İKİ önemli kavram
“tanımak” ve “tanımlamak”…
Tanımak
Tanımak
söz konusu olduğunda, insan başta olmak üzere kâinattaki (evren) tüm eşyanın
(eşya, “şey”in çoğuludur ve ontolojik felsefe olarak evrendeki tüm mahlûkatın,
yaratılmış tüm varlıkların genel adıdır) fıtratına uygun bir şekilde hareket
ederek onun ilk yaratılıştaki orijinal hâlini, özünü, cevherini, yapısını,
özelliklerini -yaratılış kanunlarını da (Sünnetullah) göz ardı etmeden -bütün
boyut ve buutlarıyla- derin bir tefekkür ve vukûfiyet içerisinde bilmek,
anlamak, kavramak, özümsemek ve hücrelerine yedirerek içselleştirmek lâzımdır.
İşte
o zaman varlık özünü, cevherini, ruhunu ve kendinde gizemli olan tüm sırlarını
açığa vurur ve aradaki yapay perdeleri ortadan kaldırarak ruhundaki hakikati
bütün çıplaklığıyla ifşa eder. Varlık böylece kendini tanıtmış olur, “İşte ben
buyum!”, “Seveceksen beni böyle sev!” der.
Varlığı
tanıma sürecinde varlığın tabiatına nüfuz etmek son derece önemlidir. Varlığı
tanırken de aradaki aracıları, kabzımalları, komisyoncuları kaldırmak ve onları
bertaraf etmek gerekir. Yoksa bu aracılar varlığı tanınmaz hâle getirir, Kayserilinin
fıkrasında olduğu gibi. Onun için varlığın tabiatını aracısız ve doğrudan tanımakta
büyük faydalar vardır; hele bu varlık insan olursa...
“İnsan”
denilen varlığın tabiatını tanımak, hele bu tabiata nüfuz etmek göründüğü kadar
kolay değildir. Çünkü insan akıllı, zeki, iradeli ve tercih yapabilen bir
varlıktır. Her zaman olduğu gibi görünmez, göründüğü gibi de olmaz. Hâlden hâle
kolaylıkla geçebilme kâbiliyetine ve potansiyeline sahiptir. Zâten her insan
kendi dünyasında ayrı bir âlemi barındırır. Bu bakımdan âlimler, bilim
insanları, filozoflar, psikologlar, sosyal psikologlar, psikiyatrlar insanı ve
insan tabiatını tanımak için nice mesâi sarf etmişler, nice araştırma ve
çalışma yapmışlar ve bu meyanda nice kitaplar yazmışlardır. Bunlar arasında
Alexis Carrel’in “İnsan Denen Meçhul”, Alfred Adler’in “İnsanı (İnsan Tabiatını)
Tanıma Sanatı”, Mümtaz Turhan’ın “Cemiyet İçinde Fert”, Hilmi Ziya Ülken’in “Varlık
ve Oluş”, Nurettin Topçu’nun “İsyan Ahlâkı” adlı kitaplarını saymak mümkündür. Ayrıca
Carl Gustav Jung’un insan psikolojisini anlama üzerine yaptığı analitik
çalışmalara bakmakta da büyük faydalar vardır.
Jean
Jacques Rousseau, “Emile” adlı eserinde diyor ki, “Bu toplum Emile’i bozdu,
Emile’i tabiatına (doğasına/fıtratına) döndürmek lâzım”.
J.
J. Rousseau’nun “Emile’i bu toplum bozdu” iddiası, aynı zamanda Emile’in içinde
yaşadığı toplum tarafından belirli toplumsal norm ve kriterlere göre bir
toplumsal mühendislik projesi çerçevesinde dizayn edilmiş bir form ve format
içine sokmak istemenin hem delili, hem de bu toplumsal projeye ve önceden
dizayn edilmiş bir formata itiraz etmenin sembolik bir ifâdesidir.
Bu,
aynı zamanda şu demektir: Demek ki bir toplum ya da devlet, uyguladığı eğitim
ve toplumsal politika ve projelerle, önceden tayin ve dizayn ettiği form ve
formatlara uygun bir şekilde bünyesinde barındırdığı bireyi ya da bireyleri
resmî ve gayr-i resmî olarak şekillendirmeye çalışmaktadır.
Ünlü
sosyolog Auguste Comte da, “Bireyin davranışlarını içinde yaşadığı toplum
belirler” diyor.
