NESLİ Çölgeçen’in
yönetmenliğini yaptığı önemli filmlerden biridir “Züğürt Ağa”…
Köyden
büyük şehre göç eden ağanın serüvenini anlatan filmin ikinci bölümünde Ağa, bir
kamyonetle seyyar zerzevat satışına çıkar. Satış için sokağa geldiğini ilân
etmek üzere eline mikrofonu alan Ağa, sessiz sessiz, utanır biçimde ilk
denemesini yapar: “Domatiz!”
Vaktiyle
Haraptar ve civarının toprak ağası olan zâtın bu utangaç seslenişinin altında
öyle çok etken vardır ki… En çok da sosyolojik ve ekonomik…
Haraptar’ın
vaziyeti, iklim koşulları ve susuzluk ile birlikte zihnî ve mânevî bozulmanın sonucu
olarak “Satlık Köy” yazılı tabelâya yansımıştır. Büyük şehirde “Domatiz” diye
bağırmaya hayâ eden adam, öncesinde nice domatesin yetiştiği toprağın
bulunduğu, hattâ yine filmdeki bir diyaloğa göre başlık parası vermek yerine
başlık parası olarak üç köy hediye alan bir statüdedir.
Köyün
satılık hâle gelmesi ve de nihâî olarak göç yolunun tercih edilmesinin öncü
sebebi, yukarıda bahsi geçtiği şekilde sosyolojik ve ekonomiktir. Ortada tarım
ve hayvancılığa dair hiçbir ürün yoktur zira.
Bu
noktada bugünümüzü tahlil etmek üzere, tarım ve hayvancılık konusuna ülkemiz
idaresi çerçevesinde nasıl yaklaşıldığına bakmamız gerekiyor.
Türkiye’de
geliştirilen tarım politikası görüşlerine bakıldığında görülecek ilk detay,
tarım meselesine bakışın, konunun sosyolojik mi, ekonomik mi olduğu
nüansındadır.
Cumhuriyet’in
ilk yılları incelendiğinde, doğrudan Mustafa Kemal’in tarifiyle tarım, iktisadî
bir konudur. Zira iktisadı tanımlayan Gazi Paşa, tarım, sanayi, inşaat ve
teknik ilim gibi birçok unsurla ekonominin bütüncül bir yapıya sahip oluşundan
bahseder. Ona göre tarım, sanayi, teknik ve iktisada dair hiçbir sair etken,
birbirinden ayrı düşünülemez.
İlerleyen
yıllarda da bu görüş değişmez. Tarım, “millî ekonominin temeli” olarak
değerlendirilir. Her ne kadar akademi bu konuyu bir yandan sosyolojik plânda da
ele almış olsa da bunun idarî düşünceye etkiyen bir yanı yoktur.
Durum
böyleyken, Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in tarım üzerine yorumu
“sosyoloji” çerçevesinde işlemiştir. Demirel, tarımı ekonomik değil, sosyolojik
bir sorun olarak tanımlarken, enteresan bir yaklaşımla konuyu
değerlendirmiştir. Sorunu tarım değil, “köy ve köylü sorunu” olarak işleyen
Demirel, bu sorunun çiftçi sorunu bile olmadığını, köylünün çiftçilik yaptığını
fakat (çiftçiliğin bir normlar bütünü olarak görülmesi gereği nedeniyle) çiftçi
de olamadığını ifade eder.
Tabiî
Demirel’in de konuyu iktisat boyutuna taşıdığı noktalar vardı. Bu çerçevenin
ilk kenarı, doğrudan modern uluslararası iktisat boyutuyla ilgiliydi. Zira
Demirel, modern ekonomi işlerliğinin kendi döneminde olduğu gibi bugün de
işleyen yanıyla kısaca şöyle bir realiteyi önümüze koyuyordu: “Nüfusunun
yaklaşık yüzde 10’uyla tarım yapan Avrupa, nüfusunun neredeyse yarısıyla tarım
yapan Türkiye’ye tarım ürünü pazarlayıp satıyor!”
