NE oldu paşinyan,
çok mu şaşırtıcı geldi? O hâlde sen bu sözün aslını biliyorsun. Tebrikler!
(Burada “paşinyan”,
artık özel isim olmaktan çıkartılmıştır. İlham Aliyev’in o sözü meşhur olduktan
sonra, fikrimce bir deyim hâlini almış, “özel”liğini kaybetmiştir. O yüzden
büyük harfle yazılmamış, deyimler arasında geçen sıradan bir kelime muamelesi
görmüştür. Aliyev, Karabağ konusunda nasıl ki “Ben değiştirdim o sitatüskoyu”
dediyse, bendeniz de paşinyanın “özel”liğini tanımamak gerektiğini ilân
ediyorum, ettim.)
Başlıkta
zikrettiğimiz sözün aslı, paşinyanın da bildiği gibi, “Şüyuu vukuundan beter”
şeklinde. Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Lügati’ne bakalım: “Şüyu:
Herkesçe duyulma, yayılma, bilinme./ Vuku: Olma, oluş.”
Şâir
burada demek istiyor ki, gerçek olmayan bir işin dilden dile dolaşması,
dedikodusunun yapılması, o hâdisenin gerçekleşmesinden daha kötü, daha
zararlıdır. El-hâk, öyledir. Tabiî ufak bir ayrıntıya dikkat çekmek gerekir:
Faydalı, iyi, olumlu işler için değil, aslı da söylentisi de zararlı olanlar
kastedilir.
Faydalı,
iyi, olumlu bir konunun gerçekleşmesinden önce (veya gerçekleşmediği, hattâ gerçekleşme
ihtimâli hiç bulunmadığı hâlde) etrafta o tür sözlerin dolaşmasının kimseye
zararı olmaz. Farz-ı misâl, “Bizim oğlan üniversite sınavına girmişti. Tercih
yapmadığı hâlde Oksford’u kazanmış” diye bir dedikodu çıkardıysa komşulardan
biri, bu lâkırdı ortalıkta dolaşmaktaysa (böyle bir şeyin aslâ gerçekleşme
ihtimâli bulunmadığını akılda tutmak gerekir) kime ne zararı vardır? Hiç
kimseye… Boş lâf olarak tedâvülde döner durur.
Esâsen,
herhangi zararlı bir işin söylentisinin dilden dile veya kulaktan kulağa veya
dilden kulağa yayılması (bakınız, sonuncusu daha isabetli tanım) “Şüyuu
vukuundan beter” şeklinde söylenip yazılıyorsa, biz ne diye “Şüyusu vukusundan
beter” diye yazdık?
Deyiverelim:
Dikkati bir noktaya çekmek için!
“Nedir
o nokta?” diye sorulursa, biz de deriz ki, “O nokta, mühim bir nokta!”. Kısaca,
“Dilin önemi” diyelim. İncelikleri, güzellikleri, zenginliği… Azalıyor efendim.
Çok azalıyor. Gittikçe… Günden güne… Hani, neredeyse kaybolacak. Geriye bir
takırtı tukurtu kalacak.
Hâlbuki
dilimiz güzeldir, hoştur, değerlidir. Değer vermek, güzelliğini yaşatmak ve
mümkünse artırmak gerekir. Bu da üstüne eğilerek, önem vererek, yanlıştan
kaçınmaya çalışarak olur.
Eğitim
kadroları çoğu zaman şu tür tepkilerle karşılaşırlar: “Hocam, biz bu tür
konuşmalardan bir şey anlamıyoruz. Daha sâde konuşur musunuz lütfaan?”
Ne
diyelim? Her şeyden önce, “lütfan” değil, “lütfen”... Hattâ “lü” ile de değil, “lûtfen”…
“Biz
bu tür konuşmalardan bir şey anlamıyoruz” çıkışı eğer mantıklı bir temele otursaydı,
hiç kimse hiçbir bilgiyi öğrenemezdi. Meselâ, İngilizce hocası gelmiş fan fin
fon konuşuyor. Tabiî olarak çocuklar, bilmedikleri dilden konuşan hocanın
söylediklerinden bir şey anlamaz, anlayamazlar. O zaman bırak gitsin. İngilizce
kalsın kaldığı yerde. Bir yes, bir de no, yeter! Her bir ders için geçerli bu
durum. Fizik, kimya, matematik…
İşlenen
her konu öğrencilere yabancı olduğundan, ilk başta ister istemez zorluk
çekilecektir. “Olmuyor, anlamıyoruz” diye yoldan dönmek revâ mıdır? Kime ne
kazandırır? Yerinde saymaktan beter olur, geriye gideriz.
