ÖNCE kendiyle mi
tanışır insan? Ya da ailesiyle mi? Sonra ilk arkadaşlıklar, büyüyen dostluklar
ve katlanarak artan bir tanışma seremonisi insan hayatı boyunca süregelen bir
durum mudur? Bu tespit gibi görünen cümleleri soru kalıbında telâffuz ediyor
olmanın bir sebebi var. Çünkü ben, hiçbirinden emin değilim.
Zaten
ilk ve son tanışıklığın kiminle olduğu çok da önemli değil.
Ne
kadar tanışma eylemi varsa insanlar arasında, diğer tüm eylemlerden sonra
geliyor. Meselâ pek çok mecliste görüşüldü, konuşuldu, sohbetler edildi fakat
tanışmak eylemi henüz gerçekleştirilmedi.
Bir
aile içinde bile tanışmayan bireyler var. Ya da yıllarca birlikte vakit
geçirip, zaman paylaşıp henüz tanışma faslına geçmeyenler… Bu son tespitten bir
şiir olur, hicaz mâkâmında bir beste ya da gerçekten kalbe işleyen bir dram
filmi bile çıkar.
Anlaşılmamaktan,
sezilmemekten yakına yakına büyüyoruz. Sonra bir aile kuruyor, dostluklar
yeşertiyoruz. Evlât sahibi oluyor ve hâlâ ilk serzenişimizde devam ediyoruz.
Peki, biz ne kadar tanıyoruz sevdiklerimizi? Bir baba, kızlarını ne kadar
tanıyor? Bir anne, evlâtlarıyla tanıştı mı? Bir kadın, kocasıyla, evliliğinin
hangi aşamasında tanıştı ya da tanışmak için daha ne bekliyor?
Sevdiği
şeyleri bilmek midir birini tanımak? Hobilerini ya da zevklerini bilmek midir?
Pek sanmıyorum. Keyifte ve neşede yalnızlık yoktur ki… İnsanı buralarda tanısan
ne, tanımasan ne? Bu, bir insanı yanlış sokaklara saptırmaz ya da bir çocuğun
boğazında düğüm olmaz. Bir kadının, en sevdiği rengi eşi bilemedi diye rûhu
kanamaz. Bir adam, en beğendiği futbolcuyu eşine sormaz. İnsan birbirini
zevklerde ve keyiflerde sınamaz.
Bir
insanı tanımak, korkularını bilmektir. Nerede içinin ürperdiğini sezmek, ne
zaman yalnızlığa düştüğünü, ne olduğunda içinin ezildiğini anlamaktır tanımak…
Hani
korkular insana yön verir ya… Bazen süslü çardaklarla şenlendirilmiş,
gösterişli ırmakların serinliğinde, huzurun ve sevginin membaına götürürler…
(Bu, korkuların doğruluğa ve güzelliğe sevk ettiği kişiler için geçerli.) Fakat
bazen, azgın dikenli sarmaşıkların kuşattığı karanlık ve metruk bahçelere
sürüklerler. (Bu, korkuların çıkmaza ve isyana sevk ettiği kişiler için
geçerli.) Ama korkular, muhakkak bir adrese götürür insanı… Birini tanımak ve
sevmekse mevzu, önce korkularını sezmeli. Pek çok haykırış saklıdır o
korkularda. Anlam veremediğiniz bir neşesizlik, mutsuzluk ya da kayıtsızlık
gördüğünüzde, ilk akla gelen şey, karşıdakinin sizi sevmediği oluyor, değil mi?
Altında korkular saklıyorlar, görmüyoruz.
Hırçın
ve aşırı bir çocuğun korkuları derindedir. Babasının ısrarlı şefkati ve
annesinin olağan ilgisiyle korkuları alt eder. Birkaç fazladan ilgi, bir çocuğu
sevgisiz bir insana dönüşmekten kurtarır ve sevginin özünü besleyen bir tohuma
benzetir. “Bu da böyle” deyip
geçmemeli insan, biraz daha verici olmak çok da zor değil aslında.
Bir
kadın, öfkeli ve memnuniyetsiz görünen eşinin sevgisizlik korkusunu
sezebilmeli. Hiç kimse çıkıp da korkularını itiraf etmeyecektir. Hoşunuza
gitmeyecek bir tepki olarak size yansıtacaktır. Ve siz, kendinizi haklı görerek
irdeleme gereği bile duymadan tepkiye karşılık verdiğinizde, “Bana birini tanımaktan bahsetmeyin”
derim. Öyle yıllarca sürecek bir çatışmadan bahsetmiyorum. İnsanın korkularına
denk gelen bir zıtlık vardır. Marifet, onu bulmak işte! Sevgisizlikten korkana
sevgiyi sunmak, yetersizlikten korkana yeterli olduğunu hissettirmek,
gelecekten korkana “Hep yanındayım”
diyebilmek… İnsanı korkularından tanımak ve tam zıddından sevmek, derin
yaraları iyileştirir.