Demirel
açısından bu soruna çâre olarak sunulan kompozisyon, tarım ihracatının
arttırılması ve tarımı işletme düzleminde yorumlayarak sermaye ile
kuvvetlendirmek yönünde olmuş.
Tandans
bakımından Demirel’in karşısında yer alan Deniz Baykal’ın yorumu ise Demirel
ile aynı. Baykal’ın bu noktadaki şu mottosu, acizâne bu fakirin beğenisini
kazanır: “Tarım, yoksulluk üzerine
kurgulu ve yoksulların ilgilendiği bir saha değildir. Dolayısıyla tarımla
ilgilenmek, çâresizliğin son çıkışı olmamalıdır.”
Öyle
ya, birçok türden diyalogda şu tarz cümleler yer alıyor:
“Ne yapalım, artık
tası tarağı toplayıp köye döner, tarlayı ekeriz…”
“Bu kalabalıktan
kurtulup memlekete yerleşeceğim. Kendi domatesimi, biberimi eker, yaşar
giderim…”
AK
Parti’ninse, kurulduğu yıllara gittiğimizde, ilk seçim beyannâmesinde neredeyse
Demirel ve Baykal’ın düşüncelerini “Aklın
yolu bir!” diyerek kendisine çizgi edinen anlayışıyla karşılaşabilirsiniz.
Elbette
birçok yeni sistematiğin hazır plânının sıralandığı beyannâmede farklılıklar
var; ancak halkın çiftçi ile köylüyü bir tuttuğu basit düşünce çerçevesine
çiftçi ile köylü ayrımının bilinçli şekilde belirteç bırakıldığı beyannâmede,
tarım sorununa ekonomik temelden çok sosyolojik bir bakış getirilmiş.
Dünden
bugüne bazı ortak sorun başlıkları sıralandığında, Türkiye’nin tarım
politikalarına dair belli başlı konularla karşılaşıyoruz. Cumhuriyet’in kurucu
aklından yenilikçi sürece, 1960, 1990 ve 2000’li yıllar değerlendirildiğinde,
maalesef aynı sorunların çözülmeksizin büyüyerek ilerlemesi, sürdürülebilir bir
tarım politikası üretmekten çok, sürdürülmüş bir politikasızlığa
sürüklendiğimizi gösteriyor.
Parçalanmış arazi
sorunu, iklim-su-toprak ayrımı problemi, artan nüfusa uyumsuzluk, göç, mâliyet
sorunu, ziraî ürün problemi, sudan adil faydalanma problemi, hayvancılıktan
elde edilen ürün sorunu, ıslah programları ve eğitim, çiftçi sorunu, kooperatif
ve birlik düzensizliği/rantı sorunu, pazarlama ve kredi problemi, komisyonculuk
sorunu ve de teoriyi pratiğe dökememek problemi, söz konusu
başlıkların en önde gelenleri olarak sıralanabilir.
Elbette
ülkenin iktidar yetkisine erişen siyâsî partilerin dünyaya ve ülkenin
kalkınmasına bakışları nispetinde söz konusu sorunlara ilişkin çözüm başlıkları
da olmuştur.
Yaşadığımız
bugünü baz alarak son tahlilde öne sürülen çözüm maddelerinden biri olarak, AK
Parti, liberal düşünce esâsıyla devletin tarım ürünü ticareti yapmasını doğru
bulmayarak bu eksende bir uygulama silsilesi gerçekleştirmiş. Tabiî devletin
konudan tamamen soyutlanmama hakkını kullanarak kısmî, dönemsel ve sürekli değerde
projeleri ve ürün yetiştiriciliğini destekleme gereği düşünülmüş.
Bu
bâbda ifade etmek zorundayız ki, son 18 yıllık dönemde Türkiye tarımı,
komisyonculuğun en alçak travmalarını yaşamıştır, yaşamaktadır.
