Sykes-Picot V.02

Anlaşmada bahsi geçen milyar dolarların tamamı, Müslüman ülkelerin kasalarından çıkacak. Yüz yıl önce Ulu Hakan Abdülhamid Han, Osmanlı’nın tüm dış borçlarının ödenmesi karşılığında ve başına gelecekleri az çok bildiği hâlde Filistin’de bağımsız bir Yahudi devleti kurulmasına müsaade etmemişti. Lâkin bugün Suudi Arabistan, BAE ve Mısır gibi Müslüman (!) ülkeler, bağımsız İsrail Devleti’ni kurmak için birbirleri ile yarışmakta. Ne kadar kahredici! Ne diyebiliriz ki? Geri dön ey Osmanlı!

“Beş vakit Istanbul’um boydan boya zikreyler,

Seng-i mezarlar bile yaşamayı fikreyler…”

(K.G.)

***

PEK Muhterem Kari,

Geçmişin izlerini takip ettiğim bir gün, yolum Çırağan Sarayı’na düşmüştü. Sarayın balkonunda oturmuş, bir taraftan yorgunluğumu atarken bir taraftan da önümde kıvrıla kıvrıla uzanan Boğaz’ın güzelliklerini temâşa etmekteydim.

Az ileride solumda Boğaz Köprüsü, hemen ayağının dibinde Cennet Mekân Abdülhamid Han’ın son yıllarını geçirdiği Beylerbeyi Sarayı, sağa doğru kafamı çevirdiğimde Fethi Paşa Korusu ve az ilerisinde, Üsküdar’da Koca Sinan’ın çıraklık eseri Mihrimah Camii, devamında bir görünüp bir kaybolan Kız Kulesi, arada bir süzüle süzüle yol alan kuru yük gemileri, kıyıya yakın geçen tur tekneleri, boğazın sularını yalayarak uçan yelkovan kuşları ve illâ da boğazın beyaz konfetileri martılar…

Bu tefekkür hâlinden Küllî İrade’nin daveti, öğle ezanının sesi ile uyanabildim ancak. Davet, hemen sarayın arkasında bulunan Küçük Mecidiye Camii’nden geliyor olmalıydı. Telâşsız adımlarla davete icabet etmeye yöneldim. Sarayın cümle kapısından çıktığımda cüz’î irademin karşısında iki ihtimâl duruyordu: Gotik mimarisi ile hemen karşımda duran Küçük Mecidiye Camii ya da biraz sağda ve yukarıda bulunan Yahya Efendi Türbesi… İkincisini tercih ettim.

Cemaate yetişmek üzere adımlarımı hızlandırdım. Abdest tazeleyip camiye girdiğimde gri cübbeli, yeşil sarıklı ve beyaz sakallı imamın arkasındaki sıralanmış cemaat, farzın üçüncü rekâtındaydı. Hemen son safa dâhil oldum.

Son sünnete niyet ettiğim sırada imam tesbihat için cemaate dönmüştü ve işte o anda göz göze geldik. İki rekâtlık son sünnet, teravih kadar sürdü sanki. Bu kadar yaklaşmışken kaçıramazdım Efrasiyab’ı, bu kez olmazdı...

Cemaatin dağılmasını bekledim. Beklediğim bir şey de, ihtiyarın bir punduna getirip yine beni atlatmasıydı, lâkin bu kez öyle olmadı. Sakin bir şekilde mihraptan kalktı, mescidin hemen arka kısmında bulunan Yahya Efendi’nin sandukası ile camiyi ayıran pirinç parmaklıkların önünde diz kırdı, oturdu. Hemen sağına ve biraz gerisine doğru da ben... Birlikte el açıp duâ ettik.

Aslında yaptığım, üç İhlâs, bir Fâtiha’dan sonra Efrasiyab’ın içinden ettiği ama benim de bir şekilde duyabildiğim dualara “Âmin” demekten ibaretti. Duâ bitince hafifçe sağına döndü ve yeniden göz göze geldik. “Sor evlât!” dedi dudağını bile kımıldatmadan ve devam etti: “Lâkin sorularını sadece ben duyayım.

