80’li
yıllarda çok değerli şair ve yazar arkadaşlarla beraber Ankara’da bir edebiyat
dergisi çıkarıyorduk. “Başka işiniz mi yok?” diyenler olduğu gibi, destek veren
büyüklerimiz de vardı. Başlarken kalabalıktık. Proje herkesin hoşuna gitmişti.
Bir kısmımız ufak çaplı ticaretle uğraşacaktı. Aileden işe
yatkın olanlar, “Şunu şuradan alırız, bunu buradan satarız” hesabına girdiler. Kazandığımızın
bir kısmıyla derginin masraflarını karşılayacaktık. Kâğıt üstünde her şey çok
iyi görünüyordu. Bir organizasyon ki, temelinde dostluk, arkadaşlık… Birlikten
kuvvet doğacağını biliyorduk. Çok kafa, çok fikir demekti. Aynı zamanda çok
emek ve o nispette kazanç…
Sonradan gördük ki, daha ziyade çok tarafa çekiştirmekmiş. İş
ciddîye binince, birer ikişer çekilenler oldu. Evdeki hesap çarşıya uymamış,
plân istediğimiz gibi yürümemişti. Çıktığı yoldan dönmemek gibi inancı olan
küçük bir grup hâlinde devam etmeye karar verdik. Taş koyanlara ve
küçümseyenlere inat, ne pahasına olursa olsun, yürüyecektik.
Bir müddet sonra maddî yönden zorlanmaya başladık. Sorumluluk
üstümde olduğu için, ağırlığı da fazlasıyla hissetmekteydim. Reklâm almak için
çaldığımız birkaç kapıdan nasihat almıştık. O da iyi bir şeydir elbet. Ama
kâğıtçıya, matbaacıya nasihat ile ödeme yapmak mümkün olmadığından, hiç işe
yaramıyordu.
Dergi çıkarmak, bisiklete binmek gibi… Durmak olmaz. Ne yazık
ki, raflarımız bir müddet çıkıp kapanan dergilerle doludur! Onların arasında
yer almak istemiyorduk. Fakat çark dönmekte zorlanıyordu. Hem suyu az gelmiş,
hem araya taş girmiş gibi…
O zamanlar bilgisayarın sadece adı biliniyor; kendini görene
rastlamak bile zor. Velev ki Nasa’ya masaya gitmiş, Avrupalarda dolaşmış olsun…
Devir, ansiklopedinin revaçta olduğu, gazetelerin kuponla
ansiklopediler dağıttığı, evlerde onların raflara dizildiği devir… Çocuklar
okusun… İçinde her bilgi var. Ne lâzımsa… Niye almayalım? Hem de otuz dokuz
kupona, kırk dokuz kupona! Bir yandan da taksitli satışları yapılıyor.
Bond çantayı alan, kapı kapı dolaşıyor. Elinde örnek ciltler,
çanta içinde taksit senetleri… Biz de düşündük taşındık, bu yolla biraz para
kazanabileceğimize karar verdik. Rahmetli Ayvaz Gökdemir Ağabey ile görüştük, “Tamam”
dedi. Dergimizin yiğitlerinden Selman Câhit ile beraber yola çıktık. Anadolu’ya
açılıyoruz. Ne açılması? Düpedüz pazarlamacılık! Artık ne kazanırsak, dergiye
katkı olacak…
İki yıl önce kaybettiğimiz aziz yol arkadaşım Selman’ın ilk
kızı henüz birkaç aylıktı. “İstersen sen kal” dedim, “Hiç olur mu öyle şey?
Dergimiz bizim onurumuz!” dedi, “Aslansın!”…
İncecik, dal gibi bir çocuktu. Hem harika kalemi var, hem
yüksek karakteri. Siyah beyaz kareli paltosunu kaptı, çantalarımızı hazırladık,
yola çıktık. Kahramanmaraş, Şanlıurfa, Gaziantep…
Anadolu’ya ilk yolculuk değil ama bu şehirlere ilk gidişimiz.
Ne güzel insanlarla karşılaştık, ne maceralar yaşadık. Film gibi… Gün gün,
dakika dakika kaydetmek gerekirmiş. Zamanla unutuluyor. Bilemedik.
İlk durak, Afşin… Önce bir tanıdığın kapısını çalıyoruz. Bir
karşılama ki, tarife sığmaz: “Aman efendim, ne demek? Otel mi? Hiç duymamış
olayım, hemen iptal ettirin!”
Oradan onun tavsiyesi ile yapılan satışlar ve yine tavsiye
ile bir başka yer, başka kişiler… Bir selâm nedir, birinin selâmıyla gitmek
nedir, orada gördük. Sanki yetmiş yıl önceki Çanakkale Harbi’ne gitmiş olan
ailenin bir ferdi gelmiş. Yahut daha öncesinden Yemen’den, Galiçya’dan,
Trablusgarp’tan…
“Yahu kitabın lâfı mı olur, alacağız tabiî! Zaten lâzım çoluk
çocuk için. Hele siz önce bir soframıza buyurun, ciğer kebabımızı yemeden
bırakmam!”