Tabiî
bu fakir, AK Parti iktidarının tarım politikalarında ne kadar başarılı olduğu
konusu üzerine tartışmaktan çok, insanlığın tarım ve hayvancılık noktasında
hangi ölçüye erdiğine baktığımızda daha kolay mesafe alınacağı kanaatini
taşıyor âcizâne. Ve bu çerçeveden biraz geçmişe bakmakta fayda da görüyoruz...
İktisada
bakışımız
Habil
ile Kabil hâdisesi, sanırım bu çerçevede fazlasıyla geçmişe götürecektir bizi…
Anlatıya
göre Habil tarım, Kabil ise hayvan ile ilgileniyordu. Âdem Peygamber (as)
kendilerine bir imtihan haberi verince, ilgili oldukları sahadan birer seçki
hazırlamışlardı. Habil en güzel ürünlerini sunarken, Kabil ise en işe yaramaz
gördüklerini arz etmişti. Habil, bu imtihanda muvaffak olmuştu.
Kabil,
daha sonra işlediği cinayetle ilginç bir süreç başlattı tarihte. Zira tarım
konusunun ehli olan insan, artık yoktu!
Habil
cinayetini hatırlatınca, bir de kronolojik anlamda onlardan sonraki bir silsile
durağına değinmek gerekiyor.
Nuh
Peygamber (as), “İkinci Âdem” unvanıyla anılır. Bir İsrailiyat bilgisidir ama
önemlidir, Nuh Peygamber (as), Kabil soyundan gelen ve dünyadaki tüm kaynakları
sömürerek yeryüzünde büsbütün kaosu hâkim kılan bir toplumla mücadele etmiştir.
Bu toplumun yaşadığı süreçte, yeryüzünde kıtlık, susuzluk ve dolayısıyla hem
tarım, hem de hayvancılık problemi baş göstermiş ve bu yüzden de söz konusu
toplumun tek ilkesi, “hayatta kalmak” şeklinde belirlenmiştir.
“İktisat”,
lîsanımızda “kıt” kelimesinden
türeyerek yer bulmuş bir kelime. “Kıtlık ilmi” şeklinde anlamlandırılan bu
kelime, Lâtincede “ekonomi” karşılığını alıyor. Günümüz “hayat gailesi” argosuyla
söz konusu İsrailiyat söylencesindeki Nûh Peygamber (as) dönemi
karşılaştırıldığında, iktisat, bugün hiçbir tarafını tasvip etmediğim
özellikleriyle ismini vermeye gerek duymadığım bir medya patronunun maalesef
çok izlenen o yarışma programını hatırlatıyor: “Survivor”…
“Survive”
ile “alive” kelimeleri, Batı dilinde ilginç bir nüansı önümüze koyuyor. Biri
(alive) “yaşamak” iken, diğeri âdeta bu kelimeye ön ek iliştiriyor: “Ne olursa
olsun (yaşamak)”…
Ancak
idealde tüm modern iktisat teorileri göstermiştir ki, insanlar da, toplumlar da,
ülkeler ve dahi tüm birleşik kuruluşlar da ellerindekini paylaşmak (satmak,
hibe etmek veya takas etmek) zorundadırlar.
Peki,
pratik böyle midir?
“Millî
iktisat” ve “ulusal ekonomi” gibi mülâhazalarla daraltılan “iktisat” başlığı, sosyolojik
tüm bağlamlardan kopartılarak değerlendirilmeye ve dolayısıyla içinde
barındırdığı “tarım” başlığı da gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenmesi
sorununa müptelâ olmuştur. Bu anlamda tarım konusuna bakışımız, “coğrafya,
teknoloji ve zihniyet temizliği” noktasında yer alan üç açıdan
gerçekleşmelidir.
Çöle
su, denize su, yaşayana su, ölene su
Coğrafya,
teknoloji ve zihniyet temizliği kavramları elimizde bir prizma olsa ve tarım
ışığını bu prizmaya tutsak, prizmanın arkasında oluşacak renklerin ilk sırasındaki
ve en parlağı, sanırım “su” olurdu.
