Tanısaydınız, muhakkak çok severdiniz!

Aziz arkadaşım, şair, yazar ve fırsat bulunca gezer tozar Selman Câhit, yaş ilerledikçe kilo aldı. O dal gibi delikanlı, koskocaman heybetli bir adam oldu. Gazeteye gelmeden işini evden hâllediyor olması da bunda etkiliydi; başka sebepler de vardı. “Gezer tozar” kısmı tarihte kaldı. Zaten o, babası ve amcası gibi erken yaşta gideceğini düşünüyordu. “Fazla yaşamam ben” derdi. Kendi hesabıyla, son on yılı uzatma şeklinde geçirdi. Sonunda kalbi noktayı koydu. Allah rahmet eylesin!

80’li yıllarda çok değerli şair ve yazar arkadaşlarla beraber Ankara’da bir edebiyat dergisi çıkarıyorduk. “Başka işiniz mi yok?” diyenler olduğu gibi, destek veren büyüklerimiz de vardı. Başlarken kalabalıktık. Proje herkesin hoşuna gitmişti.

Bir kısmımız ufak çaplı ticaretle uğraşacaktı. Aileden işe yatkın olanlar, “Şunu şuradan alırız, bunu buradan satarız” hesabına girdiler. Kazandığımızın bir kısmıyla derginin masraflarını karşılayacaktık. Kâğıt üstünde her şey çok iyi görünüyordu. Bir organizasyon ki, temelinde dostluk, arkadaşlık… Birlikten kuvvet doğacağını biliyorduk. Çok kafa, çok fikir demekti. Aynı zamanda çok emek ve o nispette kazanç…

Sonradan gördük ki, daha ziyade çok tarafa çekiştirmekmiş. İş ciddîye binince, birer ikişer çekilenler oldu. Evdeki hesap çarşıya uymamış, plân istediğimiz gibi yürümemişti. Çıktığı yoldan dönmemek gibi inancı olan küçük bir grup hâlinde devam etmeye karar verdik. Taş koyanlara ve küçümseyenlere inat, ne pahasına olursa olsun, yürüyecektik.

Bir müddet sonra maddî yönden zorlanmaya başladık. Sorumluluk üstümde olduğu için, ağırlığı da fazlasıyla hissetmekteydim. Reklâm almak için çaldığımız birkaç kapıdan nasihat almıştık. O da iyi bir şeydir elbet. Ama kâğıtçıya, matbaacıya nasihat ile ödeme yapmak mümkün olmadığından, hiç işe yaramıyordu.

Dergi çıkarmak, bisiklete binmek gibi… Durmak olmaz. Ne yazık ki, raflarımız bir müddet çıkıp kapanan dergilerle doludur! Onların arasında yer almak istemiyorduk. Fakat çark dönmekte zorlanıyordu. Hem suyu az gelmiş, hem araya taş girmiş gibi…

O zamanlar bilgisayarın sadece adı biliniyor; kendini görene rastlamak bile zor. Velev ki Nasa’ya masaya gitmiş, Avrupalarda dolaşmış olsun…

Devir, ansiklopedinin revaçta olduğu, gazetelerin kuponla ansiklopediler dağıttığı, evlerde onların raflara dizildiği devir… Çocuklar okusun… İçinde her bilgi var. Ne lâzımsa… Niye almayalım? Hem de otuz dokuz kupona, kırk dokuz kupona! Bir yandan da taksitli satışları yapılıyor.

Bond çantayı alan, kapı kapı dolaşıyor. Elinde örnek ciltler, çanta içinde taksit senetleri… Biz de düşündük taşındık, bu yolla biraz para kazanabileceğimize karar verdik. Rahmetli Ayvaz Gökdemir Ağabey ile görüştük, “Tamam” dedi. Dergimizin yiğitlerinden Selman Câhit ile beraber yola çıktık. Anadolu’ya açılıyoruz. Ne açılması? Düpedüz pazarlamacılık! Artık ne kazanırsak, dergiye katkı olacak…

İki yıl önce kaybettiğimiz aziz yol arkadaşım Selman’ın ilk kızı henüz birkaç aylıktı. “İstersen sen kal” dedim, “Hiç olur mu öyle şey? Dergimiz bizim onurumuz!” dedi, “Aslansın!”…

İncecik, dal gibi bir çocuktu. Hem harika kalemi var, hem yüksek karakteri. Siyah beyaz kareli paltosunu kaptı, çantalarımızı hazırladık, yola çıktık. Kahramanmaraş, Şanlıurfa, Gaziantep…

Anadolu’ya ilk yolculuk değil ama bu şehirlere ilk gidişimiz. Ne güzel insanlarla karşılaştık, ne maceralar yaşadık. Film gibi… Gün gün, dakika dakika kaydetmek gerekirmiş. Zamanla unutuluyor. Bilemedik.

İlk durak, Afşin… Önce bir tanıdığın kapısını çalıyoruz. Bir karşılama ki, tarife sığmaz: “Aman efendim, ne demek? Otel mi? Hiç duymamış olayım, hemen iptal ettirin!”

