TUZAK,
insanoğlunun avcılık döneminden yadigâr bir kelimedir. Özel anlamda kuş avlamak
için kurulan bir düzenek demektir. İnsanlığın gelişimiyle tuzak da gelişti ve “kuş
avlamak” anlamından çıkarak “baş ve başlar avlamak” anlamını kazandı.
Başlangıçta insanın kuşa kurduğu bir düzenek iken, sonda insanın insana ve insanlığa
kurduğu bir düzenek hâline geldi. Bir atasözü, “İnsan, insanın kurdudur” der. Öyle anlaşılıyor ki, tuzak kurmak
insanın geninde ve fıtratında var.
Hâl böyle olunca, tuzak da
oldukça fazla çeşide bürünmüştür. Bütün tuzak çeşitleri, Kur’an’ın beyanı esas
alındığında iki başlıkta toplanabilir: “Hayırlı tuzak” ve “şerli tuzak”...
Kur’an’da (Enfâl 30 ve
Âl-i İmrân 54. ayetlerde) Cenâb-ı Allah, Kendisini “Hayrü’l-Mâkirîn”, yani
“Tuzak Kuranların En Hayırlısı” olarak niteler. Buradan anlaşılır ki, Hakk’ın
hayırlı tuzağı, büyük bir fitneye yol açacak bir şer tuzağını bozmak üzere
harekete geçen tuzaktır. Tuzak kuranlar bu tuzaklarını kurmaya başladıklarında,
aynı zamanda Hakk tarafından o tuzağı bozmak üzere hayırlı bir tuzak da
harekete geçmektedir.
Cenâb-ı Allah’ın hayırlı
tuzağı, insanlığı büyük bir fitne ve kaosa sürükleyecek bir tuzak belirdiğinde
ortaya çıkarak hem tuzağı, hem de tuzakçıları bertaraf etmektedir. Küllî
fitneyi helak etmek için harekete geçen İlâhî irade, cüzî fitneyi bertaraf
etmek için de hayırlı tuzak kuran insanlara da yardımcı olmaktadır. Zira bir
tuzağı bozmak için harekete geçen her eylem, Hayırlı Tuzaklar Kuran’dan güç
alır. Bu demektir ki, her hayırlı teşebbüsün arkasında Rahman, her şerli
teşebbüsün arkasında da şeytan vardır.
Cenâb-ı Allah, Fil Suresi’nde
tuzak kuranların tuzaklarının boşa çıkarılacağını (keydehüm fî tadlîl) ve
hüsrana uğramış tuzakçıların durumlarını da bize somut olarak göstereceğini (Elemterâ)
buyurmuştur. Cenâb-ı Allah, Kâbe’ye saldıran Ebrehe’nin muazzam ordusunun en
tehlikeli silahı olan fili ve ordunun savaşma fiilini hayırlı bir tuzak kurarak
iptal etmiştir. Demek ki şer karşısında dimdik duran biri, fili de, fiili de
yok eden bir İlâhî mirasın varisidir.
Tuzakla zafere erişeceğini
sanan, su alan bir gemiyle menzile varacağını uman ahmak kaptan gibidir. O gemi
suda bir müddet yol alsa da, akıbeti batmaktır. Tuzak ve hileyle elde edilen
zaferin, galibi bir müddet avunsa da sonu hüsrandır. Tuzağın tabiatında geçici
zafer zevki vardır. Fakat bu zevki şiddetli bir hüsran takip eder. Ebrehe,
Yemen’den Mekke’ye kadar bir sel gibi zafere aktığını sanmış, fakat nihaî
zafere en yakın olduğu yerde helak olmuştur. Vahayı bulup suyu içmeye mecâli
yetmeyen bir bedevî gibi murattan uzak düşmüştür.
Fil Suresi’ndeki remizler,
ne kadar güçlü olursa olsun, şerrin hizmetindeki ordunun bir yerden sonra
silahının işlemez hâle geleceğini ve savaş gücünün imha edileceğini
müjdelemektedir. Bu açıdan bakıldığında “Elemterâ” hitabının hayır safında olan
kişilere “Korkmayın!” tesellisi içerdiği de görülmektedir.
Âlemde tuzaksız bir an mı
var?