Âyetlerle
de sabit olarak hayatın sudan başlatılması hususu, bir silsile şeklinde insanın
yaşamını sürdürmesi sırasında daima dikkat etmesi gereken bir değerde.
Su
öyle kıymetli bir güç ki, savaşta konum belirleme, seyahatte konaklama,
enerjide ivme sebebi…
Suya
bu denli kıymet verme nedeni ise, iktisadı “millîleştirmek” çabasıdır. Yani
zorlama “millî iktisat” tarifi… Zira su, onu millîleştirerek kıymetlenmez,
özgür bırakarak kıymetlenir. Ki tarım sorununun ilk maddelerinden olan
“parçalanmış arazi” problemi de bu konuyla doğrudan ilintilidir. Tüm tabiatıyla
ortadadır ki, suyun erişmediği arazide verim olmaz. O arazide hayvan da
yetişmez. Barajlarla önü kesilen suyun bir de ayrıca sondajlarla hâmilî mülk
hâline getirilmesi, doğrudan hem insanın, hem de doğanın fıtratına aykırıdır. Savaşta
konum belirleme kriteri olan su, maalesef bu anlayışla savaş sebebi de
olmuştur.
Bu
noktada maalesef, tarla sulama kavgaları yaşayan insanların yaşadığı ülkelerin
yönetimleri, suyun kaynağı ve döküldüğü yer farklı iken kime ait olduğu mevzuunda
da asla uzlaşmaya varamazlar.
İslâm,
yeryüzünde var olan tüm kaynakların, sınır tanımaksızın beşeriyetin hizmetine
sunulduğunu beyan eder. Bu böyleyken, Salih Peygamber (as) kıssasındaki deveyle
suyunu bölüşemeyen insanlar gibi, Kerbelâ’da biat arayan zalimler veya Fırat’ın
kenarındaki kuzuya kurt olan bedbahtlar gibi davranmanın anlamı var mıdır?
Suyu
özgür bırakmayan, ona biçilmiş hareket yörüngesini bozan insanlığın tarım
hususunda hangi politikayı belirlerse belirlesin kazanma şansı yoktur.
Tuhaftır,
zulmü ikiye katlamaya ant içmiş gibi, su kaynağının önünü kesen insan, tarıma
elverişli araziyi tarımla değil de konut ve benzeri işlerle de ayrıca meşgul
etmektedir. Suyun erişmediği toprakta yalnız verimli arazi değil, orman da olamayacakken,
türlü sel ve bent taşkınlarını, toprak kaymalarını ve ölçüsünden daha şiddetli
depremleri acziyet içinde izleyen insanın, “Artık
organik sebze kalmadı” diye inlemeye hakkı yoktur.
Türkiye’nin
sürdürülebilir bir tarım politikası belirleme ihtiyacı varsa, buna öncelikle su
mevzuuna yer ayırarak başlaması gerekmektedir.
Söz
konusu çalışma, yalnız ülkemiz sınırlarında kalmamalı, tüm dünya ülkelerinin
ortak çalışmasıyla yürütülmelidir. Unutulmamalıdır ki, sonradan üretilen hiçbir
özgürlük düşüncesi, İslâm gibi, insana fıtratının gereği olan özgürlüğü
hatırlatamamıştır, hatırlatamaz da.
Bu
anlamda yalnız Türkiye’nin değil, tüm dünyanın tarımdan hayvancılığa, küresel
ısınmadan çevre kirliliğine, ormanlaşmadan çölleşme konusuna değin ilk eğilmesi
gereken konu, İslâm’ın ışığında “suyu yoluna kavuşturmak” meselesi olmalıdır.
Özgürlüğüne kavuşan su, genetiği tertemiz tohumları aşılayacaktır tüm dünya toprağına. O tohumlar ve çekirdeklerle yetişecek sebze ve meyvelerden beslenen hayvanların ürünleri de temiz olacak, bütün bu nimetlerden faydalanan insanların ahlâkları da…