Tanımak mı, tanımlamak mı?

Önemsenmeyen ya da muhatapları tarafından herhangi bir sebeple önemsiz oldukları addedilen insanlar başkaları tarafından tanımlanırlar. Bu tanımlanma ya da târif edilme biçimi ister haklı, isterse haksız gerekçelere dayansın, maalesef böyledir. Çünkü en’aniyetten (egosantrizm-benmerkezci yaklaşım) dolayı insan psikolojisi genellikle bu şekilde işler.

İKİ önemli kavram “tanımak” ve “tanımlamak”…

Tanımak

Tanımak söz konusu olduğunda, insan başta olmak üzere kâinattaki (evren) tüm eşyanın (eşya, “şey”in çoğuludur ve ontolojik felsefe olarak evrendeki tüm mahlûkatın, yaratılmış tüm varlıkların genel adıdır) fıtratına uygun bir şekilde hareket ederek onun ilk yaratılıştaki orijinal hâlini, özünü, cevherini, yapısını, özelliklerini -yaratılış kanunlarını da (Sünnetullah) göz ardı etmeden -bütün boyut ve buutlarıyla- derin bir tefekkür ve vukûfiyet içerisinde bilmek, anlamak, kavramak, özümsemek ve hücrelerine yedirerek içselleştirmek lâzımdır.

İşte o zaman varlık özünü, cevherini, ruhunu ve kendinde gizemli olan tüm sırlarını açığa vurur ve aradaki yapay perdeleri ortadan kaldırarak ruhundaki hakikati bütün çıplaklığıyla ifşa eder. Varlık böylece kendini tanıtmış olur, “İşte ben buyum!”, “Seveceksen beni böyle sev!” der.

Varlığı tanıma sürecinde varlığın tabiatına nüfuz etmek son derece önemlidir. Varlığı tanırken de aradaki aracıları, kabzımalları, komisyoncuları kaldırmak ve onları bertaraf etmek gerekir. Yoksa bu aracılar varlığı tanınmaz hâle getirir, Kayserilinin fıkrasında olduğu gibi. Onun için varlığın tabiatını aracısız ve doğrudan tanımakta büyük faydalar vardır; hele bu varlık insan olursa...

“İnsan” denilen varlığın tabiatını tanımak, hele bu tabiata nüfuz etmek göründüğü kadar kolay değildir. Çünkü insan akıllı, zeki, iradeli ve tercih yapabilen bir varlıktır. Her zaman olduğu gibi görünmez, göründüğü gibi de olmaz. Hâlden hâle kolaylıkla geçebilme kâbiliyetine ve potansiyeline sahiptir. Zâten her insan kendi dünyasında ayrı bir âlemi barındırır. Bu bakımdan âlimler, bilim insanları, filozoflar, psikologlar, sosyal psikologlar, psikiyatrlar insanı ve insan tabiatını tanımak için nice mesâi sarf etmişler, nice araştırma ve çalışma yapmışlar ve bu meyanda nice kitaplar yazmışlardır. Bunlar arasında Alexis Carrel’in “İnsan Denen Meçhul”, Alfred Adler’in “İnsanı (İnsan Tabiatını) Tanıma Sanatı”, Mümtaz Turhan’ın “Cemiyet İçinde Fert”, Hilmi Ziya Ülken’in “Varlık ve Oluş”, Nurettin Topçu’nun “İsyan Ahlâkı” adlı kitaplarını saymak mümkündür. Ayrıca Carl Gustav Jung’un insan psikolojisini anlama üzerine yaptığı analitik çalışmalara bakmakta da büyük faydalar vardır.

Jean Jacques Rousseau, “Emile” adlı eserinde diyor ki, “Bu toplum Emile’i bozdu, Emile’i tabiatına (doğasına/fıtratına) döndürmek lâzım”.

J. J. Rousseau’nun “Emile’i bu toplum bozdu” iddiası, aynı zamanda Emile’in içinde yaşadığı toplum tarafından belirli toplumsal norm ve kriterlere göre bir toplumsal mühendislik projesi çerçevesinde dizayn edilmiş bir form ve format içine sokmak istemenin hem delili, hem de bu toplumsal projeye ve önceden dizayn edilmiş bir formata itiraz etmenin sembolik bir ifâdesidir.

