“KAZANDIĞIN onca mal mülk,/
Hepsi olur sırtına yük./ Ömür dediğin bir günlük;/ Oğul, neyin derdindesin?”
Zamane insanının en büyük ve en popüler hastalıklarından
biri depresyon. Kime dokunsanız bin ah işitiyorsunuz. Neredeyse her iki kişiden
biri bu amansız hastalığın pençesinde. Ağlayanlar, inleyenler, söyleyenler...
Bu illetten kurtulmak için herkes bir yerlerde çare arıyor. Psikologların,
psikiyatristlerin önü kuyruk olmuş. Adım atacak yer yok. Kiminin çocukluğuna
iniliyor çare için, kimine kutu kutu ilâçlar reçete ediliyor. Hatta son
zamanlarda hangi TV kanalını açsanız bu konuyu işleyen bir dizi veya program
karşılıyor sizi. Onları izleyip izleyip, “Tam da beni anlatıyor” demeyeniniz
kaldı mı, bilmiyorum. Şunun da altını çizmeden geçmeyelim: O dizilerdeki
karakterlerin rahatsızlıklarına 3-5 bölümde derman bulunuyor fakat gerçek
hayatta işler hiç de öyle değil. Bir kere bu derde tutulmayagör!
Bir sorunu çözmek istiyorsak, onun kaynağına, temeline,
başlangıç noktasına gitmemiz, asıl etkeni tespit etmemiz ve doğru reçeteyi
yazmamız gerekir. Söz konusu bu “moda” hastalığın kaynağını da kendimizde
arayarak işe başlayabiliriz. “Ben bu hâle nasıl geldim?” sorusu, iyi bir
başlangıç olabilir. Bu soruyu cevaplandırmanızda yardımcı olacak birkaç ipucu
vermek istiyorum affınıza sığınarak:
Kendinize çok dikkatli bir şekilde bakın ve bağlarınızı
görmeye çalışın. “Bağlarımız mı?” sorunuzu duyar gibiyim. Evet, bağlarınız… Şu
binbir hırsla elde ettiğiniz altınlarınız, gümüşleriniz, malınız mülkünüz, evlâtlarınız,
eşleriniz, işleriniz ve daha neler neler... Tüm bu saydıklarım bize güç, kudret
veren unsurlar olarak görünür. Elbette bunlar gereklidir fakat o ince çizgiye
dikkat edilmezse hepsi sizin için birer ayak bağına dönüşüp yol engeli olabilir.
Önce, “Hepsinden yeteri kadar olsun, hayatımı idame ettireyim” diye yola
çıkarsınız, sonra “Bir daha! Bir daha!” dedikçe sayısını ve sınırını
unutuverirsiniz. Kışlık eve yazlığı eklersiniz, bir olan arabayı ikiye çıkarmak
için kendinizi paralarsınız, çocuklarınızı en pahalı okullara gönderebilmek
için onların yüzünü göremeyecek hâle gelirsiniz. Âdeta hırslarınızın tutsağı
olursunuz. Bu tutsaklık da sizi, adına “depresyon” dediğiniz o girdaba
sürükler. Battıkça batarsınız. Oysa kazandığımız onca mal mülk, bir zaman sonra
sırtınıza ellerinizle yüklediğiniz kaldırılmaz ağırlıklara dönüşür. Bu
ağırlıklar da sizi her daim sıkıntıya sokar.
Bu gelip geçtiğimiz dünyayla bağlarımız, ona karşı
hırslarımız ne kadar artarsa, özgürlüğümüzü, hayatın tadını, asıl gayesini o
kadar kaybederiz. Sonra ne olduğunu bile tam bilmeden “hürriyet” çığlıkları
atarız sokaklarda. Bu dünyadan bir “iğneyi” bile götüremeyeceğimizi hatırlasak,
kendimize hatırlatsak, asıl hürriyete ulaşacağız oysa…
“O deniz testiye dolmaz,/ Hâddinden fazlasın almaz,/ Dünya fani, sana
kalmaz./ Oğul, neyin derdindesin?”
Yukarıdaki dizelerde çizilen tabloyu görebiliyor musunuz?
Elimizde birer testi, önümüzde uçsuz bucaksız bir deniz, ha bire denizi testiye
doldurmak için çırpınıyor, kan ter içinde kalıyor, battıkça batıyoruz. Güya akıl
bahşedilen yegâne varlıklarız. Fakat denizin testiye dolmayacağını bile akıl
edemiyoruz. Fuzuli bir uğraş içindeyiz. Amacımız denizi testiye doldurmak
olmasa, gözümüzü bu tamah ve hırsla karartmasak, testiyi denize tutmanın yegâne
çözüm olduğunu görebileceğiz.
Çoğu zaman dünyanın fâni olduğunu, kimseye kalmayacağını
unutuyor, “Hep bana! Daha çok bana! En çok bana!” diye diye depresyonun
kollarına kuzu kuzu bırakıyoruz kendimizi. Hadi soralım kendimize bir günlük
rızıktan başkasına ihtiyacımız olmayan bu güzergâhta: “Oğul, neyin derdindesin?”
“Bunca hırs, tamah niye/ Dünyaya gelmişiz diye?/ Belki bugün ikindiye…/ Oğul,
neyin derdindesin?”
Bir dakika sonramızı bile bilemezken yıllar sonrasının
plânlarını yapıyoruz. Önümüze aşılması, ulaşılması imkânsız amaçları dağ gibi
sıralıyoruz. Sonra kaptırıyoruz kendimizi bu hırs ve tamaha. Sanki dünyayı bize
vereceklermiş gibi… “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için” çalışmayı yanlış
anlıyoruz. Daha doğrusu eksik! “Yarın ölecekmiş gibi ahiret için” düsturuyla
birlikte düşünsek ve bu bilinçle hareket etsek her şey kendiliğinden çözülecek
ve su, yolunu bulacak. Unutmayın, geldik, gidiyoruz ve bu dünya kimseye kalmayacak.
