Tarih biliminin duayenlerinde “tarih kültürü”

Burada anlatmak istediğimiz, tarih araştırmalarında usûl ve yol haritasının nasıl olması gerektiği konusunda eserler veren kişilerin bile zaman zaman kendi bakış açılarını dikte ettirdiklerini, tarafsız olunması gerektiğini vurgulayanların bazen taraflı davrandıklarını gözlemlediğimizi belirtmektir.

TARİH biliminin duayeni sayılan kişiler, gerçekten tarihî bilgileri aktarırken tarafsız yazabiliyorlar mı? Tarih anabilim dallarında başucu kitabı olarak okutulan Zeki Velidi Togan’ın “Tarihte Usûl” kitabının kendi deyimi ile bir iç intikâdını yapalım.

Tarih bilimi, mikroskop altında incelenen, fizik, kimya bilimi gibi deney ve gözleme tutulan ya da matematik gibi hesaplanıp formülü bulunan bir bilim değildir. Ama gözle görülmüş, yaşanmış, bitmiş olan bir bilim dalıdır. Tarih bilimi ve tarih araştırma teknikleri konusunda çok kitap yazıldı. Bu anlamda Togan’ın yaptığı tarih tarifi ile başlayalım biz de…

Togan, çeşitli kaynak ve isimlerden tarihin tanımını derlemiş ve kitabında şunları kaleme almıştır:

“Tarih mefhumunu ve tarihçinin vazifelerini önceden iyi bilmemiz lâzımdır. Tarih ilmini esaslı ve şumüllü bir sûrette tarif etmek kolay bir iş değildir. G. Monod, ‘Beşer faaliyet ve tasavvurlarının taakkub, inkişaf ve bağlılık nisbeti bakımından tecellilerin heyeti mecmuasıdır’ diye tarif ediyor. Fakat E. Bernheim’e göre, ‘Tarih ilmi, insanların zaman ve mekân çerçevesinde husule getirdikleri tekâmül hâdiselerini, bunların ma’şeri (içtimaî) bir vücûdun ferdleri ve toplulukları sıfatiyle yaptıkları fiillerinde, bu ma’şeri hayatta mevzubahis ayrı hâllerdeki rol ve ehemmiyetleri tayin ve tesbit edilen psiko-fizik amillerin teşkil ettiği illi bağlılıklar çerçevesinde, tecellî eylemeleri itibariyle tetkik ve tasvir eder. Evvelâ tetkik mevzuu olan şey, hep hâdiselerdir. İnsanın ma’şeri bir vücût yahut içtimaî bir bünye olması itibariyle faaliyeti derken, insanların teşkil ettikleri her nevi zümre, meselâ bir devlet, bir kabile, bir aile gibi gruplar hâlinde ibraz ettiği faaliyetini anlıyoruz. Fakat insanların uzvî bir mahlûk olmaları itibariyle yaptıkları işler, biyoloji yahut fizyoloji mevzuu olacak hayvanî hareket ve fiilleri buraya dâhil değildi.

‘Tarih’ kelimesi İbranicede ‘ay’ mânâsına gelen ‘yarex’ kelimesinden gelmedir. Nasıl ki Yunancadan Lâtinceye geçen ‘historia’ kelimesi de Araplara ‘asatir’ şeklinde geçmiştir.”

Togan pek çok kaynaktan değişik tarih tarifi verse de kitabın önsözünü uzunca bir yazı ile Garp ve Şark kültür tarihine ayırmıştır. Şark ve Garp’ın kıyasî değerlerini yazmış ve bazen Garp, bazen de Şark’ı övmüş ve eleştirmiştir.


Tarih laboratuvara sığar mı?

Tarih bilimi mikroskop altında incelenen bir bilim dalı olmadığından, müşahitlerinin geçmişte yaşayıp elan ölmüş olmalarından dolayı, tarih yazılırken, yazan kişinin vizöründen bakmamız kaçınılmaz oluyor. Bunun rağmına, geçmişten günümüze tevatür gelen haberler yani en az on iki kişinin müşahit olduğu aynı olayı aynı dille anlatan farklı rivayetler olduğu ve elimizde somut veriler (paralar, belgeler, kalıntılar) olduğu sürece olayları daha tarafsız değerlendirme şansımız da yok değil.