Bu, aynı zamanda şu demektir: Demek ki bir toplum ya da devlet, uyguladığı eğitim ve toplumsal politika ve projelerle, önceden tayin ve dizayn ettiği form ve formatlara uygun bir şekilde bünyesinde barındırdığı bireyi ya da bireyleri resmî ve gayr-i resmî olarak şekillendirmeye çalışmaktadır.

Ünlü sosyolog Auguste Comte da, “Bireyin davranışlarını içinde yaşadığı toplum belirler” diyor.

Neticede bütün bunlar şu anlama gelmektedir: Demek ki devletler ve toplumlar bireyi (insanı) tanımak istemiyorlar!

Peki, ne yapmak istiyorlar? “Tanımlamak”, târif etmek istiyorlar!

O zaman bu durumda tanımlanan birey (insan) pasif, edilgen, nesne, obje, belirlenen ve yönlendirilen bir konuma düşürülmüyor mu? Tanımlayan ise aktif, etkin, özne, belirleyici ve yönlendirici bir konumda bulunmuyor mu? Peki, o zaman bu yaklaşım biçimi, Allah’ın yaratılış (Sünnetullah) kanunlarına ve yarattığı her insanın fıtratına yüklediği herkesin aktif olma hâli ve sorumluluk bilinci taşımasına, herkesin edilgen değil etkin biçimde yeryüzünü inşâ ve ihyâ faaliyetlerine katılmasına, tüm Müslümanların kaderci bir anlayışla pasif iyilerden değil de aktif iyilerden olması zorunluluğuna, bu bağlamda “Herkese emeğinin karşılığı var” düsturundan hareketle bütün Müslümanların kendilerine bahşedilen akıl, zekâ ve ilim imkânlarını kullanmalarının akılcılıktan öte üzerlerine farz olduğu gerçekliğine aykırı bir tutum değil midir?

Diğer yandan, Müslümanın her anının aktif ve uyanık olmasını murad eden Allah, Kelime-i Şahâdet’te Kendisinden başka ilâh olmadığını “Ene (Ben)” diye başlatarak bize neden teyit ettiriyor? Çünkü bizim aktif olmamızı istiyor ve bizi önemsiyor da ondan. Yoksa Kendisinden başka ilâh olmadığına dair Allah’ın bizim şahitliğimize ihtiyacı mı vardır? Tabiî ki hayır!

Önemsenmeyen ya da muhatapları tarafından herhangi bir sebeple önemsiz oldukları addedilen insanlar başkaları tarafından tanımlanırlar. Bu tanımlanma ya da târif edilme biçimi ister haklı, isterse haksız gerekçelere dayansın, maalesef böyledir. Çünkü en’aniyetten (egosantrizm-benmerkezci yaklaşım) dolayı insan psikolojisi genellikle bu şekilde işler.

Hâlbuki Allah, yaratma lütfunda bulunarak hem bizi önemsiyor ve tanıyor, hem kendi kendimizi tanımamızı istiyor, hem de birbirimizi tanımlamadan tanımamızı murad ediyor.


Tanımlamak

İşte bu noktada tanımlamak söz konusu olduğunda -ki hepimiz birbirimizi tanımıyoruz, tanımak istemiyoruz, tanımak istiyormuş gibi yapıp aslında hep tanımlıyoruz- bu, şu anlama gelmektedir: Farkında olmadan hepimiz (istisnaları her zaman olduğu gibi tenzih ederek), kendimizi sahte bir ulûhiyyet anlayışıyla firavunlaştırıyoruz ve yeryüzü tanrıları gibi herkesi tanımlıyor, kategorize ediyor, sınıflaştırıyor, ötekileştiriyor, dışlıyor ve sonunda da “hain” ilân ederek -hainlere reva görülen şey neyse (kırk katır mı, kırk satır mı)- ötelerin ötesine fırlatıp atıyoruz.

Bundan sonra da kamplaşmalar, kutuplaşmalar, çatışmalar, kavgalar, düşmanlıklar kaçınılmaz oluyor ve araya örülen duvarlar “Berlin Duvarı”ndan daha sağlam oluyor. Berlin Duvarı her şeye rağmen zaman içerisinde fizîken yıkıldı ama bizim kendi aramıza ördüğümüz kin duvarları muhkem kaleler gibi bir türlü yıkılmıyor. İşte genelde insanlığın, özelde de Müslümanların problemi budur maalesef!

