Şüyusu vukusundan beter

Dilini sevmeyen, vatanını nasıl sevecek? Gayet tabiî, milletini de sevmez öylesi. Sevemez. Kulağınıza gelir, gelmiştir; Alman olmadığına, İngiliz, Fransız veya Amerikan olmadığına hayıflanır o tipler. Islah olma, yanlışını günün birinde fark etme, pişmanlık duyma ihtimâli var mıdır? Belki… Vardır inşallah. Nasipse, niye olmasın?

NE oldu paşinyan, çok mu şaşırtıcı geldi? O hâlde sen bu sözün aslını biliyorsun. Tebrikler!

(Burada “paşinyan”, artık özel isim olmaktan çıkartılmıştır. İlham Aliyev’in o sözü meşhur olduktan sonra, fikrimce bir deyim hâlini almış, “özel”liğini kaybetmiştir. O yüzden büyük harfle yazılmamış, deyimler arasında geçen sıradan bir kelime muamelesi görmüştür. Aliyev, Karabağ konusunda nasıl ki “Ben değiştirdim o sitatüskoyu” dediyse, bendeniz de paşinyanın “özel”liğini tanımamak gerektiğini ilân ediyorum, ettim.)

Başlıkta zikrettiğimiz sözün aslı, paşinyanın da bildiği gibi, “Şüyuu vukuundan beter” şeklinde. Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Lügati’ne bakalım: “Şüyu: Herkesçe duyulma, yayılma, bilinme./ Vuku: Olma, oluş.”

Şâir burada demek istiyor ki, gerçek olmayan bir işin dilden dile dolaşması, dedikodusunun yapılması, o hâdisenin gerçekleşmesinden daha kötü, daha zararlıdır. El-hâk, öyledir. Tabiî ufak bir ayrıntıya dikkat çekmek gerekir: Faydalı, iyi, olumlu işler için değil, aslı da söylentisi de zararlı olanlar kastedilir.

Faydalı, iyi, olumlu bir konunun gerçekleşmesinden önce (veya gerçekleşmediği, hattâ gerçekleşme ihtimâli hiç bulunmadığı hâlde) etrafta o tür sözlerin dolaşmasının kimseye zararı olmaz. Farz-ı misâl, “Bizim oğlan üniversite sınavına girmişti. Tercih yapmadığı hâlde Oksford’u kazanmış” diye bir dedikodu çıkardıysa komşulardan biri, bu lâkırdı ortalıkta dolaşmaktaysa (böyle bir şeyin aslâ gerçekleşme ihtimâli bulunmadığını akılda tutmak gerekir) kime ne zararı vardır? Hiç kimseye… Boş lâf olarak tedâvülde döner durur.

Esâsen, herhangi zararlı bir işin söylentisinin dilden dile veya kulaktan kulağa veya dilden kulağa yayılması (bakınız, sonuncusu daha isabetli tanım) “Şüyuu vukuundan beter” şeklinde söylenip yazılıyorsa, biz ne diye “Şüyusu vukusundan beter” diye yazdık?

Deyiverelim: Dikkati bir noktaya çekmek için!

“Nedir o nokta?” diye sorulursa, biz de deriz ki, “O nokta, mühim bir nokta!”. Kısaca, “Dilin önemi” diyelim. İncelikleri, güzellikleri, zenginliği… Azalıyor efendim. Çok azalıyor. Gittikçe… Günden güne… Hani, neredeyse kaybolacak. Geriye bir takırtı tukurtu kalacak.

Hâlbuki dilimiz güzeldir, hoştur, değerlidir. Değer vermek, güzelliğini yaşatmak ve mümkünse artırmak gerekir. Bu da üstüne eğilerek, önem vererek, yanlıştan kaçınmaya çalışarak olur.

Eğitim kadroları çoğu zaman şu tür tepkilerle karşılaşırlar: “Hocam, biz bu tür konuşmalardan bir şey anlamıyoruz. Daha sâde konuşur musunuz lütfaan?”

Ne diyelim? Her şeyden önce, “lütfan” değil, “lütfen”... Hattâ “lü” ile de değil, “lûtfen”…

“Biz bu tür konuşmalardan bir şey anlamıyoruz” çıkışı eğer mantıklı bir temele otursaydı, hiç kimse hiçbir bilgiyi öğrenemezdi. Meselâ, İngilizce hocası gelmiş fan fin fon konuşuyor. Tabiî olarak çocuklar, bilmedikleri dilden konuşan hocanın söylediklerinden bir şey anlamaz, anlayamazlar. O zaman bırak gitsin. İngilizce kalsın kaldığı yerde. Bir yes, bir de no, yeter! Her bir ders için geçerli bu durum. Fizik, kimya, matematik…

İşlenen her konu öğrencilere yabancı olduğundan, ilk başta ister istemez zorluk çekilecektir. “Olmuyor, anlamıyoruz” diye yoldan dönmek revâ mıdır? Kime ne kazandırır? Yerinde saymaktan beter olur, geriye gideriz.

