Sykes-Picot’tan bugüne Fransa’nın Suriye’deki etkisi (2): Fransa’nın iştahı

Eğitime binlerce frank harcadılar ve bunun semeresini fazlasıyla aldılar. Fransa’ya gönülden bağlı bürokratlar yetiştirdiler. İhtimâl, bugünkü çeşniliğin tohumları o yıllarda atıldı. Arap milliyetçiliğinin önemli isimlerinin Fransa kontrolündeki Lübnan ve Suriye topraklarında yetiştirildiği o yıllarda önemli bir şey oldu: “Sykes-Picot Anlaşması” imzalandı…

SYKES-Picot Antlaşması ile Fransa’ya bırakılan Suriye eskisi gibi sömürge ülkesi olmasa da(!), Fransa’da değişen yeni bir şey yok…

Yürüttükleri güncel dış politikaları itibariyle İslâm dünyası ve Suriye ile ilgili geleneksel yaklaşımları dün olduğu gibi bugün de belli: Dünyada söz sahibi olan gücün içinde yer alma ideali…

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra esmeye başlayan “Soğuk Savaş” rüzgârlarında, BM’de veto hakkına sahip olmasının yanı sıra nükleer gücü ve AB’deki pozisyonuyla müttefiki ABD’den hep ayrı hareket eden Fransa, savaş sonrası güncellenen politikasıyla yeniden etkili bir güç hâline gelmek için “Batı’nın sorun çıkaran ülkesi” olmaktan çekinmekle kalmadı, tek kutuplu bir dünya kurma hayâli kuran ABD projelerine karşı çıkmaya başladı.

De Gaulle’nin “etkili güç olma” politikası, üç çeyreklik bir zamandan sonra Sarkozy tarafından yeniden dillendirildiğinde, takvimler 23 Eylül 2008’i gösteriyordu.

Sarkozy’nin BM Genel Kurulu’nda gerçekleştirdiği konuşmada, “Elde ettiğimiz bütün başarıların, geçirdiğimiz bütün krizlerin etkisiyle yeni bir dünya doğmaktadır. Bu yeni dünyayı beraberce inşâ etmeliyiz” şeklindeki cümlenin mesajı açıktı: Fransa, güç dengesini elinde bulunduranlardan pay istiyordu!

Gerek savaş öncesi, gerek savaş sırasında -ki bunlardan en önemlisi, ABD’nin savaş sonrasında Irak’ta uygulamaya soktuğu “ulus inşâsı projesi” ve “kalıcı” bir düzen için sarf edilen çabaların bir benzerini kapsayan imar dönemidir- pastadan hakkına düşen dilime ağzı şimdiden sulanıyordu.

ABD ile “uyumlu aktif dış politika”ya geçiş

Çok geçmeden Sarkozy dönemi sona erdi ve Mayıs 2017’de yapılan seçimlerde yerine Macron geldi. Üç ay sonra büyükelçilere yönelik yaptığı konuşmada, ABD ile uyumdan bahsetti Macron ve DEAŞ’ı düşman olarak niteleyerek, Irak ve Suriye’de kalıcı barıştan yana tavır koydu.

Bu konuşma, Fransa’nın ABD ile “uyumlu aktif dış politika”ya geçtiği şeklinde yorumlandı.

Fransa, Napolyon’un Mısır’a düzenlediği seferlerden beri, “Haçlı mantığı” ile yaklaştığı İslâm dünyasını hep Avrupalı büyük bir gücün sömürgeci ve emperyal politikaları çerçevesinde algılamıştır.

Fransız politikalarının en önemli özelliği, tekdüzelikten uzak oluşudur. Bir ülke ile yürütülen dış politikada diğer ülkelerin “etken” gücünü ve tepkisini de dikkate alırlar. Örneğin Arap dünyası liderleri ile dostane ilişkiler yürütürken, çok kutuplu uluslararası sistemin “süper gücü” diye anılan dengeden yararlanarak ABD hegemonyasını yıkmaya yahut kırmaya yönelik adımları da beraber atarlar.

Fransa bu yüzden olsa gerek, Amerika’nın Orta Doğu’ya yönelik olası monolitik politikalarına pazu kuvvetine güvenerek karşı durma gayreti içinde bulunmuştur.

19’uncu yüzyıla girildiğinde, dünyayı kasıp kavuran milliyetçilik ve sekülerizmin İslâm dünyasında yayılmasını sağlayan ve kendisine bağımlı “elit” bir sınıf yetiştiren, Fransa’dan başkası değildi. Aynı Fransa, yüz yıllık kuluçka dönemini müteakip, sekülerizmin yanında ulusalcı sosyalizmi de yaymaya başlamıştı.

Suriye sahasında en eski Batılı güç

Dönem itibariyle, Haçlı ordularının en önemli gücünü “Franklar” meydana getiriyordu. Bu güç, Fransa’nın Suriye’yi hak etmesi için de bir gerekçe sayılabilirdi ama Zahir Baybars’ın Haçlı ordularını hezimete uğratmasıyla Akdeniz’de Frank varlığı sona ermişti.

Savaşarak sonuç elde edemeyeceğini anlayan Fransa, “son Haçlılarla” birlikte terk ettiği Suriye topraklarına 17’nci yüzyıldan itibaren yürüttüğü misyonerlik faaliyetleri üzerinden yerleşti.