Kedi aç kaldığında yavrusunu yiyeceği zaman, onu kognitif (cognitive-zihinsel ve bilişsel) dünyasında fare olarak tanımlarmış. Yoksa böyle bir şey yapması hiç mümkün müdür? İşte insanları tanımlamak, böyle tehlikeli bir oyundur!

Bizim eğitim tarihimizde İsmail Hakkı Baltacıoğlu adında bir eğitim filozofu vardır. Baltacıoğlu, eğitim (maarif) politikaları çerçevesinde çocuğun (öğrencinin) eğitim (terbiye) görme işini şöyle bir metaforla izah etmeye çalışır:

Bir bahçıvanın vazifesi, elma fidanına elma meyvesi vermesini öğretmek değildir. Çünkü onun fıtratında zâten bu vardır. Fıtratı elma meyvesini vermek üzere programlanmış ve genetiği bu şekilde kodlanmıştır. Eğer bahçıvan elma fidanından en güzel ve en verimli meyveleri almak istiyorsa, o zaman üzerine düşen hâricî görevleri hakkıyla yerine getirmesi şarttır. Bu görevler şunlardır:

1.    Fidanın yapısını ve kendisini iyi tanıyacak.

2.    Fidanın yetişeceği iklim şartlarını çok iyi bilecek.

3.    Fidanın yetişeceği toprağı çok iyi tanıyacak.

4.    Sulama, gübreleme, ilâçlama, budama gibi bakımları hiç ihmâl etmeden yapacak.

İşte bahçıvan, üzerine düşen bu vazifeleri hakkıyla yaparsa, elma fidanı da en güzel ve en verimli şekilde meyvelerini bahçıvana sunacaktır.

Bu metafordan hareketle, eğitimde, terbiyede de durum aynıdır. Yani öğretmenlerin (mürebbi ve mürebbiyelerin) vazifesi; talebeye, çocuğa, “Sen hiçbir şey bilmezsin, ben olmazsam sen hiçbir şey öğrenemezsin” edasıyla ve iddiasıyla yaklaşmak değildir. Zâten “insan” denilen varlık akıllı, zeki ve iradeli olması hasebiyle Yaratan tarafından öğrenme, öğrenebilme kabiliyetleriyle mücehhez kılınarak dünyaya gönderilmiştir. Âdem kıssasında bu durum açıkça ortaya konulmaktadır ve Allah tarafından gerekli mesajlar da insanoğluna verilmektedir.

O hâlde burada öğretmenlere ve eğitici-öğretici pozisyonunda olan herkese düşen görev, daha başlangıçta Yaratan tarafından öğrenebilme kâbiliyetleriyle mücehhez kılınarak fıtratı şekillenen insanoğlunun, fıtratındaki bu muazzam öğrenebilme yetenek ve potansiyellerinin açığa çıkarılarak işe vuruk hâle getirilmesidir.

Başka bir deyişle, insanoğlunun tarihî misyonu gereği yeryüzünü inşâ, ihyâ ve ıslah edebilmesi için, kendisine imkân ve fırsat verilmesi zemininin, ortamının ve şartlarının oluşturulması gerekmektedir.

Bu da ancak fıtrata ve yaratılış kanunlarına (Sünnetullah; sahih İslâm’a göre, millîleştirilmiş kültürel İslâm’a göre değil) uygun olarak ve her çocuğun yeteneklerine saygı duyarak oluşturulacak olan eğitim (maarif) politikalarıyla mümkündür. Yoksa öteden beri ve hâlihazırda câri olan eğitim politikalarıyla değil…

Öteden beri ve günümüzde geçerli olan eğitim politika ve uygulamalarıyla bu söylediklerimizi gerçekleştirmek mümkün değildir. Çünkü gerek geçmişte, gerekse şimdi olsun, eğitim politikaları hep ideolojiye bulaştırılmıştır. İdeolojiye bulaştırılan hiçbir şeyden hayır gelmez. Her şey özünü, cevherini, tabiatını, ruhunu, aslını ve neslini kaybeder. Artık hiçbir şey olduğu gibi görünmez, göründüğü gibi de olmaz. Çünkü varlığın (insanın) genleriyle oynanmıştır. İnsanoğlu mutasyona uğratılmıştır. Bu mutasyonun nerede duracağı ve varyantlarının da ne olacağı hususunda hiç kimsenin kesinleşmiş fikri yoktur; zâten olamaz da.