Oradan onun tavsiyesi ile yapılan satışlar ve yine tavsiye ile bir başka yer, başka kişiler… Bir selâm nedir, birinin selâmıyla gitmek nedir, orada gördük. Sanki yetmiş yıl önceki Çanakkale Harbi’ne gitmiş olan ailenin bir ferdi gelmiş. Yahut daha öncesinden Yemen’den, Galiçya’dan, Trablusgarp’tan…

“Yahu kitabın lâfı mı olur, alacağız tabiî! Zaten lâzım çoluk çocuk için. Hele siz önce bir soframıza buyurun, ciğer kebabımızı yemeden bırakmam!”

“Başım gözüm üstüne, ne demek agam?”

Bugünküyle mukayese edildiğinde, o zamanlar Anadolu’nun her tarafının gayet fakir olduğunu kabul etmekten başka yol yoktur. Lâtife değil, ulaşım için de doğru dürüst yol yoktu. Toz toprak içinde gittiğimiz, asfaltların delik deşik olduğuna şahitliğimiz belgelidir. Otobüsler, minibüsler çoğunlukla külüstür… Fakat hiç yadırgama yok. Ne bizde, ne başkalarında... Daha iyisini görmeyen, bilmeyen, elindekinin kötü olduğuna nereden hükmetsin? O günü, yirmi yıl öncesiyle mukayese edebilirdik ancak.

Afşin’e indiğimizde, sabahın erken vaktiydi. Henüz açık bir yer yoktu. Biraz etrafı dolaştık: “Şurada bir lokanta var. İleride kahve… Açılınca gideriz… Bak, bunlar da koyun!”

Az ileriden bir koyun sürüsü akın etti. Başlarında bir çoban, elinde bir değnek… Sürü yanında iki üç köpek… “Şurada şu var, burada bu var” derken, diğerinin “Bunlar da koyun!” demesi, o an son derece komik gelmiş ve gülmeye başlamıştık. Gençlikte insan zaten gülmek için vesile arar. Başkası için olur olmaz şeye gülmektir o durumun adı belki de. Aslında temiz havanın etkisini de dikkate almak gerekir. Sanırım etkilemiştir.

Ama aradan yıllar geçtiği hâlde, o sözü, o gülüşü unutmadık. Ne zaman benzer bir durum olsa ve birimiz “Bak, bunlar da koyun!” dese, hemen o güne giderdik. Uzun gülüşler, yıllar içinde yerini tebessüme bıraksa da…

Yıllara dayanan geçmişe sahip iki yakın arkadaş arasında, muhakkak başkasının anlamayacağı şifreli nükteler bulunur. Bir iki kelime ile on yıl, yirmi yıl, hatta daha eski bir hâdiseye atıfta bulunmak mümkündür.

Aziz arkadaşım, şair, yazar ve fırsat bulunca gezer tozar Selman Câhit, yaş ilerledikçe kilo aldı. O dal gibi delikanlı, koskocaman heybetli bir adam oldu. Gazeteye gelmeden işini evden hâllediyor olması da bunda etkiliydi; başka sebepler de vardı. “Gezer tozar” kısmı tarihte kaldı. Zaten o, babası ve amcası gibi erken yaşta gideceğini düşünüyordu. “Fazla yaşamam ben” derdi. Kendi hesabıyla, son on yılı uzatma şeklinde geçirdi. Sonunda kalbi noktayı koydu. Allah rahmet eylesin!

Güzel insandı. Has şairdi. Kelimenin haysiyetini bilirdi. Asla taviz vermezdi. Tanıyanlara ne mutlu!

Selman Câhit’in bir şiiri ile sözü tamam edelim.

 

Kelebek


Bir kıyıda oturdum da

Güneş uyuklarken suda

Bir hikâye uydurdum


Unutup tüm gâyeyi

Bu çılgın hikâyeyi

Yaşadım durdum


Kahkahadan, gülüşten

Göregeldiğim düşten

Zevk almaz oldum artık


Gönlümle ben beraber

Kâinâtın, birer birer

Bağlarını kopardık


Buymuş zavallı gönlümün

Görüp göreceği gün

Dağılıp gitti esrar


Çözüldü bir koca düğüm

Gönlümce büyüttüğüm

Umutlarda kırık var


Çiçeğim küstü, soluyor

Baharım son buluyor

Hüzün çöktü her yere


Burak değilmiş atım

Yıkıldı saltanatım

Su düşmüyor mermere


Hayâl gözümde buğu

Başımda yalnızlığı

Şakıyor deli bir kuş


Sinsi davrandı zaman

Benim sandığım yoldan

Gelip geçenler olmuş


Kederse keder dedim

Notalarca işledim

Şarkılara kan yürüdü


Haykırdım gecelere

Göğsümü gere gere

Kâlbi hüsrân bürüdü


Kanadımı yoldurdum da

Renk soldu umûdumda

Buymuş hep istediğim


Hislenişli, sanatlıymış

Vay, ne kadar tatlıymış

Benim kelebekliğim!


(“Kelebek Düğünleri” isimli kitabından ilk şiir… Mümkün olsa, bütün şiirlerine yer verebilseydim…)