Neticede
bütün bunlar şu anlama gelmektedir: Demek ki devletler ve toplumlar bireyi
(insanı) tanımak istemiyorlar!
Peki,
ne yapmak istiyorlar? “Tanımlamak”, târif etmek istiyorlar!
O
zaman bu durumda tanımlanan birey (insan) pasif, edilgen, nesne, obje,
belirlenen ve yönlendirilen bir konuma düşürülmüyor mu? Tanımlayan ise aktif,
etkin, özne, belirleyici ve yönlendirici bir konumda bulunmuyor mu? Peki, o
zaman bu yaklaşım biçimi, Allah’ın yaratılış (Sünnetullah) kanunlarına ve
yarattığı her insanın fıtratına yüklediği herkesin aktif olma hâli ve sorumluluk
bilinci taşımasına, herkesin edilgen değil etkin biçimde yeryüzünü inşâ ve ihyâ
faaliyetlerine katılmasına, tüm Müslümanların kaderci bir anlayışla pasif
iyilerden değil de aktif iyilerden olması zorunluluğuna, bu bağlamda “Herkese
emeğinin karşılığı var” düsturundan hareketle bütün Müslümanların kendilerine
bahşedilen akıl, zekâ ve ilim imkânlarını kullanmalarının akılcılıktan öte
üzerlerine farz olduğu gerçekliğine aykırı bir tutum değil midir?
Diğer
yandan, Müslümanın her anının aktif ve uyanık olmasını murad eden Allah,
Kelime-i Şahâdet’te Kendisinden başka ilâh olmadığını “Ene (Ben)” diye
başlatarak bize neden teyit ettiriyor? Çünkü bizim aktif olmamızı istiyor ve
bizi önemsiyor da ondan. Yoksa Kendisinden başka ilâh olmadığına dair Allah’ın
bizim şahitliğimize ihtiyacı mı vardır? Tabiî ki hayır!
Önemsenmeyen
ya da muhatapları tarafından herhangi bir sebeple önemsiz oldukları addedilen
insanlar başkaları tarafından tanımlanırlar. Bu tanımlanma ya da târif edilme
biçimi ister haklı, isterse haksız gerekçelere dayansın, maalesef böyledir. Çünkü
en’aniyetten (egosantrizm-benmerkezci yaklaşım) dolayı insan psikolojisi
genellikle bu şekilde işler.
Hâlbuki Allah, yaratma lütfunda bulunarak hem bizi önemsiyor ve tanıyor, hem kendi kendimizi tanımamızı istiyor, hem de birbirimizi tanımlamadan tanımamızı murad ediyor.
Tanımlamak
İşte
bu noktada tanımlamak söz konusu olduğunda -ki hepimiz birbirimizi tanımıyoruz,
tanımak istemiyoruz, tanımak istiyormuş gibi yapıp aslında hep tanımlıyoruz- bu,
şu anlama gelmektedir: Farkında olmadan hepimiz (istisnaları her zaman olduğu
gibi tenzih ederek), kendimizi sahte bir ulûhiyyet anlayışıyla
firavunlaştırıyoruz ve yeryüzü tanrıları gibi herkesi tanımlıyor, kategorize
ediyor, sınıflaştırıyor, ötekileştiriyor, dışlıyor ve sonunda da “hain” ilân
ederek -hainlere reva görülen şey neyse (kırk katır mı, kırk satır mı)-
ötelerin ötesine fırlatıp atıyoruz.
Bundan
sonra da kamplaşmalar, kutuplaşmalar, çatışmalar, kavgalar, düşmanlıklar
kaçınılmaz oluyor ve araya örülen duvarlar “Berlin Duvarı”ndan daha sağlam
oluyor. Berlin Duvarı her şeye rağmen zaman içerisinde fizîken yıkıldı ama
bizim kendi aramıza ördüğümüz kin duvarları muhkem kaleler gibi bir türlü
yıkılmıyor. İşte genelde insanlığın, özelde de Müslümanların problemi budur
maalesef!
Kedi
aç kaldığında yavrusunu yiyeceği zaman, onu kognitif (cognitive-zihinsel ve
bilişsel) dünyasında fare olarak tanımlarmış. Yoksa böyle bir şey yapması hiç
mümkün müdür? İşte insanları tanımlamak, böyle tehlikeli bir oyundur!