Tarihi anlatan ister vakanüvis, ister hikâyeci, ister araştırmacı olsun, tarihi yazarken ideolojisini, ırkını, bütün şahsî görüşlerini dışarıda bırakarak yazmalı. Ne yazık ki teknik bir kitap dahi olsa tarih söz konusu olunca bunun pek mümkün olmadığını müşahede ediyoruz. Şeyh Edebali Üniversitesi Tarih Ana Bilim Dalı yüksek lisans ödevi olarak tez yazarken, etik kuralları öğrenmemiz adına özetini çıkarma görevi tevdi edilen Zeki Velidi Togan’ın “Tarih Araştırmalarında Usûl” kitabının acizane inkıyadında bulunmak istemiştik. Gördük ki, çok müstefîd olacağımız konular olduğu gibi, bu kitapta bazı kısımları aktarırken tarafgirlik ve şahsî görüş beyan etmekten azâde değil. Yeri gelince nazar-ı dikkatlerinize sunacağız.

Togan, kitabın girişinde Batı ve Doğu sentezini ustalıkla anlatmış kıyas yaparak tarih ve tarih bilimine bakış açılarını karşılaştırmıştır. Lâkin bazı yerlerde nâhak yere Şark’ı yere vurmuş, Garp’ı övmüştür. “Dini, bir tali amil sıfatiyle bahis dışı bırakırsak bu tariflere göre Garb, eski Yunandan gelen devamlı araştırma, akîde ve menfaatler çarpmasını kendisi için fikir hayatının kaynağı yapan, kaderden çok kendine ve akla güvenerek tabiatı insana tâbi kılma isteğini hâkim kılan bir aktivite âlemidir; Şark ise huzur ve feragetten haz duyan murakabeci, esrarlı, son derece dindar, şuursuz, yaşanılan hayata geçici nazar ile bakan ve hâlihazıra ancak mâzi ile ilgili olduğu ölçüde kıymet verebilen, kadere inanmış, tabiatı kendi hâline bırakmış pasif bir âlemdir. Şark’ı bu mânâ ile anlayan ve seven Garbli şair Goethe’nin ‘Garb Şark Dîvânı’ ve Şarklı şair Sir Muhammed lkbal’in ‘Şark-Garp Dîvânı’ (Li·'llah-i '1-Maşriq va 'l-Magrib), Garb-Şark fikir ve zihniyetlerini şiirlerinde canlandırmışlardır. Son zamanlarda bu mevzu daha geniş bir ufuktan tetkik edilmeğe bağlanmıştır. (…) Garbli insan en yüksek hürriyet için hürriyetin hiçlikteki hududunu anlamıştır.” (Önsöz, 4. Madde)

Togan Harf İnkılabı konusunda da ilginç şeyler yazmıştır. Garbı ve Garp aklını beğendiği pek çok yazısının rağmına bu kitapta hayrete şayan bir şekilde Harf İnkılabı konusunda şüphelerini dile getirmiş, şunları söylemiştir: “Sir Denison Ross, 1926’da lstanbul’da iken ona, bana ve ihtimâl Fuad Köprülü'ye yazdığı mektuplarla ‘İllâ Lâtin’i alınız’ diye ısrar etmiş ve 1929’da bu alfabe lehine propaganda yapmak maksadiyle Kahire, Şam, Bağdad ve Tahran’a seyahat yapmış, fakat projelerini Kral Fuad'a ve Riza Şah’a kabul ettiremedığini itiraf etmiştir. Review'in ayni sene Temmuz nüshasında neşrettiği makalesinde (İmpressiorıs from the Near and Middle East} anlatmıştı. İranlı âlimlerden Atiirid Tebriz Edebiyat Fakültesi neşriyatında yayınladığı hatıratında mezkûr 1929’da Londra’da Şarki Hind Cemiyeti’nde Hind Müslümanlarından TatIfi isminde bir zâtın Hindistan Müslümanları ve Hindular için Urdu dilinde tatbik edilmek üzere bir Lâtin alfabesi teklif ederek verdiği konferansta söz alan Sir Denison Ross, Lâtin alfabesinin noksanlarına, Arab alfabesinin mükemmeliyetine dair söylediği nutkunu nakletmiştir. Denison Ross'un bu sözleri seyahatleri neticesinde hâllettiği fikir değiştirmeden mi ibaretti, yoksa çok siyâsî olan bu İngiliz müsteşriki daha 1926’da bize Lâtin alfabesini kabul zımmında Türkiye Hükûmetini ikna etmeyi teklif ettiği zaman dahi 1935’te Boan Üniversitesi’nde söylediği fikirlerde olduğu hâlde bir oyun mu yapmıştı, bunu anlayamadık.”

