“TÜFENG icat oldu, mertlik
bozuldu” sözünün yanına, “Para bulundu, kişilikler bozuldu” sözünü de eklersek
abartmış olmayız sanırım. Ne yazık ki her adımımız, her işimiz para üzerine
endeksli!
Paramız
olmadan bir yerden bir yere adım atamıyor, iş kuramıyor, çocuklarımızı
okutamıyor, ev alamıyor, beslenmek için yiyecek alamıyoruz. Kaldı ki, bir
kuruşumuz eksik olsa bir ekmek dahi alamıyoruz. Neredeyse soluduğumuz havaya
bile para ödemek zorunda kalacağız. “Madem para bulundu, en basit
hesaplamalarla bunu nasıl kazanacağız, nasıl harcayacağız, hatta elimizdeki
parayı nasıl değerlendireceğiz?” şeklinde ekonomik bir yorum yapmamız gerekecek.
Ekonomi
geniş kapsamlı bir bilim dalı olmakla birlikte, “Ekonomi nedir?” sorusuna ünlü
bilim insanlarının verdiği cevaplar eşliğinde de bakabiliriz.
Adam
Smith: “Ekonomi, servet bilimidir.” Ekonomi kurucusu kabul edilen Adam Smith,
servet elde etmek için yapılan tüm çalışmaların, ekonomi biliminin inceleme
alanına girdiğini söylüyor. Smith’in bu açıklamasına, 1776 yılında yayımladığı
“Ulusların Zenginliğinin Kaynakları ve Tabiatı Üzerine Araştırma” adlı kitabı
kaynak olarak gösterilebilir. Bu kitapta Smith ekonomik dünyayı, milyonlarca
insanın kendi arasında yarattıkları ve işbölümü içinde üretimde bulundukları
bir atölyeye benzetmiştir.
Alfred
Marshall: Neo-Klasik iktisadın kurucusu ekonomiyi, “Sonsuz olan, insan
ihtiyaçlarını var olan kıt kaynaklarla karşılamasına ilişkin konuları kapsar”
şeklinde tanımlıyor. Marshall, ekonomi bilimini insanların refahlarının
sağlanması yolunda harcadıkları çabaları her türlü araç ve ölçülerle açıklayan
bir bütün şeklinde tanımlamaktadır.
Knut
Wicksell: İsveçli ekonomist Wicksell ekonomiyi, “İnsan ihtiyaçlarının tatmini
yönünden yapılan düzenli bir çalışma ve faaliyetler” olarak tanımlar.
Lionel
Robbins: İngiliz iktisatçı Robbins, “Ekonomi; amaçlarla alternatif kullanım
olanakları olan sınırlı kaynaklar arasındaki ilişkiler yönünden insanların
davranışlarını inceleyen bir bilimdir” şeklinde tanımlama yapmaktadır.
Hermann
Heinrich Gossen: “Ekonomi bilimi, birey ve topluma en az uğraşla en çok doyumu
sağlamayı gösteren yöntemler kuramıdır.”
Paul
Samuelson: “Ekonomi, insanların çeşitli mallar üretmek ve bunları tüketebilmek
üzere toplumun çeşitli üyelerine dağıtmak amacıyla kıt ve sınırlı üretim
kaynaklarını ne şekilde kullandıklarını inceleyen bir dalıdır.”
Bu
tanımlamalar geniş kapsamlı ve ekonomi uzmanlarının daha detaylı
bilgilendireceği derin konular… Ben bu para işini oldum olası sevemedim. Bulunduğu
çağdan bu çağa kadar olan zaman dilimi içinde para, “elin kiri” bölümünü geçti,
“kalbin kiri” olarak level atladı kanımca. Para kimleri bozmadı ki? “Paran
kadar konuş” konumuna getirdiler maalesef. Fakat parasız da olmuyor. “Ne
seninle, ne sensiz!” demek düşüyor dilimize.
Asıl
önemli olan, parayı nasıl, nerede, kiminle, ne için kullandığınız. Para sizi çirkinleştiriyorsa,
ortada ne moda kalır, ne trend, ne de marka. İstediğiniz kadar pahalı marka
kullanın, son model arabalara binin, en lüks yerlerde dolaşın, en muheşef
malikânelerde yaşayın, kişiliğiniz sıfırsa, paradan da istediğiniz sıfırı atar,
istediğinizi ona eklersiniz…
Aile
içi ekonomiyi tanımlamak ve ayarlamak içinse elbette hesap uzmanı olmaya gerek
yok. Ya da dışarıdan bir uzmanla aile içindeki ekonomiyi ve para akışını
düzenlemeye lüzum yok. İnsan yaşamı boyunca etkisini sürdüren bir kurum olarak “aile”
kavramını öğreniyor. Birçok kavramı da içine alarak fizyolojik, ruhsal,
ekonomik, kültürel ve toplumsal yönleriyle biçimlendiren ve yönlendiren bir
kurum olarak karşımıza çıkıyor “aile”. Bir çocuk için de çok önemli! Ne kadar
donanımlı, hoşgörülü ve aile içinde demokratikseniz, çocuğun gelişimini, toplum
içinde bağımsız kararlar almasını, güçlü, karakterli ve de yaratıcı kişiliğe
sahip olmasını sağlarsınız. Verdiğiniz karar ile çocuğun sorgulayarak alacağı
kararlar arasında bir çelişki olmayacaktır. Fakat bunlar olmayıp da çatışmalı
bir ortamda yetiştiğinde, öfkesine yenilen bir birey olarak sürekli aile ile
çatışmalı olacaktır. Hem sosyal, hem de ekonomik yönden aileyi zor duruma
sokması da kaçınılmazdır.