Tuzakların iki başlık
altında pek çok çeşidinin olduğunu söylemiştik. Şimdi bu tuzakları bir velînin rehberliğinde
ilerleyerek yakından görelim…
Mevlânâ’nın insanı kuşatan
tuzaklar konusunda çok ilgi çekici fikirleri ve ufuk açıcı görüşleri vardır. Mevlânâ,
tuzağın kuş avlamak için kurulan bir mekanizma olmasından yola çıkarak, bu
âlemi yüz binlercesi kurulu bir tuzaklık, insanları da yemsiz kaldıklarından
dolayı açlık hırsıyla tuzaktaki yemlere koşan kuşlara benzetir. İnsan hırsına
mağlup olarak tuzağa düşmekte ve Yaratıcı, o tuzakta pişmanlık ve nedametle
kurtulmak için kendine yakaran insanı kurtarmakta; fakat o (insan), kurtulur
kurtulmaz yeni bir tuzağa doğru aynı hırsla koşmaktadır.
Mevlânâ, Cenâb-ı Allah’ın
Kur’an’da kendisi için kullandığı “Hayrü’l-Mâkirîn" sıfatının, Bizzat
Hakk’ın imtihan için kurduğu kendi muvakkat tuzaklarını da bozan bir anlam
içerdiğini ima etmektedir. Demek ki Cenâb-ı Allah’ın bu sıfatı, düşülen her
türlü tuzaktan kurtarıcı bir nimettir. Mevlânâ, varlık âlemindeki her mevcudun
birbiri için bir tuzak olduğunu söyleyerek bu âlemde tuzaksız geçen hiçbir anın
bulunmadığını ifade eder. Her şey bir başka şeyi elde etme hırsıyla tuzağa
doğru gitmekte, fakat elde edeceği şeyin tuzakta bir yem olduğunu
görmemektedir. Deve, ot hırsıyla boynunu uzatmakta, fakat otun kendisini
uçuruma düşüreceğini bilmemektedir.
Düzgün bir yol, zahiren
düzgündür ama altında tuzaklar gizlemektedir. Üslûbu, edası hoş bir yazı mânâ
kıtlığı ile malûl olduğundan, bir tuzak hâlini almaktadır. Tıpkı bunun gibi,
içinde ruhu dirilten anlamlardan mahrum tatlı sözler de savrulup giden ömür
kumlarından başkası değildir. Tatlı sözlerde hile gizlidir, dost kılıklı
düşmanın tuzağındaki yem, tatlı sözlerdir. Zira içi boş tatlı sözlerle insan
avlamak şeytanın tarzıdır. Şeytan, bazen Firavun’u kandıran Hâmân kılığında,
bazen de Nemrut’un aklını çelen ilham kılığında ortaya çıkabilir. Dostça
konuşan ama yem ve taneden bahseden düşman da şeytana mensuptur. Onun vaadi
tuzaktan başka bir şey değildir.
Mevlânâ, tuzağa meylin zalimde daha güçlü olduğunu belirtir. Zalim, şer tuzaklarını mazlumları avlamak için kurar. Fakat kurduğu bu tuzak, en sonunda kendini yutar. Hâmân’ı dinleyen Firavun Nil’de boğulurken, şeytanı dinleyen Nemrut da bir sivrisineğin elinde helak olmuştur. Binlerce mazlumu zulmün kuyusuna atanlar, en sonunda bu kuyuya düşerek hüsrana uğramışlardır.
Fil Suresi’ndeki remizler, ne kadar güçlü olursa olsun, şerrin hizmetindeki ordunun bir yerden sonra silahının işlemez hâle geleceğini ve savaş gücünün imha edileceğini müjdelemektedir.
Tuzağın en tehlikelisi!
Mevlânâ, tuzakların en
tehlikelisi olarak “Allah” adıyla kurulan tuzağı görür. Allah ile aldatmak,
muhatabı afsunlamak gibidir. Böyle bir tuzağa düşen muhatabın savunma melekesi
dumura uğramakta ve tuzağa bağlanıp kalmaktadır. Çünkü “Allah” adının canına
verdiği güvenden dolayı tuzakta olduğunu fark etmeyerek şeytanın emeline boyun
eğmektedir. Mevlânâ, “Allah” adı ve din hükümleriyle kurulu tuzağın, mükemmel
işleyen bir tuzak olduğunu belirtir. Böyle durumlarda tuzak kuran lâin, din hükümlerini
zahiren hoş bir eda ve tatlı sözlerle anlatır gibi görünmekte, fakat bâtınen o
hükümlerin içini boşaltarak hem dine, hem de muhatabına tuzak kurmaktadır.