Suallerimi ve aldığımı sandığım cevapları bir sonraki yazımıza bırakıp Sefîne-i Tayy-i Zaman’ı çalıştıralım dostlar…

Deveran başlasın!

***

Bu ayki seyahatimizde Londra’dayız. Takvimler 16 Mayıs 1916’yı göstermekte

Piccadily Line üzerinde bir otelin toplantı salonundayız. Kırk mumluk ampullerin cılız ve titrek ışıklarının aydınlatma çalıştığı kasvetli salonun duvarlarında ışıklar ve gölgeler raks etmekte. Salonun ortasında geniş ve uzun bir ceviz masanın çevresindeki barok sandalyelerin ayaklarından gelen gıcırtılar, birbirine karışan İngilizce ve Fransızca konuşmaların kakofonisine eşlik ediyor.

Masanın üzerinde bir Ortadoğu haritası var. Aslında düzeltmeliyim, Osmanlı Devleti’nin haritası o… Üzerinde epeyce çalışıldığı yazılmış ve silinmiş notlardan, birbirine karışan çizgilerden belli olan yorgun harita, birazdan bir antlaşmanın eki olacak.

Salondaki bu telâşeyi izlerken tarih şeridini biraz geriye saralım istedim. Birleşik Krallık, “Hasta Adam” Osmanlı Devleti karşısında bu masa kurulmadan sadece 17 gün evvel Kutü’l-Amâre’de ve iki ay önce de Çanakkale’de tarihlerinin en ağır mağlûbiyetlerini tatmıştı. O yüzden bu masadan anlaşmış olarak kalkmak kendileri için elzemdi.

Şeridi yedi yıl kadar daha geriye sararsak da, Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesine, Ulu Hakan’ın İstanbul’da “misafir ettiği”, aslında kibarca alıkoyduğu Şerif Hüseyin’i, İttihad ve Terakki’nin ülkesine göndermesine yani sonun başlangıcına şâhitlik edebiliriz. Şerif Hüseyin, İngilizlerle anlaşıp Arap yarımadasının çok kısa bir süre içerisinde Osmanlı’nın elinden kaymasında önemli roller üstlenecektir.

Masadaki harita bir sağa, bir sola kayadursun ve kâtipler harita üzerindeki notlara göre antlaşma metnini İngilizce ve Fransızca olarak yazadursunlar, bizler de tarih şeridinde biraz da ileriye, 1918 Eylül’üne gidelim…

Tarih kitapları “Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar yenildiği için yenik sayıldık” yalanını terennüm ededursunlar, biz buradan bir hakikati dillendirmiş olalım. Hayır, bal gibi yenilmiştik! Bir gün Filistin Cephesi’ne de seyahat etmeyi düşündüğüm için fazla tafsilata girmek istemiyorum, lâkin 7’nci Ordu’nun bilgi vermeden ricat kararı alması ve bu boşluktan İngiliz ordularının saldırması sonucu Filistin Cephemiz çökmüş, “Hasta Adam” iken bile İngilizlere tarihinin en acı hezimetlerini tattıran Osmanlı Devleti, bu çöküş sonrasında kendisini Mondros masasında bulmuştur.

Bu kısa hatırlatmalardan sonra tekrar Londra’ya dönelim dostlar…

Ceviz masanın üzerine yeni bir harita getiriliyor, eski haritadaki pazarlıklarla şekillenmiş çizgilerin yerine yenileri itina ile çekiliyor ve Osmanlı’nın Orta Doğu toprakları, İngiliz ve Fransızlar arasında düzenlenen bu gizli antlaşma ile paylaşılıyor. Bugünkü sınırlarla konuşacak olursak Suriye (hattâ Diyarbakır, Sivas, Adana ve Mersin hattı) Fransızlara, Irak ve Doğu Arabistan kıyıları İngilizlere bırakılıyor. Filistin’de ise göstermelik uluslararası bir yönetim kuruluyor kurulmasına ama İsrail Devleti için o günden rezervasyon yapılıyor hâddizatında...

