GEÇEN ay ünlü bir araba
markasının reklâmını izlemiştim. Çok güzeldi.
Reklâm
şöyle bir dış sesle başlıyor: “Neden bazıları sadece çalışması gerektiği kadar
çalışıp durur da bazıları hiç durmadan çalışır?” Tam bu sırada gece mesai yapan
bir abimizi, reklâmı yapılan araca koli taşırken görüyoruz.
Dış
ses tekrar soruyor: “Neden birileri zor anlarda kendini düşünür de birileri
herkesi düşünür?” Burada da, yağmurda ıslanan ilkokul çocuklarını arabasına
alan bir hanım abla görüyoruz. Dış ses sormaya devam ediyor: “Ve neden kimsenin
yapmadığı şeyleri yapan birileri, o yaptıkları için, ‘Kim olsa yapardı’ diye
düşünür?” Burada ise hayatın olağan akışında asla o arabayı kullanmayacak bir
abinin çevreyolunda arabadan indiğini ve yoldaki köpeği kucağına aldığını
görüyoruz.
Bu
zamana dek yaptığım tüm kazaların üçte ikisinin ve mâruz kaldığım tüm trafik
tacizlerinin tamamının müsebbibi reklâm filmine konu aracı kullanan abiler
olmasına rağmen, reklâm bittiğinde suratımda kocaman bir tebessüm belirdi.
Çünkü reklâm şu cümleyle bitiyor: “Çünkü bu hayatta insanlar vardır… Sağlam
insanlar vardır!”
Anlayacağın,
herkes gibi ben de kendimi sağlam insan kategorisine soktum ve etkilenme sesi
çıkardım. Çok komik değil mi, hepimizin en doğru olan düşüncenin, en sağlam
karakterin, en onurlu duruşun kendimize ait olduğuna inanması? Bu bana hep çok
komik gelir. En çok da dünya nüfusu kadar doğru olabileceği ihtimâline rağmen
karşımda duyar kasan birileri görünce... Bir gülme geliyor. Ama böyle itici bir
gülme… Hani ağzının kenarıyla gülersin ya yandan yandan, işte öyle!
İçten
içe imreniyorum aslında böyle insanlara. Bence daha mutlular. Bu ay hep
doğrularını anlattı karşıma çıkan insanlar. Ben de hep içimden kıs kıs güldüm.
Dünya nüfusunu düşündüm. Ve bir o kadar doğru seçenek olabileceğini… Bu yüzden
bu ay çok hızlı geçti. Ne olduğunu anlayamadan, bir baktım, sonuna gelmişiz. Yandan
yandan saçtığım o itici tebessüme rağmen hem hızlıydı, hem de sonbahar
sebebiyle biraz hüzünlü.
Gerçi
ben hep hüzünlüyüm. Anksiyeti mi var acaba bende? Yok, hayır, yapmayacağım… Bu
yazıda kendimi sorgulamayacağım… Şimdi bir zaaf avcısı var ise buralarda, kesin
çok üzülmüştür “Bir genç kadın daha kendini sorgulamadı ve boş zamanlarında ağzına
sakız edebileceği bir dedikoduya nail olamadı” diye. Dur dur, onu biraz daha
üzeceğim. Zira geçen hafta anneanneme gittim, mercimek çorbası içtim ve bütün
kılıçlarımı kuşandım. Yani savaşmaya hazırım. Hem dedemle “Battal Gazi’nin
İntikamı”nı da yüz bin milyonuncu defa izledik. Bu ne demek, biliyor musun? Tek
kılıç darbesiyle üç beş tane siyah pelerinli Haçlının hepsini birden
öldüremesem de bu arz-talep düzenine çomak sokmaya cesaret edebilirim demek…
Edebilir
miyim acaba gerçekten cesaret?
“Cesaret”…
Çok güzel bir kelime… Hele yaşamaya cesaret edemeyenlerin içinde… İnsana süper
kahraman gibi hissettiriyor. Bu konuda hiç fena değilimdir. Hani mangal gibi
yüreğim olmasa da “iman dolu göğsüm gibi serhaddim var”. “Ulusun, korkma, nasıl
böyle bir imanı boğar/ Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”…
Olmadı…
Burası olmadı… Bazen böyle oluyor bana. Dengeyi tutturamıyorum. Ama kritik
anlarda bir köşeye sinip ortalığın sakinleşmesini bekleyebilenlerden değilim
galiba. Hele bu aralar… O kadar anlattık az evvel yahu! “Reklâm izledik” dedik,
“Bom bom poaw” bile dedik editörün müdahale edebileceğini düşünmeden. Belki de
etmiştir.
Sağlam
insanım ben de ayol, anlasana! Sen hangisisin? Yani demek istediğim,
kimlerdensin? Menfaatlerinin peşinde fırtınanın dinmesini bekleyenlerden mi?