Mevlânâ, bu şekilde
kurulan tuzakların, ancak onun bâtınındaki tuzak ve ıslığı duyanlarca fark
edileceğini söylemektedir. Fakat fark edilinceye kadar tuzak kurucu, “Allah”
adı ve din hükümleriyle koca bir kitleyi fareli köyün kavalcısı gibi peşine
takıp götürmektedir.
Mevlânâ, kötü ve şerir kimselerin
hile ve tuzaklarla hâkimiyet kurdukları zaman, onların kurdukları bu düzenin
olaylar eliyle bozulacağını ve bu olayları tertip eden elin de “Hayırlı
Tuzaklar Kuran El” olduğunu belirtmektedir.
Hz. Salih’in kavmi, şerir
bir kavimdi ve Hakk’ın Peygamberine zulmetmekteydiler. Onlar, güç ve nüfuzlarıyla
her şeye hâkim olduklarını sanırlarken, Salih Peygamber’e verilen bir deve,
küçük bir kıskançlık yüzünden onları helak eden bir hayra dönüşür. Kentteki su
kıtlığını gerekçe gösteren asiler, Salih Peygamber’in devesini suyu tükettiği
bahanesiyle öldürürler ve Hakk’ın bu asi kavmi helak etmek için hayırlı bir
tuzak olarak gönderdiği deve, Hakk’ın gayretini harekete geçirerek o bedbaht
kavmin yeryüzünden silinmesi için hayırlı bir vesile olur.
Fani avcının sonu
Mevlânâ, Hakk’ın
takdiriyle kulun tedbiri arasındaki ilişkiyi ele alırken, akıl ve tedbirine
güvenenlerin tuzak içinde oldukları hâlde, tuzak kurduklarını söyleyerek ve yüz
binlerce aklın bir araya gelerek Hakk’ın tuzağına aykırı bir tuzak kurmak
isteyip bu tuzağı kuracaklarını, ancak tuzağa düştüklerini fark ettiklerinde
bunun ahmakça bir tuzak olduğunu kavrayacaklarını söyler. Buradan anlaşılıyor
ki, kolektif tuzak kuranların, bu tuzaklarını mazlumlara karşı bir müddet
işleteceklerini, zulümlerini bir müddet idame ettireceklerini, fakat sonunda
asıl düşenin kendileri olduğunu fark ederek uyanacaklarını söyler ve bu
uyanışın hiçbir işe yaramayacağını belirtir.
Mevlânâ, Cenâb-ı Allah’ın
nereyi isterse orayı tuzak yapacağını söyledikten sonra, tenin can için bir
tuzak olduğunu belirtir. Ancak burada tuzak olan şeyin aynı zamanda bir fırsata
dönüşebileceğini ve bir nimet olabileceğini ifade eder. Zira can kuşunun o
tuzaktaki tane ve yemden geçerek arınıp, kafesten kurtulup, Keykubat’ın koluna
doğru bir doğan gibi uçma imkân ve ihtimâli vardır. Bu itibarla Mevlânâ, ten
kafesine düşmüş her canlının, aslında o kafesten kurtularak Hakk’a ulaşabilecek
bir kuş olduğunun altını çizer.
Mevlânâ, insanın
hırslarının kendisine tuzak olduğunu özellikle belirtir. Tane arayan kuşa, her tane
tuzaktır. Fakat Süleyman arayan kuş, hem Süleyman’ı bulur, hem de taneyi elde
eder. Demek olur ki, hırslarımız bizi yeme koştururken, Süleyman’ı görmekten
alıkoyarlar. Oysa Süleyman, elinde yemle o kuşun kendisine gelmesini beklemektedir.
İnsanın makam hırsı ikbâline kurulan bir tuzak, mal hırsı ise iki cihanını
yakan başka bir tuzaktır. İnsanda onu mağrur kılacak ne varsa hepsi bir tuzak
içerir.
Güzellik, güzele bir
tuzaktır. Avcılar, tavus kuşunu tüyleri güzel olduğu için avlamakta, kargaya
tenezzül etmemektedirler.
Tuzağa karşı en iyi
savunma mekanizmasını ihtiyat olarak gösteren Mevlânâ, ihtiyat sahibinin,
âlemin yağlı ballı tuzaklarına ve hilelerine aldanmayacağını söyler. Hz.
