Tabular ve sansürler

Bizim Kur’ân merkezli din anlayışımız çok sağlıklıdır. Ancak bizdeki açmaz şudur: Kur’ân mehcûr bırakılarak (kendi hâline terk edilerek) feodaliteye ve bedevîliğe kapı aralanmıştır. Bu kapı aralanınca İsrâiliyattan tutunuz da ruhbanlık ve Hint mistisizmine varıncaya kadar her şey bu kapıdan rahatlıkla içeriye girmiştir.

İNSANLIK târihine bakıldığı zaman birtakım şahıs ve kavramların nasıl tabulaştırılarak kutsandığını ve dokunulmaz hâle getirildiğini görürsünüz.

Bir şey (insan ve kavram) dokunulmaz kılındığı zaman artık orada akıl, irâde, bilim, tefekkür ve hür düşünce rafa kalkmış demektir. Böylesi bir ortamda hiçbir şeyi düşünemez, hiçbir şeyi konuşamaz, fikir teatisinde bulunamaz, müzâkere edemez, istişâre yapamaz, eleştiride bulunamazsınız. Sizi hemen yaftalayıp sansürler, sesinizi çıkamaz hâle getirirler.

İşte böyle toplumlar, primitif toplumlardır. Bedevîlikten kurtulup medeniyet düzeyine ulaşamamışlardır. Bu toplumlar hangi çağda yaşarlarsa yaşasınlar, adları sanları ne olursa olsun sonuç değişmez. Hakikat budur.

Böylesi toplumlarda ilim, bilim, hür düşünce gelişmez, gelişme ve ilerleme olmaz, teknoloji ve medeniyet seviyesine asla ulaşılamaz.

Bu tip toplumlarda kutsanmış kişilikler, uydurulmuş mit ve mitoslar, hikâye, masal, menkıbe, rüyâ ve rivâyetler mebzûl miktarda vardır.

Bu toplumlarda dinsel ve sınıfsal yapı olarak çeşitli gruplar bulunur. Bu tam bir feodalitedir. Her grubun bir putu, totemi, miti ve mitosu vardır. Bunlar kutsanmış ve dokunulmazdırlar. Hiçbir şekilde bunları eleştiremezsiniz. Sizi hemen aforoz ederler ya da psikolojik baskı altına alırlar.

Bu bağlamda bu toplumlarda kutuplar, gavslar, hazretler, şeyhler, efendiler, mehdiler, mesihler, sultanlar, paşalar, ağalar, beyler, derebeyler hiç eksik olmaz. Bunlarla ilintili ve bağlantılı olarak meyyitleşmiş müritler, mankurtlaşmış beyinler, kararmış ruhlar, köleleşmiş marabalar da hiç eksik olmaz. Bunlara dokunursanız yanarsınız.

Hâlbuki akıl ve bilim emreder ki, bu dünyada eleştirilemez, sorgulanamaz, yargılanamaz hiç kimse ve hiçbir kavram yoktur, olmamalıdır. Düşünce hürriyeti ve mantık bunu gerektirir.

Kaldı ki, Allah’tan başka hiç kimse bundan müstağni değildir. Allah bütün bunları yapmamıza zâten kendisi müsaade ediyor ve böyle yapmamızı istiyor. Yoksa onlarca, yüzlerce yerde (Kur’ân’da) “Hiç düşünmüyor musunuz?”, “Hiç akletmiyor musunuz?”, “Hiç tefekkür etmiyor musunuz?” der miydi?

Dolayısıyla gerek feodal yapıların (aşiretçi-kavmiyetçi bedevî gruplar), gerek dinsel yapıların (eklektik ve eklemlenmiş gelenekçi dînî gruplar), gerekse de ideolojik yapıların hüküm sürdüğü ve hükümran olduğu toplumlarda tabulaştırılmış ve kutsanmış şahsiyetlerin ve kavramların bulunması son derece tabiîdir.

Ve aynı zamanda bunlar eleştirilemez ve sorgulanamazlar da. Çünkü kutsanmışlardır.

Bu, teolojide de böyledir, ideolojide de böyledir, fiiliyatta da böyledir.

Çünkü bu bir zihniyet meselesidir. Bu toprakların ve geçmişte skolastik bir dönem yaşayan karanlık Orta Çağ Avrupa’sının yüzyıllardır içine düştüğü durum da buydu. Koyu ve karanlık Katolik dünya bundan ancak Protestanlıkla kurtuldu. Akabinde Rönesans ve Reform hareketleri, Aydınlanma Çağı, Sanâyi İnkılâbı ve diğerleri geldi.

Eğer tabulara ve kutsanmış kişiliklere dokunulmasaydı Avrupa’nın bilimde, endüstride, ekonomide, teknolojide, hür düşünce ve insan haklarında bu seviyeye gelmesi asla mümkün olmazdı.

Bu bakımdan bizde de benzer şeylerin yapılması lâzım. Sakın yanlış anlaşılmasın, bizim dinimiz ve târihimiz özünde Batılılardan çok daha temizdir. Başka bir deyişle, bizim Kur’ân merkezli din anlayışımız çok sağlıklıdır. Ancak bizdeki açmaz şudur: Kur’ân mehcûr bırakılarak (kendi hâline terk edilerek) feodaliteye ve bedevîliğe kapı aralanmıştır. Bu kapı aralanınca İsrâiliyattan tutunuz da ruhbanlık ve Hint mistisizmine varıncaya kadar her şey bu kapıdan rahatlıkla içeriye girmiştir. Bununla birlikte, yaşayan Müslümanlık olarak kültürel ve geleneksel bir yapı ister istemez kaçınılmaz hâle gelmiştir.

Yoksa bizim dinimiz özünde ilmi, bilimi, düşünmeyi, araştırıp sorgulamayı, çalışmayı, üretmeyi, insan hak ve hürriyetlerine saygıyı, emeği yüceltmeyi, adâlet ve ahlâklı olmayı emrediyordu. Sorun; anlayış, kavrayış, yaşayış ve uygulamada idi.

Dolayısıyla bu toplum kutsanmış kişi ve kavramlardan kurtulmadan, onları yüceltip “ilâh” edinme anlayışını terk etmeden, “dokunulamaz” hikâyelerini rafa kaldırmadan, kutsanmış eşyaları, nesneleri bir tarafa koymadan, âyinsel törenler ve yüceltilmiş ritüelleri bir kenara bırakmadan, düşünen beyinlere saygı duymadan, sansürcülükten vazgeçmeden, “-izm”lerle dans etmeyi bir kenara bırakmadan bu sorunlardan kurtulmayı ve bir yere varmayı başaramaz. Hâlbuki Allah biz insanlara, “Ulularınızı Rab edinmeyin” diyordu. Biz ise bu emre karşı geldik ve ihânet ettik.

Aklın, bilimin önderliğinde ve Kur’ân’ın rehberliğinde nice “İslâm İnsanlık Medeniyetleri” kurma düşünce, hayâl ve ideâliyle…