Günümüz
şartlarıyla teknoloji ve dijital ortamın geliştiği bu dönemde hem aile, hem de o
ailede çocuk olmak gittikçe zorlaşmaktadır. Özellikle evde bulunan bireylerin
ayrı ayrı ekonomik bağımsızlıkları yok ise, sadece bir kişiye bağımlıysa, şartların
zorlanması da, isteklerin artması da kaçınılmaz oluyor. Ve bu istekler, karşılanmayınca
çocuk üzerinde büyük bir travma oluşmasına sebebiyet verebiliyor. Elbette bu
sadece çocuk için geçerli değil. Bir birey olarak yetişkin için de ayrı bir
sorun bu.
Ailenin
ihtiyaç ve istekleri, bireylerin yaş ve cinsiyet kombinasyonlarına göre
farklılık göstermektedir. Yaşamsal dönemlerinde istek ve ihtiyaçlar sürekli
değiştiğinden, üzerinde oluşturduğu etki de bir o kadar değişmektedir.
Bazı
insanlarda marka tutkusu vardır. Akla soru ise şöyle: Marka tutkusu tüketim
ihtiyacı mıdır, psikolojik bir ihtiyaç mıdır?
Herkesten
aynı cevabı almamız mümkün değil. Bireyler farklı bakış açıları,
gelenek-görenek ve kişisel algılarıyla bu soruya farklı cevaplar vereceklerdir.
Marka giyerek ya da kullanarak kişi kendisini kanıtlama, sosyal statü elde
etme, kendine bir imaj yükleme psikolojisine girebilir. “Nasıl olsa param var, istediğimi
alır, istediğimi kullanır, istediğim gibi yaşarım!” algısında olup, kendini
kanıtlama ve seviye atlama yarışına gireceğinden, kendine yakışanı kullanmasa
bile sırf marka takıntısı yüzünden para vererek rezil olmak yolunu da
seçmektedir. Kendini aptal, amiyane tabirle “yontulmuş, soyulmuş ve kullanılmış”
olarak görmeyecektir.
Psk.
İlkten Çetin bir makalesinde, “Marka Fonksiyonları”nı birkaç başlık altında
toplamış: Kalite güvence fonksiyonu, kişisel kimlik fonksiyonu, sosyal kimlik
fonksiyonu ve statü fonksiyonu… Ayrıca “Marka Fonksiyonu Algılamaları” olarak
da birkaç maddede algıların nasıl oluşturulduğunu anlatmış: “Marka bireysel güç
ve sosyal statünün sembolüdür./ Sosyal kabul yansımasıdır./ Az sayıdaki insana
sınırlı bir takdimdir./ Duygusal deneyimlere katkıda bulunur./ Teknik üstünlük
sağlar…”
İnsanın
geçici olduğu yerde modanın kalıcı olması beklenemez. Her an değişen trendler,
tasarımlar, çeşitlilik fazlalığı ve teknolojinin sürekli ilerlemesi yeni yeni
oluşumların, araç-gereçlerin, ihtiyaçların farklılaşması, yeni yeni markaların
çıkması bir öncekini sıradanlaştırıyor ve yerine yenisinin almasını sağlıyor.
Batılılar
birçok oluşuma sembol ve rakamlar üzerinden baktığından, bunları insanların
üzerinde deneyimlemek için moda, marka ve trend algısını pompalayarak bir
savaşın içine sokmaktan geri durmuyorlar. Bunu çok seviyorlar! Onun için her
şey “para” demek. Bu parayla yöneteceği insanları “yığın” olarak görmesi de en
erdemli (!) davranışları olsa gerek…
Bu
yüzden biz de ülke olarak ne yazık ki bundan nasibimizi alıyoruz. Marka ve moda
takıntısını kullanarak hem de… Çünkü öyle empoze edildi tüm toplumlara: “Markan
varsa, modayı takip ediyorsan senden iyi bir toplum olamaz!” Haklının değil,
güçlünün zafer kazandığı algısını oluşturmaksa en büyük hedefleri. Tüketim
çılgınlığı yaşayan bireylerin ve toplumun gittikçe arttığı bir dönemden
geçiyoruz. Her şeye kredi kartı kolaylığıyla ulaşılması da ayrı bir sorun.
Kazandıkça harcama refleksine girenler daha çok kazanmak, daha çok harcamak
döngüsünde kendilerini nasıl da kaybettiklerini ne yazık ki göremiyorlar.
Marka
ve moda takıntısını bir bağımlılık olarak görüyorum. Herkes kendine yakışanı
yapmalı, “Param var” diye kendini dağıtmamalı. Bu konuda aile olarak
gençlerimize ve çocuklarımıza çok iyi örnek olmalıyız. Her gördüğünü
alamayacağını, her şeyi yiyemeyeceğini, her yere istediği zaman gidemeyeceğini,
paranın nasıl kullanılacağını çocukluğundan itibaren aile içinde verilen terbiyeyle
ister geleneksel, ister modern çağın gerektirdiği şekilde olsun, karar mekanizmasını
doğru çalıştırmasını öğretmeliyiz. Bağımlılığını kontrol altına alamayan bir
toplum olarak hayatımıza devam edeceksek, vay halimize! Dikkat edelim ki
bağımlılığımız, sonumuz olmasın!