Peygamber’in “Tedbir suizandır” sözünü ele alan Mevlânâ, Hz. Peygamber’in her
adımda bir tuzakla çevrilmiş olduğumuzu işaret ettiğini söyler. Tedbiri yeterli
zannederek, “Tuzak nerede?” diye yürüyen bir dağ keçisine benzeyeceğimizi ifade
eden Mevlânâ, “Tuzak nerede?” diye mağrurca yürüyen dağ keçisinin, tuzağa
boğazından yakalanacağını ifade eder. “‘Tuzak nerede?’ diyordun ya, işte
buracıkta! Bak da gör! Ovayı gördün ama tuzağı görmedin…”
Bu gurur ve kibrin herkese sari olduğunu söyleyen Mevlânâ, şöyle der: “Rüstem’in kellesi kulağı yerindedir. Sakallı bıyıklı bir adamdır ama ayağını tutup onu kafese sokan tuzak, şehvettir.”
Tuzağı aşmanın iki önemli
yolu: Sabır ve kanaat
Mevlânâ, taleplerin daima
tuzak içerdiğini ihtar eder. Neyi talep veya neye meylediyorsak, o talep veya
meylin tuzağına doğru koşmaktayızdır. İnsanın ufkuyla hırsı arasında kalışını
bir kuş metaforuyla anlatan Mevlânâ, bu durumu şöyle anlatır: “Bir kuş, bir
duvarın üstüne kondu. Tuzaktaki taneleri gördü. Bir ovaya bakıyordu. Gönlü orayı
çekmekteydi. Bir de tanelere bakıyordu; hırsı, kendisini oraya sürüklemekteydi.
Bu iki istek arasında çırpındı durdu… Nihayet aklı başından gitti, tanelere
tamah etti. Tuzağa düştü.”
Aslında heves ve arzumuz
bizi tuzağa karşı körleştirerek onu yem olarak gösterir. O yem ve tane, aslında
hamdır, olmamıştır. Fakat hırs şeytanının aksi, onu bize güzel göstermektedir.
Mevlânâ’nın buradaki sembolik anlatımının altında, bu âlemdeki bütün zevklerin
ve haz veren şeylerin eksik ve ham olduğuna dair bir bildirim gizlidir. Bu hamları
bize olgun gösteren şeylerse zaaflarımızdır.
Zaaf perdesi gözümüzden
çekildiği zaman, hamlık ve çiğliği açık seçik görmemiz mümkün hâle gelecektir. Tuzaksız
nimetin temelinde şükür vardır. İnsan şükrettikçe, tuzaktan ve düşman
korkusundan uzak bir nimete kavuşur. İnsanın sadece hırsı değil, öfkesi,
sabırsızlığı ve yetinmezliği de birer tuzaktır. İnsanın öfkesi, cehennem
ateşindendir. Bir an önce kendimize gelip ateşi söndürerek o tuzaktan
kurtulmamız icap eder. Sabırsızlık tuzağı, bizi menzile ulaşmaktan alıkoyar,
kanaatsizlik ise sedefimizde inci üretmeye engel olur.
Mevlânâ, dünyanın mal ve
mülküne tamahın zayıf kuşların tuzağı olduğunu söylerken, ahiret mülkünün de
güçlü kuşların tuzağı olduğunu söyler. Ona göre ahiret mülkü öyle derin bir
tuzaktır ki nice ulu kuşları avlar. Mevlânâ, zayıf kuşlar istiaresiyle avamı,
ulu kuşlar istiaresiyle de 3alem mülkündeki sınavı geçmiş seçkin ruhları
kasteder. Kurtuluşun Süleymanlıkta olduğunu söyleyerek, mülke sahip olunduğu hâlde
mülke bulaşmamayı öğütler. Zira “taht” denilen ve uğrunda canlar alınan, kanlar
dökülen şey, tahtadan ibaret bir tuzaktır.
Bir ömür, o tahtaya birkaç güncük oturma uğruna yüz binleri kum gibi savuran haris, başköşe sandığı bu yerin kapı dışında kalma olduğunu anladığında çok geç olacaktır. Cenâb-ı Allah’ın “Yiyin!” emrinin şehvet için kurulmuş bir tuzak olduğunu söyleyen Mevlânâ, bu tuzaktan kurtulmanın, ondan sonra gelen “İsraf etmeyin!” emrinde gizli olduğunu ifşa eder.