Sizi o girdaba çeken, uykularınızı kaçıran bütün nedenleriniz burada kalacak.
“Kanaat etmeyen aza,/ Kuyusunu kendi kaza./ Tükendim bak yaza yaza,/ Oğul,
neyin derdindesin?”
Kanaat, elinde bulunanla yetinmesini bilmek, yetingen
olmak demektir. Yani günümüz insanında eksik olan en önemli özelliklerden…
Şükrü unuttuğumuz için her geçen gün biraz daha kanaatsiz varlıklara
dönüşüyoruz. Sahip olduğumuz hiçbir şey bizi tatmin ve mutlu etmiyor artık.
Gözümüz hep başkalarının sahip olduklarında. “Onda varsa bende nasıl olmaz?”
fikri bir kurt gibi kemiriyor içimizi. Âdeta kendi kuyumuzu kendimiz kazıyoruz.
Sonra da o dipsiz kuyulardan çıkabilmek için birilerinin el uzatmasını
bekliyoruz bîçare.
“Yağmur aynı, sonu farklı;/ Zehir üretir yılan aklı./ Söyle bana, kimdir
haklı?/ Oğul, neyin derdindesin?”
Şu iki örnek, içinde bulunduğumuz durumu ne kadar da
güzel özetliyor: Sedef dediğimiz hayvancık, her yılın belli döneminde denizin
dibinden yukarı doğru çıkıyor ve kendini ikiye ayırıyor. Sonra başlıyor
nasibini beklemeye. Kısmetine razı olup kanaatkâr davranırsa ödülü büyük. O
eşsiz inci için tek bir yağmur damlasını alıp dönmesi kâfi. Fakat hırslarına
yenik düşüp hakkından fazlasının peşine düşmeye kalkarsa evdeki bulgurdan da
oluyor. Durum biz gafiller için de aynı değil mi? Elimizden geleni yapıp,
tevekkülümüzü edip, sonra kanaatkâr davranabilsek dünyanın en mutlu, en
huzurlu, en depresyonsuz insanları olacağız. Gel de bunu anlat şu doymak bilmez
nefislerimize!
“İnci ki sedefe lâyık,/ Yükledikçe batar kayık./ Gafil olma, ol sen ayık./ Oğul,
neyin derdindesin?”
Bir rivayete göre sedefin su yüzüne çıktığı aynı tarihte
yılan yavruları da yağan Nisan yağmurlarına ağız açarlarmış. Sedefte inciye
dönüşen damlalar, yılanda birer zehir oluyor. Yani herkes lâyık olduğuna
erişebiliyor. O yüzden layığımızı aramalı, kayığımıza kaldırabileceği kadar ve
cinsten yük yüklemeliyiz. Sonra maazallah, kayıkla birlikte biz de suda
çırpınırken buluruz kendimizi. O vakitten sonra hiçbir ilâç, hiçbir öğüt,
hiçbir yiğit kurtaramaz bizi.
“Ateşten gömlek giyersin,/ Giydikçe kararır nefsin./ Ziyandasın, sen
bilirsin./ Oğul, neyin derdindesin?”
Şiire “aşkın dil(i)” demiştik bir yazımızda. Bu dizeler
de bize bunu açık seçik gösteriyor. Buradaki “ateşten gömlek” tabiriyle
kastımız, dünyalık olan her şey. Hırslarımızla elde ettiğimiz malımız mülkümüz,
paha biçilmez kürkümüz... Onların hepsi birer ateşten gömleğe dönüşüp
bedenimize, ruhumuza, benliğimize yapışıyor ve yaktıkça yakıyor bizi.
Giydiğimiz her bir gömlekle nefsimiz bir kat daha kararıyor. Tutsaklığımız bir
merhale daha artıyor. Can cevherimiz, beden kafesinde azatlık için çırpındıkça
çırpınıyor. Ziyanda olduğumuzun farkındayız üstelik. Gömleği yırtıp atmak da
elimizde. Lâkin bize engel olan görünmez zincirlerimiz var. Bize bir tabîb lâzım.
“Aşk tabîbdir, sen bir hasta./ O kuş, kafesteyken yasta./ Bir selâm sal o
hoş dosta./ Oğul, neyin derdindesin?”
En başından beri söylüyoruz, bizler derdine derman arayan
gönül hastalarıyız. Hastalığımızın adına ne derseniz deyin artık. Bize merhem
olacak tek bir tabîb var, o da “aşk”. O öyle bir tabîbdir ki hiç kimseye
benzemez. İnsan ona bir kez rast gelirse, hem ruhu, hem de bedeni sağlığına
kavuşur. Ancak bu tabîb sayesinde üzerimizdeki ateşten gömlekleri yırtıp feraha
ulaşabiliriz. O bize kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi, esas gayemizi,
sonunda nereye varacağımızı gösterir. Kendi ellerimizle ördüğümüz kafeslerde tutsak
olan can kuşlarımızı onunla azad edebiliriz. Onunla özümüzdeki cevhere ulaşıp
asıl zenginliği tadabiliriz. O gelirse kötü olan, fena olan, bize zarar veren
her şey çekip gider. Ortada ne depresyon kalır, ne hırs, ne yok, ne yokluk.
O vakit bir selâm salalım o hoş dosta. Gelip bu
kuyulardan çıkarsın, birer sultan eylesin bizi. Arayıp bulalım ona götüren her
izi…