Bizim
eğitim tarihimizde İsmail Hakkı Baltacıoğlu adında bir eğitim filozofu vardır.
Baltacıoğlu, eğitim (maarif) politikaları çerçevesinde çocuğun (öğrencinin)
eğitim (terbiye) görme işini şöyle bir metaforla izah etmeye çalışır:
Bir
bahçıvanın vazifesi, elma fidanına elma meyvesi vermesini öğretmek değildir.
Çünkü onun fıtratında zâten bu vardır. Fıtratı elma meyvesini vermek üzere
programlanmış ve genetiği bu şekilde kodlanmıştır. Eğer bahçıvan elma
fidanından en güzel ve en verimli meyveleri almak istiyorsa, o zaman üzerine
düşen hâricî görevleri hakkıyla yerine getirmesi şarttır. Bu görevler şunlardır:
1.
Fidanın
yapısını ve kendisini iyi tanıyacak.
2.
Fidanın
yetişeceği iklim şartlarını çok iyi bilecek.
3.
Fidanın
yetişeceği toprağı çok iyi tanıyacak.
4.
Sulama,
gübreleme, ilâçlama, budama gibi bakımları hiç ihmâl etmeden yapacak.
İşte
bahçıvan, üzerine düşen bu vazifeleri hakkıyla yaparsa, elma fidanı da en güzel
ve en verimli şekilde meyvelerini bahçıvana sunacaktır.
Bu
metafordan hareketle, eğitimde, terbiyede de durum aynıdır. Yani öğretmenlerin
(mürebbi ve mürebbiyelerin) vazifesi; talebeye, çocuğa, “Sen hiçbir şey
bilmezsin, ben olmazsam sen hiçbir şey öğrenemezsin” edasıyla ve iddiasıyla
yaklaşmak değildir. Zâten “insan” denilen varlık akıllı, zeki ve iradeli olması
hasebiyle Yaratan tarafından öğrenme, öğrenebilme kabiliyetleriyle mücehhez
kılınarak dünyaya gönderilmiştir. Âdem kıssasında bu durum açıkça ortaya konulmaktadır
ve Allah tarafından gerekli mesajlar da insanoğluna verilmektedir.
O
hâlde burada öğretmenlere ve eğitici-öğretici pozisyonunda olan herkese düşen
görev, daha başlangıçta Yaratan tarafından öğrenebilme kâbiliyetleriyle
mücehhez kılınarak fıtratı şekillenen insanoğlunun, fıtratındaki bu muazzam
öğrenebilme yetenek ve potansiyellerinin açığa çıkarılarak işe vuruk hâle
getirilmesidir.
Başka
bir deyişle, insanoğlunun tarihî misyonu gereği yeryüzünü inşâ, ihyâ ve ıslah edebilmesi
için, kendisine imkân ve fırsat verilmesi zemininin, ortamının ve şartlarının
oluşturulması gerekmektedir.
Bu
da ancak fıtrata ve yaratılış kanunlarına (Sünnetullah; sahih İslâm’a göre,
millîleştirilmiş kültürel İslâm’a göre değil) uygun olarak ve her çocuğun
yeteneklerine saygı duyarak oluşturulacak olan eğitim (maarif) politikalarıyla
mümkündür. Yoksa öteden beri ve hâlihazırda câri olan eğitim politikalarıyla
değil…
Öteden
beri ve günümüzde geçerli olan eğitim politika ve uygulamalarıyla bu
söylediklerimizi gerçekleştirmek mümkün değildir. Çünkü gerek geçmişte, gerekse
şimdi olsun, eğitim politikaları hep ideolojiye bulaştırılmıştır. İdeolojiye
bulaştırılan hiçbir şeyden hayır gelmez. Her şey özünü, cevherini, tabiatını,
ruhunu, aslını ve neslini kaybeder. Artık hiçbir şey olduğu gibi görünmez,
göründüğü gibi de olmaz. Çünkü varlığın (insanın) genleriyle oynanmıştır.
İnsanoğlu mutasyona uğratılmıştır. Bu mutasyonun nerede duracağı ve
varyantlarının da ne olacağı hususunda hiç kimsenin kesinleşmiş fikri yoktur;
zâten olamaz da.
İşte
ideolojik ve politik mülâhazalarla meseleye yaklaşırsanız ve hangi tür ideoloji
olursa olsun kendi ideolojilerinizi çocuklara ve öğrencilere dikte, empoze ve
enjekte etmeye çalışırsanız olacağı budur ve buradan da bozulma dışında ortaya hiçbir
sonuç çıkmayacaktır.