Yürek yemişlerden mi? Son sözü söyleyenlerden mi? Kaçıp gidenlerden mi? Köşeye
sinenlerden mi? Benimki de soru mu? Hepimiz en doğru zamanda, en doğru olanın
yanında, en onurlu duranız, değil mi? En sağlam olanız; her fırsatta
doğrularımız için yaşar ve onlar için ölürüz. Ama ne hikmetse, aç kalınca
herkes ateş püskürür. Yine de günde en az bir öğün yürek yeriz.
Böyle
zamanlarda yani yürek yediğim zamanlarda, gökyüzünde ışıl ışıl bir taç belirir.
İki de melek… Meleklerin omzundaki taç yavaş yavaş bana doğru inişe geçer. O an
süzülen meleklerin Münker ve Nekir olması hâlinde bu hiç havalı olmaz,
biliyorum. Ama bu benim tacım. Bu yüzden senin için çok üzgünüm kendini
gerçekleştirmek için başkalarının hayâllerinde boğulan dostum! Zira bu gökten
süzülen meleklerin adları Münker ve Nekir olacak...
Evet,
ne diyordum? V 4Melekler sis bulutlarının arasından salına salına yerküreye
iner ve taçı başıma kondururlar. Sonrasında alkışlar… Tebrikler dört bir
yandan… “Bravo! Yaşa! Var ol!” sesleri… Elma elma kızaran yanaklarım, gittikçe
göğe daha fazla eren başım ve başımın üstündeki tacım ile halkı selâmlarım. E,
ne de olsa sağlam insanım! Yürek de yemişim... “Peh” dedin mi içinden? Çünkü
biri karşıma çıkıp böyle konuşsa ben “Peh” derim.
Evet,
senin de çok iyi bildiğin üzere, yürek yediğim zamanlarda benim de başıma taç
falan inmez; ama böyle zamanlarda ortamdaki ölüm sessizliği gerçekten Münker’i
de, Nekir’i de ve hattâ kabri bile getirir. Çünkü böyle zamanlarda hep bir
sessizlik olur, bilirsin. Senin de başına gelmiştir…
Tüm
cesaretini toplayıp her şeye ve herkese rağmen doğru olduğuna inandığın bir şey
söylersin, yaparsın ya da yapılmasına vesîle olmaya çalışırsın, ama onlar seni
sessizlikle boğmaya çalışırlar. Çünkü o kadar haklısındır ki yanlış bir şey
yapmış gibi hissetmeni ve onların yüreksizliğinin üstünü senin telâşının
kapatmasını isterler. İnsan böyle zamanlarda biraz panikler “Anlaşılamadım mı
acaba?” diye. Anlaşılmıştır oysa… Hem de öyle iyi anlaşılmıştır ve bu durum o
kadar kimsenin işine gelmemiştir ki... İşte biraz evvel bahsettiğim taç, hep de
böyle zamanlarda gökyüzünde belirir!
Sen
de zaman zaman bekliyor musun? Tacı yani? Ne yalan söyleyeyim, ben ara sıra gerçekten
bekliyorum. Çünkü benim gibi biraz deli, biraz Orhan Veli hisseden herkes -ki
onlar şu an kendilerini çok iyi bildiği için hafiften gülümsüyorlar- bazen
sadece bir tebessüm bile olsa bekler. Yandan yandan bile olsa bir tebessümü
herkes hak eder çünkü. Ve biz hep bekleriz. Böyle öğrenmişiz. Hayatta yaptığımız
her şeyin bir karşılığı olduğuna inandığımız için korkmuşuz. En çok da “kötülük
yapmaktan”... Bu yüzden hak yoldaki her adımımız takdire şayanmış gibi geliyor.
Biz öyle sanıyoruz. Sanıyorduk yani… Pek öyle değilmiş kazın ayağı…
“Heh,
evet” dedin mi içinden? Demek ki sen de ara sıra yürek yiyorsun. Bak, demek ki
aslında yalnız değiliz. Demek ki birbirine teğet geçen hayatlarımız, onların
sana hissettirmeye çalıştığı kadar kifayetsiz geçmiyor. Bu yüzden her gün
olmasa da ara sıra, herkese ve her şeye rağmen yürek ye, olur mu? Ben de
yiyeceğim, söz veriyorum! Ama bu aralar kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Bu
yüzden yalnızca üç beş dakika bile ortak duyguları paylaşabildiysek eğer, senin
de gönlünde bir yerlerde bir taç var demektir. Hadi onu al ve benim başıma tak!
Hayâlî de olsa bir melek tarafından tepeme kondurulacak bir taca herkesten daha
fazla ihtiyacım var bu ara.