Bu masanın -ve haritanın- aslında bir ortağı daha vardı: Trabzon’dan Van’a kadar Doğu Anadolu’nun teslim edileceği Rusya… Ancak Rusya’nın başı Bolşevik Devrimi ile dertte, o yüzden bu masa ile ilgilenebilecek durumda değil. Zaten bu gizli anlaşmadan dünyanın ve Osmanlı’nın haberi, imzalar atıldıktan bir yıl sonra Lev Troçki’nin antlaşmayı İzvestiya gazetesinde faş etmesiyle olabilecektir.

Antlaşma metinleri her iki taraftaki monokl gözlüklü ve fötr şapkalı misterler ve mösyöler tarafından son kez gözden geçiriliyor. Önce antlaşmalar Mark Sykes ve François Georges-Picot tarafından imzalanıyor; ardından Büyük Britanya adına Dışişleri Bakanı Edward Grey, sonrasında Fransız diplomat Paul Cambon tarafından imzalanarak kırmızı kadife kaplı dosyalar, taraflar arasında el değiştiriyor.

Bu gizli antlaşma o günden bugüne, müzakere mimarlarının adıyla Sykes-Picot Antlaşması olarak anılmakta. Ve o günden bugüne -yani Osmanlı’dan sonra- o topraklarda acı, gözyaşı, kan, zulüm, keder ve kahır hiç eksik olmadı.

Alkışlarla birlikte salonun kapıları açılıyor ve temiz hava ile birlikte içeriye şampanya kadehleri bulunan tepsiler giriyor. Bizim için artık dönme vaktidir.

***


104 yıl sonra, bugün…

Orta Doğu toprakları için, arasında o toprakların gerçek sahiplerinin bulunmadığı yeni bir anlaşma yapılıyor. Ama bu kez kapalı kapılar ardında ve gizli kapaklı değil, açık açık, göstere göstere!

Anlaşmanın tarafları ABD ve İsrail, Filistin’i ve Filistinlileri yok sayarak bölgeye barış, özgürlük, kalkınma ve refah vaat ediyorlar süslü beylik cümlelerle. “Yüzyılın Anlaşması” denen bu anlaşmanın önümüzdeki yüzyıl için bölgeye getirecekleri, önceki yüzyıldan farklı olmayacaktır şüphesiz. Acı olan şu ki, bunu gören ve buna itiraz edebilen tek Müslüman ülke, Türkiye!

Sykes-Picot Antlaşması’nın aksine, yüz yıl sonra ABD’nin böyle bir anlaşmayı göstere göstere açıklayabiliyor olması, dönemin İngiltere’sinden çok daha güçlü olduğu için değil muhakkak. O günün Osmanlı Devleti, “Hasta Adam” iken bile bir gücü temsil ediyordu. Bu güç, sadece askerî ya da siyâsî bir güç değildi.

Osmanlı Devleti’nin elinde, gerektiğinde dalgalandırılmaya amâde bir Hilâfet sancağı vardı. Bugün Müslüman devletler darmadağın, çoğu birbiri ile düşman ve yönetimlerinde Batı’nın kuklaları oturuyorlar. Böyle bir anlaşma sonrasında bile bırakınız “gık” demeyi, bu anlaşmanın finansörü durumundalar.

Anlaşmada bahsi geçen milyar dolarların tamamı, Müslüman ülkelerin kasalarından çıkacak. Yüz yıl önce Ulu Hakan Abdülhamid Han, Osmanlı’nın tüm dış borçlarının ödenmesi karşılığında ve başına gelecekleri az çok bildiği hâlde Filistin’de bağımsız bir Yahudi devleti kurulmasına müsaade etmemişti. Lâkin bugün Suudi Arabistan, BAE ve Mısır gibi Müslüman (!) ülkeler, bağımsız İsrail Devleti’ni kurmak için birbirleri ile yarışmakta. Ne kadar kahredici!

Ne diyebiliriz ki? Geri dön ey Osmanlı! 

Kalınız sağlıcakla efendim…