Ne
yazık ki kızmak, küsmek ve yol ayrımına gelmek gururunu taşıyoruz sırtımızda.
Bu yük bize gururdan çok eziyet verirken, kazanabileceğimiz insanları
kaybediyoruz. Evlâdımızı, eşimizi, anne-babamızı… Dostlarımızı…
Hâlbuki
bir insanı sevebilmek varken kaçıyor ve alacağımız sevgiyi de yok ediyoruz.
Bunun bir ölüm yokluğundan farkı ne ki?
Hani
kısaydı ömür? Hani yalandı dünya? Hani değmezdi ayrılıklara, dargınlıklara?..
Diyorum
ki, insanları anlamaya biraz emek vermeli. Seni de, beni de sorsak
sevdiklerimize, vardır kusurlarımız… O kusurları örtmek değil, onları birlikte
onarmak gerek. Bunun için altındaki yalnızlığı ve korkuları aramak, bulmak
gerek.
Sezilmeyen
korkuların adresi
En
basit durumlardan en kötü senaryolar çıkıyor. Bunları tek tek olgu şeklinde ele
alıyoruz ve kendi hayatımızdaki yıkımları sezemeden bir ömrü hebâ ediyoruz.
Korkularını
dile getiremeyen bir çocuk, günün birinde ailesine yabancı bir hâle
gelebiliyor. Bu korkuları iyiliğe evirebilecek bir altyapısı da yoksa vay
hâline!
Kötüye
denk geldi mi, sığınağı yok. Sonra yanlışlar silsilesi ve boşa giden bir insan
ömrünün yasını tutmakla şafak sayan bir anne-baba… Belki de sadece anne
babasının onu sevmeyeceğinden korkuyordu. Söyleyemedi. Bu korkuların sizde
karşılığı olmayabilir. Fakat bir insanın o karmaşık iç dünyasında
şekillendirdiği gerçek dışı sebepler onu öyle bir yoğurur ki korkusundan daha
gerçek etkilerle günün birinde yüz yüze gelir insan.
Emek
vermeden, derinlere inmeden, yorulmadan ve terlemeden ne oluyor ki bu âlemde
sevgi olsun?
Sonra
bir yuvayı taş üstüne taş koyar gibi emekle, saygıyla âbâd eden bir kadın, “Dünyaları verseler değişmem” dediği
yuvasını, kocasını terk ediyor. Çünkü adam bir gün durup da korkularından
tutmamış ki… Söylenmeyen sözler büyümüş, bir yokluk peydah etmiş, o yokluk
karı-kocanın arasında devasa bir sınır örmüş. Ne gören olmuş duvarı, ne yıkan…
Söylenmeyenler bir bavula sığdırılmış ve yuvalar dağılmış. Günden güne
ilgisizleşen eşini daha az sevmekte bulmuş çâreyi adam. Sormak, irdelemek ve
emek vermek yük gelmiş ya da daha kötüsü, bunları yapmak aklına bile gelmemiş.
Gördüğü ilgisizliğin bir korkuya dayandığını bilememiş.
Ya
bir adamın korkuları? Yok mudur yani? Eşine söyleyemediği kırgınlıkları? Derinlerde
sakladığı zayıflıkları? Dokunsan incinecek umutları yok mudur? Sustukça
büyümemiş midir içinde? Büyüdükçe daha da suskunlaşmamış mıdır? Sonra eşi ona
baktıkça ilgisiz ve kayıtsız bir adam görüp uzaklaşmamış mıdır? Biraz emek
verseydi oysa, katbekat karşılığını almaz mıydı eşinden?
Emeksiz
ekmek yok!
İnsanları
tanımak lâzım. Öyle “Neyi sever, ne ister?”den fazlasıyla tanımak… İçini ezip
duran hüzünleri tanımak… Onları incitmeden sevmek lâzım.
Biri derse ki, “Bunca uğraş, bunca çaba anlamak için mi?”. Anlaşılmamaktan yakınan bir kalbin varsa, anlamaya ömür harcaman lâzım. Öyle emeksiz, olduğu gibi, “Nasıl denk geliyorsa, ne kadar oluyorsa” diyerek ne çocuk büyütülür, ne bir kadın sevilir, ne de bir adam. Dostunu da emeksiz sevemezsin. Önce emek verirsin, sonra emek verirler. Önce bir anlarsın insanın içindeki tünelleri, çıkmaz sokakları, akabe yolları; sonra içindeki korkuları, hüzünleri anlatırsın. O zaman anlarlar… Muhakkak anlarlar!