Garp’ın kime göre Garp, Şark’ın kime göre Şark olduğu konusunda ise güzel bir ifade kullanmış, değişik tespitlerde bulunmuştur:

“Fikrimce gün, Garb-Şark medeniyet farkı kalmayacak, Japonya Amerika’ya nisbetle Garbli, Fransa İspanya’ya göre Şarklı ocaktır. Bir Maleziyalının yahut bir Moğol’un kültür itibariyle bir Almandan yahut bir Amerikalıdan farkı, Avrupa ve Amerika milletlerinin kendi aralarındaki kültür farkları derecesine inecektir.”


Togan’da anadil düşüncesi

Bu güzel ve dikkate şayan tespitlerinin yanında, genel geçer olmayan, kendi zaviyesinden değerlendirdiği, altına imzamızı atmaktan imtina edeceğimiz sözleri de mateessüf bulunmaktadır: “Diğer bir mikyas da dikkattir. Yunancadan gelen bir kelime ile ifade olunan bu husus, belki Avrupalılara eski Yunan ve Roma’dan miras kalmış bir hususiyettir. Fakat bu hususiyet Çin’de olduğu gibi, eski Harezmlilerde ve onlarla komşu olarak yaşayan Sırderya ve Harezm Türklerinde de görülmektedir. El-Birunî Yunanlılarda bulunan bu dikkat hususunun İslâmlarda bulunmadığından şikâyet etmekte, hattâ dikkatsizliği ‘Bu, bizim kavmin umumî eksikliğidir’ diye vasıflandırdıktan sonra, ‘Şöyle ki, yazıları tashih etmek ve aslı ile karşılaştırmak hususunda bize hâkim olan dikkatsizlik yüzünden böyle yazma eserlerin varlığı ile yokluğu müsavi oluyor, hattâ böyle kitapların içinde mündereç malûmatı bilip bilmemenin ehemmiyeti bile kalmıyor. Eğer bizde bu afet olmasa idi, Dioskurides, Galenos, Paulus ve Oreibasios’un eserlerinin Arapçaya tercümelerinde zikredilen Yunanca isimleri nakletmek kâfi gelirdi, fakat biz o tercümelere inanamıyoruz ve onların yazma nüshalarında değişmeler yapılıp yapılmadığından emin olamıyoruz.” (Önsöz, sh. 23)

Togan’nın şu sözlerini de dikkatlerinize sunmak istedik: “Bu eserde birçok nazarî meseleleri izah etmeye Türk dilinde çalıştık. Fakat bu nazariyeler ancak tatbikat saratmanın zevkli devri hasına geçerse kıymet kesbederler. Tarihte Türklerden birçok ilim adamları yetişmiş, fakat ancak Alişir Nevayî, Kâtip Çelebi, Ali· ve Cevdet Paşa gibi parmakla sayılabilir zevat bildiklerini kendi anadillerinde doya doya yazıp millî kültür yaratabilmişlerdir. Büyük âlim El-Birunî, kendi anadili -herhâlde Türkçe- ilim dili olmadığından, kendisine yabancı olan ve kullanışta mı, İskülat çektiği Arab ve Fars dillerinde yazmak mecburiyetinde kaldığını, anadili ilmî mevzuları yazmağa müsaid olmadığı için eserlerini o dilde yazacak olursa, bunun yalak üzerine çıkan bir deve kabilinden garib görüleceğini söylemiştir. (Önsöz, sh. 29)

Burada anlatmak istediğimiz, tarih araştırmalarında usûl ve yol haritasının nasıl olması gerektiği konusunda eserler veren kişilerin bile zaman zaman kendi bakış açılarını dikte ettirdiklerini, tarafsız olunması gerektiğini vurgulayanların bazen taraflı davrandıklarını gözlemlediğimizi belirtmektir.

