Tanıştığıma memnun oldum!

Anlaşılmamaktan yakınan bir kalbin varsa, anlamaya ömür harcaman lâzım. Öyle emeksiz, olduğu gibi, “Nasıl denk geliyorsa, ne kadar oluyorsa” diyerek ne çocuk büyütülür, ne bir kadın sevilir, ne de bir adam. Dostunu da emeksiz sevemezsin. Önce emek verirsin, sonra emek verirler. Önce bir anlarsın insanın içindeki tünelleri, çıkmaz sokakları, akabe yolları; sonra içindeki korkuları, hüzünleri anlatırsın. O zaman anlarlar… Muhakkak anlarlar!

ÖNCE kendiyle mi tanışır insan? Ya da ailesiyle mi? Sonra ilk arkadaşlıklar, büyüyen dostluklar ve katlanarak artan bir tanışma seremonisi insan hayatı boyunca süregelen bir durum mudur? Bu tespit gibi görünen cümleleri soru kalıbında telâffuz ediyor olmanın bir sebebi var. Çünkü ben, hiçbirinden emin değilim.

Zaten ilk ve son tanışıklığın kiminle olduğu çok da önemli değil.

Ne kadar tanışma eylemi varsa insanlar arasında, diğer tüm eylemlerden sonra geliyor. Meselâ pek çok mecliste görüşüldü, konuşuldu, sohbetler edildi fakat tanışmak eylemi henüz gerçekleştirilmedi.

Bir aile içinde bile tanışmayan bireyler var. Ya da yıllarca birlikte vakit geçirip, zaman paylaşıp henüz tanışma faslına geçmeyenler… Bu son tespitten bir şiir olur, hicaz mâkâmında bir beste ya da gerçekten kalbe işleyen bir dram filmi bile çıkar.

Anlaşılmamaktan, sezilmemekten yakına yakına büyüyoruz. Sonra bir aile kuruyor, dostluklar yeşertiyoruz. Evlât sahibi oluyor ve hâlâ ilk serzenişimizde devam ediyoruz. Peki, biz ne kadar tanıyoruz sevdiklerimizi? Bir baba, kızlarını ne kadar tanıyor? Bir anne, evlâtlarıyla tanıştı mı? Bir kadın, kocasıyla, evliliğinin hangi aşamasında tanıştı ya da tanışmak için daha ne bekliyor?

Sevdiği şeyleri bilmek midir birini tanımak? Hobilerini ya da zevklerini bilmek midir? Pek sanmıyorum. Keyifte ve neşede yalnızlık yoktur ki… İnsanı buralarda tanısan ne, tanımasan ne? Bu, bir insanı yanlış sokaklara saptırmaz ya da bir çocuğun boğazında düğüm olmaz. Bir kadının, en sevdiği rengi eşi bilemedi diye rûhu kanamaz. Bir adam, en beğendiği futbolcuyu eşine sormaz. İnsan birbirini zevklerde ve keyiflerde sınamaz.

Bir insanı tanımak, korkularını bilmektir. Nerede içinin ürperdiğini sezmek, ne zaman yalnızlığa düştüğünü, ne olduğunda içinin ezildiğini anlamaktır tanımak…

Hani korkular insana yön verir ya… Bazen süslü çardaklarla şenlendirilmiş, gösterişli ırmakların serinliğinde, huzurun ve sevginin membaına götürürler… (Bu, korkuların doğruluğa ve güzelliğe sevk ettiği kişiler için geçerli.) Fakat bazen, azgın dikenli sarmaşıkların kuşattığı karanlık ve metruk bahçelere sürüklerler. (Bu, korkuların çıkmaza ve isyana sevk ettiği kişiler için geçerli.) Ama korkular, muhakkak bir adrese götürür insanı… Birini tanımak ve sevmekse mevzu, önce korkularını sezmeli. Pek çok haykırış saklıdır o korkularda. Anlam veremediğiniz bir neşesizlik, mutsuzluk ya da kayıtsızlık gördüğünüzde, ilk akla gelen şey, karşıdakinin sizi sevmediği oluyor, değil mi? Altında korkular saklıyorlar, görmüyoruz.

Hırçın ve aşırı bir çocuğun korkuları derindedir. Babasının ısrarlı şefkati ve annesinin olağan ilgisiyle korkuları alt eder. Birkaç fazladan ilgi, bir çocuğu sevgisiz bir insana dönüşmekten kurtarır ve sevginin özünü besleyen bir tohuma benzetir. “Bu da böyle” deyip geçmemeli insan, biraz daha verici olmak çok da zor değil aslında.