“Başım gözüm üstüne, ne demek agam?”
Bugünküyle mukayese edildiğinde, o zamanlar Anadolu’nun her
tarafının gayet fakir olduğunu kabul etmekten başka yol yoktur. Lâtife değil,
ulaşım için de doğru dürüst yol yoktu. Toz toprak içinde gittiğimiz,
asfaltların delik deşik olduğuna şahitliğimiz belgelidir. Otobüsler, minibüsler
çoğunlukla külüstür… Fakat hiç yadırgama yok. Ne bizde, ne başkalarında... Daha
iyisini görmeyen, bilmeyen, elindekinin kötü olduğuna nereden hükmetsin? O
günü, yirmi yıl öncesiyle mukayese edebilirdik ancak.
Afşin’e indiğimizde, sabahın erken vaktiydi. Henüz açık bir
yer yoktu. Biraz etrafı dolaştık: “Şurada bir lokanta var. İleride kahve…
Açılınca gideriz… Bak, bunlar da koyun!”
Az ileriden bir koyun sürüsü akın etti. Başlarında bir çoban,
elinde bir değnek… Sürü yanında iki üç köpek… “Şurada şu var, burada bu var”
derken, diğerinin “Bunlar da koyun!” demesi, o an son derece komik gelmiş ve
gülmeye başlamıştık. Gençlikte insan zaten gülmek için vesile arar. Başkası
için olur olmaz şeye gülmektir o durumun adı belki de. Aslında temiz havanın
etkisini de dikkate almak gerekir. Sanırım etkilemiştir.
Ama aradan yıllar geçtiği hâlde, o sözü, o gülüşü unutmadık.
Ne zaman benzer bir durum olsa ve birimiz “Bak, bunlar da koyun!” dese, hemen o
güne giderdik. Uzun gülüşler, yıllar içinde yerini tebessüme bıraksa da…
Yıllara dayanan geçmişe sahip iki yakın arkadaş arasında,
muhakkak başkasının anlamayacağı şifreli nükteler bulunur. Bir iki kelime ile
on yıl, yirmi yıl, hatta daha eski bir hâdiseye atıfta bulunmak mümkündür.
Aziz arkadaşım, şair, yazar ve fırsat bulunca gezer tozar
Selman Câhit, yaş ilerledikçe kilo aldı. O dal gibi delikanlı, koskocaman heybetli
bir adam oldu. Gazeteye gelmeden işini evden hâllediyor olması da bunda
etkiliydi; başka sebepler de vardı. “Gezer tozar” kısmı tarihte kaldı. Zaten o,
babası ve amcası gibi erken yaşta gideceğini düşünüyordu. “Fazla yaşamam ben”
derdi. Kendi hesabıyla, son on yılı uzatma şeklinde geçirdi. Sonunda kalbi
noktayı koydu. Allah rahmet eylesin!
Güzel insandı. Has şairdi. Kelimenin haysiyetini bilirdi.
Asla taviz vermezdi. Tanıyanlara ne mutlu!
Selman Câhit’in bir şiiri ile sözü tamam edelim.
Kelebek
Bir
kıyıda oturdum da
Güneş
uyuklarken suda
Bir
hikâye uydurdum
Unutup
tüm gâyeyi
Bu
çılgın hikâyeyi
Yaşadım
durdum
Kahkahadan,
gülüşten
Göregeldiğim
düşten
Zevk almaz oldum artık
Gönlümle
ben beraber
Kâinâtın,
birer birer
Bağlarını
kopardık
Buymuş
zavallı gönlümün
Görüp
göreceği gün
Dağılıp
gitti esrar
Çözüldü
bir koca düğüm
Gönlümce
büyüttüğüm
Umutlarda
kırık var
Çiçeğim
küstü, soluyor
Baharım
son buluyor
Hüzün
çöktü her yere
Burak
değilmiş atım
Yıkıldı
saltanatım
Su
düşmüyor mermere
Hayâl
gözümde buğu
Başımda
yalnızlığı
Şakıyor
deli bir kuş
Sinsi
davrandı zaman
Benim
sandığım yoldan
Gelip
geçenler olmuş
Kederse
keder dedim
Notalarca
işledim
Şarkılara
kan yürüdü
Haykırdım
gecelere
Göğsümü
gere gere
Kâlbi
hüsrân bürüdü
Kanadımı
yoldurdum da
Renk
soldu umûdumda
Buymuş
hep istediğim
Hislenişli,
sanatlıymış
Vay,
ne kadar tatlıymış
Benim
kelebekliğim!
(“Kelebek Düğünleri” isimli kitabından ilk şiir… Mümkün olsa,
bütün şiirlerine yer verebilseydim…)