Bir de kurnazlık gösterdi: Osmanlı’nın kapitülasyon politikalarını suiistimal etmek…

Sadece Suriye değil, hemen yanı başındaki Lübnan’da bulunan Hıristiyan azınlıklar ile ticârî, kültürel ve siyâsî ilişkiler kurdu. 19’uncu yüzyıla gelindiğinde Osmanlı bir hayli zayıflamıştı. Toprak ve nüfuz kaybı yaşamaktaydı. Fransızlar ise bu zayıflığa Fransız kalmayarak, Doğu Akdeniz sahillerinde konuşlanan önemli bir güce dönüşmüşlerdi.

Müslümanları bölerek yenmek

Netîce itibariyle Fransa, Haçlı tecrübesine sahipti ve dilinde olmasa da aklında “Müslümanları bölerek yenmek” politikası vardı. Nedendir bilinmez, ama Fransızların istilâ sürecinde “ümmet bakiyesi” olarak tarif edilen Suriye Arapları ve Kürtleri ile yıldızı bir türlü barışmadı. Bunun üzerine kendi politikalarına ses çıkarmayan ve itaat kültürü ile hareket eden Hıristiyanlar ile Nusayrileri Suriye ulusuna dâhil etme yöntemini benimsediler ve bunda başarılı oldular.

İktisadî olarak söz sahibi olduğu bölgede liman, rıhtım, su, hava gazı ve buharlı tramvay şirketleri ile ipek üretimi yapan fabrikalar kurdular. Bununla da yetinmediler, eğitim ve sağlık alanında baskın politikalar ürettiler.

Eğitime binlerce frank harcadılar ve bunun semeresini fazlasıyla aldılar. Fransa’ya gönülden bağlı bürokratlar yetiştirdiler. İhtimâl, bugünkü çeşniliğin tohumları o yıllarda atıldı. Arap milliyetçiliğinin önemli isimlerinin Fransa kontrolündeki Lübnan ve Suriye topraklarında yetiştirildiği o yıllarda önemli bir şey oldu: “Sykes-Picot Anlaşması” imzalandı…

1916’da imzalanan antlaşma ile Fransa, Suriye’ye istilâcı olarak yerleşen bir ülke olmuştu.

Kutü’l-Amâre’den Sykes-Picot Anlaşması’na

Osmanlı’nın üç kıtada hüküm sürdüğü yıllar geride kalmış, Birinci Dünya Savaşı patlak vermişti. Atlı süvarilerimizin iz bıraktığı topraklarda ölüm kalım mücadelesi veren Osmanlı, 29 Nisan 1916 tarihindeki Kutü’l-Amâre Kuşatması sonrasında İngiliz kuvvetlerini bozguna uğrattı.

Bu olayın üzerinden yaklaşık iki hafta geçmiştir, takvimler 16 Mayıs 1916’yı gösterdiğinde, Büyük Britanya ve Fransa arasında “gizli” bir anlaşma yapıldı ve dört ay sonra da Rusya tarafından onaylandı. Amaçları, Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu’daki topraklarını paylaşmaktı.

Osmanlı’yı yatağa mahkûm eden ve fişini çekmeye kararlı olan ülkeler arasında yer alan İngilizler, savaşın başından beri Arap yarımadasında Osmanlı karşıtlığıyla ün yapan Mekkeli Şerif Hüseyin’i destekliyorlardı.

Irak ve Filistin toprakları üzerinde kendisine bağımlı bir Arap devletini kurma amacındaydı İngiltere ve bu amaç doğrultusunda Mekke Şerifi Hüseyin ile Mısır’daki Britanya Yüksek Komutanı McMahon, gizlice görüşmelere başlayarak kendi aralarında gizli bir antlaşma imzaladı. Fransa, bu gizli plândan haberdar oldu ve karşı çıktı. Britanya üzerinde kurduğu baskı sonuç verdi ve yeni bir antlaşmanın yapılmasını sağladı.

1915’in Kasım ayında başlayan ilk görüşmeleri yürütecek isimler belirlendi. Fransa cenahındaki isim, François Georges-Picot’tu.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Beyrut’ta Fransız Konsolosluğu, 1915 yılında ise Fransa’nın Londra Büyükelçiliği’nde siyâsî danışman olarak görev yapmaktaydı Picot.

Büyük Britanya İmparatorluğu’nun özel temsilcisi ise, Dışişleri Müsteşarı Sir Harold Nicolson’du.

Bugün dünya gündeminin birinci sırasına yerleşen Suriye’nin geleceğini ve statüsünü belirlemeye yönelik gerçekleştirilen görüşmelerde tıkanıklık baş göstermiş ve kesintiye uğramıştı. Devreye, Britanya Savaş Bakanı Lord Kitchener’in Orta Doğu İşleri Danışmanı, aynı zamanda milletvekili ve yarbay olan Sir Mark Sykes girmişti.

Sykes, Picot ile işe koyuldu ve hızla sonuç aldılar. İkilinin uzun soluklu çalışmaları 1916 Ocak ayında semeresini verdi ve ortaya ortak bir plân çıktı.

Gizli plânın üzerinden 15 ay geçmişti. Hazırlanan taslağa ilk imzayı Britanya ve Fransa atmış olsa da bu antlaşmanın yürürlüğe girmesi için üçüncü bir ülkenin daha onayına ihtiyaç vardı. O ülke, bugün Suriye’de Türkiye’ye karşı rejimi destekleyen Rusya’dan başkası değildi…