Bir kadın, öfkeli ve memnuniyetsiz görünen eşinin sevgisizlik korkusunu sezebilmeli. Hiç kimse çıkıp da korkularını itiraf etmeyecektir. Hoşunuza gitmeyecek bir tepki olarak size yansıtacaktır. Ve siz, kendinizi haklı görerek irdeleme gereği bile duymadan tepkiye karşılık verdiğinizde, “Bana birini tanımaktan bahsetmeyin” derim. Öyle yıllarca sürecek bir çatışmadan bahsetmiyorum. İnsanın korkularına denk gelen bir zıtlık vardır. Marifet, onu bulmak işte! Sevgisizlikten korkana sevgiyi sunmak, yetersizlikten korkana yeterli olduğunu hissettirmek, gelecekten korkana “Hep yanındayım” diyebilmek… İnsanı korkularından tanımak ve tam zıddından sevmek, derin yaraları iyileştirir.

Ne yazık ki kızmak, küsmek ve yol ayrımına gelmek gururunu taşıyoruz sırtımızda. Bu yük bize gururdan çok eziyet verirken, kazanabileceğimiz insanları kaybediyoruz. Evlâdımızı, eşimizi, anne-babamızı… Dostlarımızı…

Hâlbuki bir insanı sevebilmek varken kaçıyor ve alacağımız sevgiyi de yok ediyoruz. Bunun bir ölüm yokluğundan farkı ne ki?

Hani kısaydı ömür? Hani yalandı dünya? Hani değmezdi ayrılıklara, dargınlıklara?..

Diyorum ki, insanları anlamaya biraz emek vermeli. Seni de, beni de sorsak sevdiklerimize, vardır kusurlarımız… O kusurları örtmek değil, onları birlikte onarmak gerek. Bunun için altındaki yalnızlığı ve korkuları aramak, bulmak gerek.

Sezilmeyen korkuların adresi

En basit durumlardan en kötü senaryolar çıkıyor. Bunları tek tek olgu şeklinde ele alıyoruz ve kendi hayatımızdaki yıkımları sezemeden bir ömrü hebâ ediyoruz.

Korkularını dile getiremeyen bir çocuk, günün birinde ailesine yabancı bir hâle gelebiliyor. Bu korkuları iyiliğe evirebilecek bir altyapısı da yoksa vay hâline!

Kötüye denk geldi mi, sığınağı yok. Sonra yanlışlar silsilesi ve boşa giden bir insan ömrünün yasını tutmakla şafak sayan bir anne-baba… Belki de sadece anne babasının onu sevmeyeceğinden korkuyordu. Söyleyemedi. Bu korkuların sizde karşılığı olmayabilir. Fakat bir insanın o karmaşık iç dünyasında şekillendirdiği gerçek dışı sebepler onu öyle bir yoğurur ki korkusundan daha gerçek etkilerle günün birinde yüz yüze gelir insan.

Emek vermeden, derinlere inmeden, yorulmadan ve terlemeden ne oluyor ki bu âlemde sevgi olsun?

Sonra bir yuvayı taş üstüne taş koyar gibi emekle, saygıyla âbâd eden bir kadın, “Dünyaları verseler değişmem” dediği yuvasını, kocasını terk ediyor. Çünkü adam bir gün durup da korkularından tutmamış ki… Söylenmeyen sözler büyümüş, bir yokluk peydah etmiş, o yokluk karı-kocanın arasında devasa bir sınır örmüş. Ne gören olmuş duvarı, ne yıkan… Söylenmeyenler bir bavula sığdırılmış ve yuvalar dağılmış. Günden güne ilgisizleşen eşini daha az sevmekte bulmuş çâreyi adam. Sormak, irdelemek ve emek vermek yük gelmiş ya da daha kötüsü, bunları yapmak aklına bile gelmemiş. Gördüğü ilgisizliğin bir korkuya dayandığını bilememiş.

Ya bir adamın korkuları? Yok mudur yani? Eşine söyleyemediği kırgınlıkları? Derinlerde sakladığı zayıflıkları? Dokunsan incinecek umutları yok mudur? Sustukça büyümemiş midir içinde? Büyüdükçe daha da suskunlaşmamış mıdır? Sonra eşi ona baktıkça ilgisiz ve kayıtsız bir adam görüp uzaklaşmamış mıdır? Biraz emek verseydi oysa, katbekat karşılığını almaz mıydı eşinden?

Emeksiz ekmek yok!

İnsanları tanımak lâzım. Öyle “Neyi sever, ne ister?”den fazlasıyla tanımak… İçini ezip duran hüzünleri tanımak… Onları incitmeden sevmek lâzım.

Biri derse ki, “Bunca uğraş, bunca çaba anlamak için mi?”. Anlaşılmamaktan yakınan bir kalbin varsa, anlamaya ömür harcaman lâzım. Öyle emeksiz, olduğu gibi, “Nasıl denk geliyorsa, ne kadar oluyorsa” diyerek ne çocuk büyütülür, ne bir kadın sevilir, ne de bir adam. Dostunu da emeksiz sevemezsin. Önce emek verirsin, sonra emek verirler. Önce bir anlarsın insanın içindeki tünelleri, çıkmaz sokakları, akabe yolları; sonra içindeki korkuları, hüzünleri anlatırsın. O zaman anlarlar… Muhakkak anlarlar!