
DİJİTAL çağdaki yeniliklere ayak uydurmak bir hayli zorlaştı.
Tam “Alıştık” derken, bir sonraki yenilik huzur-u endam ediyor. Tıpkı Metaverse
ve buna bağlı NFT özelliği barındıran dijital metaların satışı ve alımı gibi…
Her ikisi de yazımızın konusu değil ama girizgâhta
bahsetmemizin sebebi, ele alacağımız konularla ilintili olması…
Wikiapedia’da, dijital bir varlığın “benzersiz” yani
taklit edilemez olduğunu onaylayan, bir çeşit Blockchain (Blok Zinciri) adı
verilen ve dijital bir defterde depolanan veri birimi olarak tanımlanıyor NFT.
İngilizcedeki popüler ismiyle “Non-Fungible Token”…
Başta fotoğraf, video, ses ve diğer dijital dosya
türleri için kullanılmakta iken, yakın dönemde sanat, müzik, spor ve diğer
popüler eğlencelerde de kullanılmaya başlandığına sıklıkla şahit oluyoruz.
Yeri gelmişken, NFT’lerin Blockchain teknolojiyle
üretilen dijital para madenciliği gibi yüksek enerji girdilerine ve küresel
ısınmaya sebebiyet verdiklerini de hatırlatmak isterim.
NFT sayesinde benzersiz özellik taşıyan eserlerin
taklit edilmesi mümkün görünmüyor. En azından şimdilik!
Peki, ya alışılagelmiş yöntemlerle üretilen eserler?
Onların tek güvence pozisyonunda olan telif hakları mı? Özellikle müzik ve
sinema sektöründe kısmî anlamda korunan bu eserler, sahiplerine yahut
mirasçılarına gelir kazandırırken, diğer taraftan telif hakkı sayesinde yani “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu” kapsamında korunma altına
alınarak sahiplerinin mağdur edilmeleri önlenmiş oluyor.
Binbir zahmetle kaleme alınan ve basılan kitapların
PDF’ye aktarılarak çoğaltılması ise mevcut teknolojide artık çok kolay. Noter
vasıtasıyla korunmaya çalışılan eserlerin sahipleri, zaman zaman hak arayışlarını
mahkeme kapılarına taşımak zorunda kalıyorlar.
Sosyal medyada yayınlanan her eser, saniyeler içinde
bir başkası tarafından ya olduğu gibi ya da kısmen tahrif edilerek
paylaşılmaktadır.
Zaman zaman kendi başımıza da gelen hâdiselerden biri,
şiir ya da vecizelerin üçüncü şahıslar tarafından paylaşılması sırasında
yaşanıyor. Paylaşım sırasında eser sahibine ait imza kısmı (adı-soyadı) çıkarılarak
pay ediliyor. Hasbelkader böylelerine denk geldiğinizde sual ediyorsunuz,
aldığınız cevap, “Hocam, acele oldu,
kopyalayamamışız!” oluyor.
Bu savunma refleksi, hataya dair aldığımız en
hafifletici sebep. Bir de altına imzasını atanlar var ki tam evlere şenlik!
Yetmedi, bir tık ilerisine taşınıyor hâd bilmezlik. Kendisine ait olmayan esere
ait paylaşımlar hakkında yapılan övgü dolu sözlere, sanki kendi kaleminden
yahut kendi ağzından çıkmış gibi özgüven dolu cevaplar vermek gibi…
Sosyal medya sayfamızda bizleri takip eden hassas
dostlar, zaman zaman şiirlerimiz için nezaket dilini kullanarak paylaşım izni
istemektedirler. Onlara, senelerdir kullandığım aynı cümleyi kuruyorum: “Yazana kadar benim, yazdıktan sonra
herkesindir şiirlerim.”
Bu vecizeden cesaret alanlar ve paylaşarak çoğaltanlar
kendilerini daha mutlu hissediyorlar.
Yeri gelmişken, bu tür paylaşımlar ile röportaj,
makale ve deneme tarzındaki yazılarda yapmamız gereken ama nedense ihmâl
ettiğimiz bir eylem var ki o da “kaynak” belirtmek. Şayet hatırlıyorsak, esere
nerede rastladığımızı, kimden duyduğumuzu, en azından hoşumuza gittiği için kullandığımızı
belirtsek… Çünkü rastlıyorsunuz ve üzülüyorsunuz…
Kabul etmek gerekir ki, sosyal medyanın kontrol
edilmesi artık imkânsız! Çünkü doğru bilgi ile yanlışın hercümerç olduğu büyük
bir pazara dönüştü burası. Bu pazarın müdavimleri, iki yere gözünü dikiyor: Ya
vitrine asılan ve son derece özenle hazırlanan kıymetli eserlere -ki bunlara
bakan sadece “ilham” alıyor- yöneliyor ya da tabiri caiz ise çöpten besleniyor
ve oraya atılan, bir nevi sahipsizleşen eserleri elden geçirerek yeniden
sergiliyor.
Bir de, zikrettiğimiz bu iki grubun dışında yer alan ve
sayıca azımsanmayacak bir çoğunluğa ulaşan “taklitçi” azınlık var.