*
Geçenlerde
dört yaşında bir kızın yedi dil konuştuğunu ekranda gördük de şaşırıp kaldık. O
küçük kız, yaşından fazla dili öğrenmiş de konuşuyordu. Hayret ve takdir
birbirine karıştı. Öğrenme aşamalarında o cümleyi kullansaydı ya? “Ben bu
konuşmalardan bir şey anlamıyorum” diye kestirip atabilirdi.
Bir
hususu vurgulamak isterim; bizde öyle tepki gösterip tembelliğe duçar olanlar,
yabancı bir dil değil, kendi lîsanları için itiraz mâkâmına geçiyorlar. O kadar
kafa konforu fazla! Anlamadığın yer olursa sözlüğe bakacaksın. Hocadan daha
ayrıntılı izah isteyeceksin. Anlamak için çaba sarf edeceksin.
Bakınız,
biz de burada, sözün başında lügate başvurduk. Hem de Devellioğlu’na… Bir şey
kaybetmedik, aksine kazandık. Durup dururken armut pişmez, kimsenin ağzına
düşmez. Hem, zâten armut niye pişsin ki? Kastedilen, olgunlaşmak herhâlde… Lâkin
armut da kendi kendine olgunlaşmaz. O da emek ister. Sürme, budama, çapalama,
ilâçlama, toplama, taşıma… Ağacın altında hiçbir şey yapmadan ağzını açıp
bekleyen, ömür boyu ağzı açık orada kalır.
*
Yabancı
dillerin istilâsından kurtarmak için, lîsanımıza sâhip çıkmak bizim boynumuzun
borcudur. Şakası yok! “Boyun borcu” demek de lâfın gelişi değil. “Gereğini
yapmazsak boynumuz vurulur, vurulsa yeridir!” anlamına gelir.
Hayat
pahası, can pahası demek. Diline sâhip çıkamamış ve önce yavaştan, sonra da
-günün birinde tamamen- kaybetmiş bir milletin yaşamasına ne gerek var?
Türkçenin güzelliğini fark etmeyen, kabullenmeyen, dahası küçümseyenler var azîzim.
Bunların her biri ayrı gruplar oluşturur. Gariptir, aralarında güzelce de
anlaşırlar. Kendi diline hor davranan, anadilini koruyamayanlardan, vatanı
koruyup kollamaları da beklenmez. Sevmez ki kollasın!
Bu
hükme nereden vardık? Şuradan: Dilini sevmeyen, vatanını nasıl sevecek? Gayet
tabiî, milletini de sevmez öylesi. Sevemez. Kulağınıza gelir, gelmiştir; Alman
olmadığına, İngiliz, Fransız veya Amerikan olmadığına hayıflanır o tipler.
Islah olma, yanlışını günün birinde fark etme, pişmanlık duyma ihtimâli var
mıdır? Belki… Vardır inşallah. Nasipse, niye olmasın?
*
Demek
istiyorum ki, vatanımızı, milletimizi seviyorsak, dilimizi de sevelim ve sâhip
çıkalım. Güzel okuyup güzel yazarak ve güzel konuşarak, en azından buna gayret
ederek… Dillerin birbiriyle etkileşim içinde olduğunu bilip saygı göstererek,
ancak aradaki alışverişi abartmadan, komplekse girmeden, inceliklerine dikkat
ederek, kurallarına uyarak bu işi kotarabiliriz. Çok da zor olmasa gerek.
Hiç
değilse anlayış sâhibi olursak, yol açılır, ilerleyebiliriz açılan yolda. Aksi
hâlde, günün birinde bir bakarız ki, plâza diline dönmüş güzel Türkçemiz. Arada
birkaç fiil, üç beş isim kalmış, gerisi gitmiş. Sen sağ, ben selâmet… Rûhuna
el-Fâtiha!
Böyle
olmasın!
*
Başa
dönelim…
Şüyusu
ile vukusu çarpıtması hepimize garip geliyor elbette. Fenâ hâlde kulak
tırmalıyor. Ancak “mısraı” yerine “mısrası” demenin yaygınlaşmasında olduğu
gibi, “Filânca câmisi” denilince de artık yadırganmaz oldu. Eh, bunu da dilin
zaman içinde değişim göstermesine bağlamak gerekir. (Böylece sorumluluk geride
kalır mı, bilemem.)
Zâten
“câmii” ifadesi pek çok yerde yanlış kullanılmaktaydı. Nerede bir “câmi”
yazılacaksa, hepsini iki tane “i” harfiyle yazanlar çoğunluktaydı. “Camii”
zaman içinde “camisi” olmuşken, zaman içinde “şüyuu” ile “vukuu” da pekâlâ
“şüyusu” ve “vukusu” olabilir. O hâle dönüşmemesinin sebebi, artık o sözü
kullananların çok fazla azalmasıdır. “Değiştirecek kadar o sözü bilmeyen ve
bilmediği için kullanmayanlar sâyesinde” desek, yeridir... Bilmeyişin şapka
çıkartılası hafifliği…