları da şüphelidir. Devlet baskısı ile tepeden tırnağa Batılıları taklide zorlanmış olan Türklerin İbni Haldun tarafından anlatılan Türklere adlarından başka benzer taraflarının olup olmadığı ayrıca meraka değer bir konudur. Şeriatsız siyasetin sonunda Türkler sürekli beka sorunu yaşamışlardır.