Ne mi yapıyorlar? Gelin, hep birlikte göz atalım…
“Etkileşimin kaçınılmaz olduğu” hakikatinden güç
alanlar
Önce ava çıkıyorlar. Evet, yanlış duymadınız, “ava
çıkıyorlar”. Arkadaş listelerinde yer alanların arkadaş listelerini hallaç
pamuğuna çeviriyorlar. İşlerine yarar ne kadar kalem erbâbı, şair, gazeteci, yazar
sanatçı, müzisyen, bürokrat ve siyasetçi var ise onlara zarfsız davetiyeler
gönderiyorlar. Kısa sürede “ulaşılmaz” olanların, ulaşılma yakınlığına
taşındığına şahit olunca bu sefer şımarıyorlar. Bir iki cilâlı sözden oluşan
teşekkür faslını müteakip, yoğun beğeni bombardımanı başlıyor. Son eylem, yorum
stratejisi…
Böylelerini, uluslararası sivil toplum kuruluşu olan
“Sınır Tanımayan Gazeteciler”e benzetiyorum. Muhataplarının sayfalarını köyün
“ortak malı” gibi sürüyorlar âdeta. Hudutsuz bir şekilde, çiçekli böcekli,
kalpli yorumlar yapılıyor. Kimini üstat, üst âdem, kimini de şair, şairem
payesine çıkartıyorlar. Oldu da bitti maşallah!
Kadrolu yorumcular
Oldu mu? Asla! Altyapısı olmayan hiçbir etkileşim
sonucu, göz göze gelmeden kurulan arkadaşlıklar, ne dostluk seviyesine taşınır,
ne de kalıcı olur. Hele hele kişiye ve topluma faydası hiç mi hiç olmaz!
Bu, şu demek değildir: Hiç mi iletişim kurulmamalı? Hayır, tam tersine, ölçüye
riayet etmek koşuluyla evet…
Övgüden ve alkıştan beslenmek kadar, eleştiri
kültürüne açık, paylaşımcı diyaloglar, bireyin gelişimine katkı sunacaktır.
Yoksa “arkadaş hırsızlarına” lâyık gördüğüm “kadrolu yorumcu” unvanıyla
anılmaya devam edilirler.
Bir fotoğraf karesinden etkilenen biri, aynı yerde
aynı pozu vermektense, başka bir mekânı keşfederek deklanşöre basması hem daha
etik bir davranış, hem de daha güzel ve daha yaratıcı bir fikirdir. Varsayalım
o manzara önünde kalıcı bir hatıraya imza atmak isteniyor, o zaman kendine has
bir duruş sergilemeli ve kendine yakışan giysileri ve aksesuarları kullanmalı.
Şablon şairliği
Kural tanımazlara nasihatimiz, onları etkileyen bir
şiire denk geldiklerinde ayak/uyak zenginliğini olduğu gibi, hatta sırasıyla
kopyalama kolaylığına gitmek yerine, en vurucu yerden hareketle yepyeni bir
şiiri, şiir severlerle bulaştırmanın sancısını çekmeliler. Hele hele, eski
zaman kitapları karıştırmak suretiyle ortaya çıkan şablon şairliğini hiç ama
hiç yapmasınlar. Tekrarın faydası yok! Ne gelecek nesle, ne de Türk edebiyatına…
Şiirlerimizi olduğu gibi ç/alanları gördük mü? Gördük.
Bari vecizelerimize dokunmasalar… Bir ya da iki
satırdan oluşan ve size özgü bir cümle kurmaktan da mı yoksunsunuz yahu?
Bir şiirin nakaratını olduğu gibi alarak bir söyleşi
programına taşımak ya da bir STK’nın sloganı yapmak da neyin nesi?
Senelerdir paylaştığımız şiirlerin altında
resmettiğimiz ve bir kitabın habercisi olan başlığı nasıl oluyor da kendine aitmiş
gibi paylaşırsın? Soruyorum: “Hiç mi insanın yüzü kızarmaz?”
Kurduğumuz derneğin isminden etkilenmek güzel ama ya
olduğu gibi “kopyalamak” nedir Allah aşkına?
Her çiçeğe konan arının bal kovanına taşıdığı polenler
misâli, şairlerin şiirlerine beğeni yapmaksızın konup “tırtıklamak” ve bu
yöntemle yarışmaların ana kraliçeliğine ya da işçiliğine soyunmak da nedir?
Daha vahimi var!
Pozisyonu gereği kitapla haşir neşir olan bazı editörlerin,
okuduğu eserden yola çıkarak, sene içinde sayısız yepyeni romana imza atması
gibi...
Velhasıl, bu gidişat hayra alâmet değil! Üzüldüğüm
için kalemi ele aldım. Öyle ki, bu konuyu ele aldığım için de ayrıca üzgünüm.
Maksadım hassas ruhları ve eser üreticilerini incitmek değil. Kendinden emin
olanlara, bilgi, birikim ve tecrübelerini, aşk ve heyecanlarını faydalı ve
özgün eserlerle taçlandıranlara sözümüz yok, olsa olsa selâmımız olur.
Sözümüz, taklitten beslenenlere…