Taberî gibi ilim dünyasının en önemli tarihçisine acımasızca tazir ve tenkitler yazan Zeki Velidi Togan, kitabın ortalarında aynı Taberî’den sitayişle bahsetmiş, kendi ile tenakuza düşmüştür: “Eski zaman vakanüvisler, meselâ İslâm âleminin büyük tarihçisi Tabari, tarihte vekayin esbabını tahlille uğraşmamıştır. Tabari bütün tarihî h^zdiselere ait okuduğu, işittiği ve gördüğünü fazla indiyat ilâve etmeden eserine almıştır. 11-13 üncü asırda Cermenlerin ve Rusların manastırlarda çalışan rahiplerinin kayıtları da öyledir. Yalnız bu zevat fazla dindar ve ancak kendi muhitlerini bilen kısa görüşlü adamlar olduklarından, vekayii tevsik etmeden, anlayabildikleri gibi tesbit etmişlerdir. Zamanımızda ise vaziyet bambaşkadır. Bugün tarihçi olan zât, tarihî bir şahsiyete ait tetkikatta bulunurken onun dost ve düşmanları, varsa kendisi tarafından yazılan yazıları, muhtelif cephelerden yazılan kayıtları tetkik etmek mecburiyetindedir.” (Age. Sayfa 4-5)

Tarihin başka ilimlerle münasebetini incelerken görünen Togan

Kitabında farklı dillerden kaynaklar kullanan Zeki Velidi Togan, farklı dilden bir kaynağı tetkik ediyorsak o dile vakıf olmamız gerektiğini söylerken şu örnekleri vermiştir: “De Geuignes'in Hun, Türk ve Moğollar Tarihi, D'Ohsson'un Moğollar Tarihi, De Groot 'un Hunlar Tarihi, Bartold 'un Moğollar İstilası Zamanına Kadar Türkistan, Uluğ Bek ve Zamanı, v. Haınme'i-Purgstah'ın Osmanlı Tarihi, Köprülü. Fuad’ın İlk Mutasavvıflar’ı, Kadı Rızaeddin’in Asar’ı, Uzunçarşılıoğlu İsmail Hakkı’nın muhtelif kitabelere ait neşriyatı, birinci elden yazılmış eserlerdir. H. Howorth’un Moğol Tarihi, R. Gjousset’in L'empir des Steppes kitabı, Köprülü Fuad’ın Türkiye Tarihi, Şemseddin Günaltay’ın Mufassal Türk Tarihi, ikinci elden yazılmış eserlerdir. Diğer Türkçe tarihî eserler, meselâ Ahmet Rasim Tarihi, Tarihi Ebü’l-Faruk ve saire, üçüncü elden yazılmış eserlerdir. Hiçbir yabancı dil bilmeyen zevat, diğer milletlerin âlimleri tarafından dokunulmayan bâkir mevzular üzerinde birinci el eser yazabilir fakat Avrupalı âlimlerin de bildikleri, onların da temâs edip üzerinde tetkikatta bulundukları mevzular üzerinde birinci el eser yazmak için üç Avrupa ilim lîsanını bilmek, hazan bunlardan başka bir de meselâ hangi kaynaklara istinaden tetkik ediliyorsa o kaynağın yazıldığı lîsanı bilmek zarurî olur.” (Sh. 24)

“Metot Bilgisi” başlığı altında tarih yazarken dikkat edilecek metotlardan bahseden Togan, haklı olarak “Müellifin yaşadığı dönemi, çevreyi, fikrî yapısını iyi bilmek gerekir” derken ne kadar haklı ise, “İslâm âlimlerinin bu konuya dikkat etmediklerini” söylerken de o kadar haksızdır. Gerek vahiy kâtipleri, gerek hadîs-i şerif ravîleri ve genellikle tarihî vakaları yazanlar, genellikle tevatür haber veren müellifler, en az Batı’dakiler kadar hassastırlar. Hak ve nâhak gördüğümüz bu konudaki sözleri iktibas edelim:

“Düşünüş ve ifadelerde olduğu gibi umumen zamanlar ve medeniyetler arasındaki büyük farklar da ancak neden-nasılcı usûlle tarih yazış tarzının inkişafı netîcesinde yakından anlaşılmıştır. Eskiden her tarihçi kendisinden evvelki bir müellifin eserini yalnız harfi harfine nakil ve tefsir etmekle kendi vazifesini ifa etmiş zannederdi. Zamanımızda ise eserinden menba sıfatiyle istifade edilecek olan müellifin mensup olduğu muhitini, o muhitin kültür seviyesini, müellifin şahsiyetini, karakterini, keza diğer eserlerinin karakterlerini ve kıymetlerini etraflıca öğrenmeğe ehemmiyet verirler. İlk İslâm asırlarında Müslüman âlimleri Peygamber’den naklolunan hadîsleri toplarken, ‘bütün şahsiyetleri, karakterleri, hangi muhite mensup oldukları, ne gibi tesirler altında kaldıkları hususuna pek ziyâde ehemmiyet vermişler ve bunu hadîs ulemasının hâl tercümeleri -riccil-u hadîs- kitaplarında o zaman bakımından hayret edilecek bir şekilde dikkatle kaydetmişlerdir. Fakat İslâm âlimleri tarih ulemasının şahsiyeti, hüviyeti ve muhiti meselesine öyle bir sistem hâlinde ehemmiyet vermemişlerdir. Hele Osmanlı devri müelliflerinde bu hususa hiç dikkat edilmemiştir. Avrupa’nın genç ve bu asır müverrihleri bu hususlara çok ehemmiyet vermişler ve vermemektedirler.” (Sh. 34-35)

Tarihe ait bilgileri güzel bir kelime ile ifade eden Togan, sayfa 38’de şöyle demiştir:

“Tarihe ait bilgileri veren maddelere menbaı yahut kaynak diyoruz. Bizim Türk destanlarından Altay Türklerinde iyi muhafaza olunan şaman destanları böyledir. Filhakika bu destanlar arasında ilâhlaştırılmış oldukları muhakkak olan tarihî şahsiyetler vardır. Meselâ Qayrahan, Qarahan isimlerinde ilâhlaşmış hükümdarlara ait hikâyeler söylenir. Fakat bu hikâyelerdeki şahsiyetlerin çoğu hiç de tarihî değillerdir. Bu nevi destanlardan birçoğunu W. W. Radloff neşretmiştir. Bunlar bize bir tarihî menba olamıyor. Bir de muhtelif acayip şeyler, mağaralar, eski duvarlar, adam yahut bir bina şeklinde olan kayalar hakkında uydurulmuş hikâyeler oluyor. Meselâ Ön ve Orta Asya’nın muhtelif yerlerinde gösterilen Ashab-ı Kehf mağaralarına, Ya’cüc ve Ma’cüc seddi ile demir kapılara ait hikâyeler gibi… Orta çağlarda gerek Şark’ta ve gerekse Garb’de bu gibi hikâyeleri talihî addederlerdi. Meselâ Bağdad Halîfesi Al-Vasıq bi’Llah, zamanının müneccimi olan Muhammed b. Musa d-Xorezmi’yi Ashab-ı Kehf ve Ashab al-Raqim mağaralarını bulup öğrenmek için Anadolu’ya ve Al-Tarcüman’ı da Ya’cüc ve Me’cüc seddini bulup tavsif etmek için Hazarların memleketine ve Türkistan’a izam etmişti.”

Togan, tarihî kaynaklarda iktibas ve intihâl falsifikasyon yapıldığını da örneklerle anlatmıştır: “Türk fütuhatı devirlerine ait olmak üzere söylenen destanlardan Battal Gazi Destanı’nın kahramanı malûm ise de Cüneyidname’nin tarihî bir şahsa ait olduğu malûm değildir. Bu yüzden bu destan tarihî meseleleri izahta kullanılamaz. Türk fütuhatı, devrine ve Danişmend Gazi’ye ait gibi telâkki olunan Danişmendname Destanı’nın Danişmend Gazi ile ilgisi yoktur. Destan, Malatya tarafında iş gören ve orada şehid düşen bir gazinin hayatını anlatır. Danişmend Gazi ise Malatya emiri olmamış ve küffarla savaşta ölmemiştir.” (Sh. 47)

Bütün bunların yanı sıra, “Tarih Araştırmalarında Usûl” kitabında pek ehemmiyetli konulara değinen Togan’ın teknik olarak tespit ve bilimsel izlenimlerini de küçümsememek gerekir.