*

Geçenlerde dört yaşında bir kızın yedi dil konuştuğunu ekranda gördük de şaşırıp kaldık. O küçük kız, yaşından fazla dili öğrenmiş de konuşuyordu. Hayret ve takdir birbirine karıştı. Öğrenme aşamalarında o cümleyi kullansaydı ya? “Ben bu konuşmalardan bir şey anlamıyorum” diye kestirip atabilirdi.

Bir hususu vurgulamak isterim; bizde öyle tepki gösterip tembelliğe duçar olanlar, yabancı bir dil değil, kendi lîsanları için itiraz mâkâmına geçiyorlar. O kadar kafa konforu fazla! Anlamadığın yer olursa sözlüğe bakacaksın. Hocadan daha ayrıntılı izah isteyeceksin. Anlamak için çaba sarf edeceksin.

Bakınız, biz de burada, sözün başında lügate başvurduk. Hem de Devellioğlu’na… Bir şey kaybetmedik, aksine kazandık. Durup dururken armut pişmez, kimsenin ağzına düşmez. Hem, zâten armut niye pişsin ki? Kastedilen, olgunlaşmak herhâlde… Lâkin armut da kendi kendine olgunlaşmaz. O da emek ister. Sürme, budama, çapalama, ilâçlama, toplama, taşıma… Ağacın altında hiçbir şey yapmadan ağzını açıp bekleyen, ömür boyu ağzı açık orada kalır.

*

Yabancı dillerin istilâsından kurtarmak için, lîsanımıza sâhip çıkmak bizim boynumuzun borcudur. Şakası yok! “Boyun borcu” demek de lâfın gelişi değil. “Gereğini yapmazsak boynumuz vurulur, vurulsa yeridir!” anlamına gelir.

Hayat pahası, can pahası demek. Diline sâhip çıkamamış ve önce yavaştan, sonra da -günün birinde tamamen- kaybetmiş bir milletin yaşamasına ne gerek var? Türkçenin güzelliğini fark etmeyen, kabullenmeyen, dahası küçümseyenler var azîzim. Bunların her biri ayrı gruplar oluşturur. Gariptir, aralarında güzelce de anlaşırlar. Kendi diline hor davranan, anadilini koruyamayanlardan, vatanı koruyup kollamaları da beklenmez. Sevmez ki kollasın!

Bu hükme nereden vardık? Şuradan: Dilini sevmeyen, vatanını nasıl sevecek? Gayet tabiî, milletini de sevmez öylesi. Sevemez. Kulağınıza gelir, gelmiştir; Alman olmadığına, İngiliz, Fransız veya Amerikan olmadığına hayıflanır o tipler. Islah olma, yanlışını günün birinde fark etme, pişmanlık duyma ihtimâli var mıdır? Belki… Vardır inşallah. Nasipse, niye olmasın?

*

Demek istiyorum ki, vatanımızı, milletimizi seviyorsak, dilimizi de sevelim ve sâhip çıkalım. Güzel okuyup güzel yazarak ve güzel konuşarak, en azından buna gayret ederek… Dillerin birbiriyle etkileşim içinde olduğunu bilip saygı göstererek, ancak aradaki alışverişi abartmadan, komplekse girmeden, inceliklerine dikkat ederek, kurallarına uyarak bu işi kotarabiliriz. Çok da zor olmasa gerek.

Hiç değilse anlayış sâhibi olursak, yol açılır, ilerleyebiliriz açılan yolda. Aksi hâlde, günün birinde bir bakarız ki, plâza diline dönmüş güzel Türkçemiz. Arada birkaç fiil, üç beş isim kalmış, gerisi gitmiş. Sen sağ, ben selâmet… Rûhuna el-Fâtiha!

Böyle olmasın!

*

Başa dönelim…

Şüyusu ile vukusu çarpıtması hepimize garip geliyor elbette. Fenâ hâlde kulak tırmalıyor. Ancak “mısraı” yerine “mısrası” demenin yaygınlaşmasında olduğu gibi, “Filânca câmisi” denilince de artık yadırganmaz oldu. Eh, bunu da dilin zaman içinde değişim göstermesine bağlamak gerekir. (Böylece sorumluluk geride kalır mı, bilemem.)

Zâten “câmii” ifadesi pek çok yerde yanlış kullanılmaktaydı. Nerede bir “câmi” yazılacaksa, hepsini iki tane “i” harfiyle yazanlar çoğunluktaydı. “Camii” zaman içinde “camisi” olmuşken, zaman içinde “şüyuu” ile “vukuu” da pekâlâ “şüyusu” ve “vukusu” olabilir. O hâle dönüşmemesinin sebebi, artık o sözü kullananların çok fazla azalmasıdır. “Değiştirecek kadar o sözü bilmeyen ve bilmediği için kullanmayanlar sâyesinde” desek, yeridir... Bilmeyişin şapka çıkartılası hafifliği…