Bu
anlayış ve bu eğitim politikalarıyla bir yere varmanın mümkün olmadığı ayan
beyan ortada durmaktadır ve herkes de bunu yakından müşâhede etmektedir. Zâten
geçmiş iktidarlar döneminde sık sık Millî Eğitim Bakanlarının değişmesi, bu iktidar
döneminde de en az 7-8 bakanın değişimi, bu tezimizin ayrı bir delili ve ayrı
bir göstergesidir. Onun için Millî Eğitim Sistemi, tâbiri câizse millî öğütüm
sistemine dönüşmüştür. Allah’ın yarattığı nice fıtratlar, nice cevherler, nice
kâbiliyetler ve nice körpecik beyinler kocaman kocaman değirmen taşlarının ya
da devasa makinaların dişlileri arasında her gün ezilerek un ufak edilip öğütülmektedir!
Müfredat
programları ayrı bir derttir. Bir çorba misâli, içinde ne ararsanız ondan
vardır. Aşûre gibi mübârek! Biraz ondan, biraz bundan, biraz şundan… Yâni biraz
bilim, biraz kültür, biraz hikâye, biraz menkıbe, biraz Hıristiyanlık, biraz
İsrâiliyyat, biraz İslâmiyet, biraz mistisizm, biraz millileştirilmiş din,
biraz Anadolu irfanı, biraz Doğu, biraz Batı… Doğru dürüst analitik düşünce
yok, yaratıcı düşünce yok, derin düşünce yok, sanatkârane düşünce yok, eleştirel
akıl yok, felsefî tedebbuat yok, mümeyyiz akıl yok; teakkûl, tefekkür,
tezekkür, tedebbür yok; mütâlâa, müzâkere, mukayese yok; deney, gözlem,
uygulama yok…
Ya
ne var? Bol bol ezber var! “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur”
anlayışı çokça ve sıkça var tabiî ki...
Zâten
ülkemizdeki eğitim politikaları ve müfredat programlarının temelini hep
yabancılar atmıştır ama biz de akıl, düşünce, bilim temelli bir eğitim sistemi
ve eğitim programını yeterli derecede ve yeterli düzeyde bir türlü hayata
geçiremedik maalesef!
Neden?
Çünkü meselenin özüyle dertlenen yok! Sebepler çok olsa da herkes mevki, makam,
dünyalık peşinde. Hasbî davranan yok, hesâbî davranan ise çok maalesef!
Ben
oldum olası şu “politika” kavramını da hiç sevemedim doğrusu! Nedense bana hep
soğuk, donuk, kaypak ve yüzsüz bir kavram olarak gelir. Kavramın etimolojik
anlamı da zâten “çok yüzlülük”tür. Ama yaygın bir şekilde kullanıldığı için hepimizin
diline pelesenk olmuştur.
Yeri
gelmişken, bu makalenin yayımlanacağı derginin dosya kapağının ana temasını
“tarım politikaları” oluşturduğu için, bu “politika” nokta-i nazarından
hareketle içimde öteden beri ukde olarak kalan ve bendenizi büyük hicranlara
sevk eden bir konuyu da birkaç cümle ile dile getirmiş olayım…
Devlet
ricalinden ve ilgili-yetkili Bakan ve Bakanlıklardan naçizane ricam, bu güzel
ülkemin güzel ovalarındaki mümbit, ekilebilir özelliği olan tarım arazilerini
lütfen muhafaza etsinler, onlar üzerindeki her türlü yapılaşmayı yasaklasınlar
ve ne surette olursa olsun betonlaşmanın önüne geçsinler. Yarınları düşünsünler,
yarınlardaki çocuklarımızın geleceğini düşünsünler. İleriki yıllarda ekilebilir
araziler, tarlalar kalmazsa eğer, beton yiyerek karınlarını doyuramayacaklarını
göz ardı etmesinler lütfen.
Bir de son olarak, genetik yapılarıyla oynanmamış yerli tohumları bularak, çoğaltarak ve üreterek hem sağlıklı ve dengeli beslenmenin önünü açsınlar, hem de çocukluğumuzdaki o eski lezzetlerin neşvünema bulmasını sağlayarak o tatlarla bizleri tekrar buluştursunlar lütfen.