İNSAN sevmediği kişiden
daha çok kime kızar?
Sevdiğine...
Sevmediğinden
her türden kötülüğü bekler de sevdiğinden gördü mü iş değişir. Belki de
sevdiğine kızmak, kırılmaktan ileri gelir. Hayâl kırıklığından...
Prof.
Dr. Üstün Dökmen, kaliteli ve çözüm üreten yaklaşımlarıyla benim de dikkatimi
çekmiş, saygı ve sevgimi kazanmıştı. Eğitime ve psikolojiye yaptığı katkılar
yine değerli olacak. Ama Dökmen, bizi üzdü. Kırıldım ve kızdım.
Dökmen’in
dile getirdiği cümledeki her kelimeye takıldım. Zaten bir kelime etmiş, o da
“empati”.
Başörtülü
biri her mesleği yapabilirmiş ama psikiyatr ve psikolog olamazmış ki gerekçesi,
başörtülünün gerekli empatiyi göstermeyeceğini düşünüyormuş.
Doğrusu
bu cümleyi tümden gelerek yorumladığımızda, cümlenin empati içermeyen bir
psikozla söylendiğini görüyoruz. Eğer empatiyle söylenmiş olsaydı, bu ifadenin
kırıcı olacağını düşünebilirdi.
Her
meslek, empati üzerine kuruludur. Mesleğini severek yapan kimse, mesleğinin
birinci kriterinin bu olduğunun bilincindedir. “En iyi hizmeti vermek” veya “en
iyi ürünü arz etmek” düşüncesinin altında empati vardır. Bu anlamda meslek
ırkçılığı yapmanın bir anlamı olmadığı gibi, “Hepsini yapabilir ama psikiyatr
olamaz” demenin de anlamı yoktur.
Üstün
Dökmen’in ifadeleri aklıma veya paylaşım olarak önüme geldiğinde Üstün Dökmen
için tam empati yapacağım, bu yüzden yapamıyorum. Tam gerekçesine haklı bir
kulp arayacağım, başımda bir ağrı hissediyorum...
Daha
sonra Üstün Dökmen üzerinden yapılan “28 Şubat artıkları” ifadesini görüyorum. Bu
ülkenin siyâsî tarihi 28 Şubat’tan ibaret değil. Son olarak Dökmen’den dökülen
de 28 Şubat ürünü değil. Ama Dökmen’in ifadesini açarken, bir korku tüneline giriyorum.
Bu
korku tüneli, sadece İslâm ve Müslümanlarla sorunu olanları müşteri olarak
kabul ediyor. Bütün empatimi üzerime toplayarak o müşterilerin hâline bürünüp şöyle
bir giriyorum tünele. Karşıma 1920’lerin sonlarından tipler çıkıyor. Daha ilk
adımımı atmamla sıçrıyorum yerimden. “Beni sen astın!” diyor karşımdaki,
kovalamaya başlıyor. Koşuyorum, koşuyorum, karışma bu kez gencecik çocuklar
çıkıyor, üzerinde Ülkücü yazan. İki korkunç tipin arasında sıkışmış
hissederken, genç, “Beni de sen astın” diyor.
Tabiî
o an bu korkuyla biraz imana gelir gibi oluyorum ama yine de kaçıyorum oradan.
Her noktadan korkunç tipler, şeriatçı, tarikatçı, Müslüman siyasetçi, faili
meçhul cinayet kurbanları filan derken bitmesini istiyorum tünelin. En son
adrenalin hormonlarımı bile parçalayacak şiddette biri çıkıyor karşıma. “Benim
tahsilimi ve mesleğimi edinmemi engelledin! Yetmedi, sade bir vatandaş olarak
kamu alanlarına istediğim kıyafetimle bile girmemi yasakladın!” diyen o tip
çıkıyor. Amanın! Oracıkta can vereceğimi sanıyorum...
Tünel
bitiyor ve korkum pik yapıyor. Hislerim ayakta bir hâlde, “Bunlar benden ve
benim gibilerden intikam alır, hiç de empatiyle davranacaklarını sanmıyorum!
Çünkü ben öyle yapmaz, bana zulmedene zulmederdim” diye kendimi odaklıyorum.
İşte
Üstün Dökmen ve onun gibi düşünenler, kendilerinden zulüm görenlerin kendilerinden
intikam alacakları korkusuyla yaşıyor ve kendilerinde olmayan empati imkânının
zulmettikleri kişilerde de olmadığına inanıyorlar. Saçmalamalarının altında
yatan da bu.
“Yirmi
yıldır bunlara çemkiriyoruz, liderlerine diktatör diyoruz, yine aynılar.
Çelikten mi arkadaş bunların sinirleri?” diyorlar. Bu yüzden daha çok çemkiriyorlar.
Saldırmıyorlar bakınız, çemkiriyorlar. Zira ancak bu kadarlar!
İşte
ben de tam şunlara çemkireyim diyorum, başımda bir asalet... Tam şunlarla bir
empati kurayım diyorum, başımda bir örtü...