İşte ideolojik ve politik mülâhazalarla meseleye yaklaşırsanız ve hangi tür ideoloji olursa olsun kendi ideolojilerinizi çocuklara ve öğrencilere dikte, empoze ve enjekte etmeye çalışırsanız olacağı budur ve buradan da bozulma dışında ortaya hiçbir sonuç çıkmayacaktır.

Bu anlayış ve bu eğitim politikalarıyla bir yere varmanın mümkün olmadığı ayan beyan ortada durmaktadır ve herkes de bunu yakından müşâhede etmektedir. Zâten geçmiş iktidarlar döneminde sık sık Millî Eğitim Bakanlarının değişmesi, bu iktidar döneminde de en az 7-8 bakanın değişimi, bu tezimizin ayrı bir delili ve ayrı bir göstergesidir. Onun için Millî Eğitim Sistemi, tâbiri câizse millî öğütüm sistemine dönüşmüştür. Allah’ın yarattığı nice fıtratlar, nice cevherler, nice kâbiliyetler ve nice körpecik beyinler kocaman kocaman değirmen taşlarının ya da devasa makinaların dişlileri arasında her gün ezilerek un ufak edilip öğütülmektedir!

Müfredat programları ayrı bir derttir. Bir çorba misâli, içinde ne ararsanız ondan vardır. Aşûre gibi mübârek! Biraz ondan, biraz bundan, biraz şundan… Yâni biraz bilim, biraz kültür, biraz hikâye, biraz menkıbe, biraz Hıristiyanlık, biraz İsrâiliyyat, biraz İslâmiyet, biraz mistisizm, biraz millileştirilmiş din, biraz Anadolu irfanı, biraz Doğu, biraz Batı… Doğru dürüst analitik düşünce yok, yaratıcı düşünce yok, derin düşünce yok, sanatkârane düşünce yok, eleştirel akıl yok, felsefî tedebbuat yok, mümeyyiz akıl yok; teakkûl, tefekkür, tezekkür, tedebbür yok; mütâlâa, müzâkere, mukayese yok; deney, gözlem, uygulama yok…

Ya ne var? Bol bol ezber var! “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” anlayışı çokça ve sıkça var tabiî ki...

Zâten ülkemizdeki eğitim politikaları ve müfredat programlarının temelini hep yabancılar atmıştır ama biz de akıl, düşünce, bilim temelli bir eğitim sistemi ve eğitim programını yeterli derecede ve yeterli düzeyde bir türlü hayata geçiremedik maalesef!

Neden? Çünkü meselenin özüyle dertlenen yok! Sebepler çok olsa da herkes mevki, makam, dünyalık peşinde. Hasbî davranan yok, hesâbî davranan ise çok maalesef!

Ben oldum olası şu “politika” kavramını da hiç sevemedim doğrusu! Nedense bana hep soğuk, donuk, kaypak ve yüzsüz bir kavram olarak gelir. Kavramın etimolojik anlamı da zâten “çok yüzlülük”tür. Ama yaygın bir şekilde kullanıldığı için hepimizin diline pelesenk olmuştur.

Yeri gelmişken, bu makalenin yayımlanacağı derginin dosya kapağının ana temasını “tarım politikaları” oluşturduğu için, bu “politika” nokta-i nazarından hareketle içimde öteden beri ukde olarak kalan ve bendenizi büyük hicranlara sevk eden bir konuyu da birkaç cümle ile dile getirmiş olayım…

Devlet ricalinden ve ilgili-yetkili Bakan ve Bakanlıklardan naçizane ricam, bu güzel ülkemin güzel ovalarındaki mümbit, ekilebilir özelliği olan tarım arazilerini lütfen muhafaza etsinler, onlar üzerindeki her türlü yapılaşmayı yasaklasınlar ve ne surette olursa olsun betonlaşmanın önüne geçsinler. Yarınları düşünsünler, yarınlardaki çocuklarımızın geleceğini düşünsünler. İleriki yıllarda ekilebilir araziler, tarlalar kalmazsa eğer, beton yiyerek karınlarını doyuramayacaklarını göz ardı etmesinler lütfen.

Bir de son olarak, genetik yapılarıyla oynanmamış yerli tohumları bularak, çoğaltarak ve üreterek hem sağlıklı ve dengeli beslenmenin önünü açsınlar, hem de çocukluğumuzdaki o eski lezzetlerin neşvünema bulmasını sağlayarak o tatlarla bizleri tekrar buluştursunlar lütfen.