
ÇAĞ, hız çağı olunca,
her şeye gerektiği ve hak ettiği vakti ayıramıyoruz. Bu, hepimizin malûmu… Gel
ki, bunu söylerken bile tesirini ne kadar hissederek söylemiş olabiliriz? Çok
değilse bile bir miktar muamma bu. Küçük bir çatlak bile içindekini
sızdırabilirken, bazen kapağını açsak bile içindekini dökmeye muktedir
olamayabiliriz. Bu da doğru… Hemen dökmek istediğimiz için zamanı algılamak
zorlaşır ve de dökülmez. Hâl bu iken, muhakkak “hız çağı” tâbiri de bir yerden
kulağımıza çalınmış olmalı, değil mi?
Devrin
çarkı hızını ve devrini arttırınca, bize ait olanla bizden olmayan, zamanla birbirine
çok yakın birer ikili hâline gelebiliyor. Yine, çok hızlı akan hayatın çok
hızlı düşündüğümüz/hissettiğimiz zamanlarında bir kenara not ettiğimiz satırlar,
dileyelim ki tarzından dolayı bize kendisini hatırlatmış olsun. Bu olmaz ise,
şaibeli ifadelerimizle bile karşı karşıya kalabilir, işin içinden çıkamaz hâle gelebiliriz.
Olan ve yaşanmış bir konuyu yok saymaya kadar gidebiliriz. Hangisini daha kolay
tanırız peki? Bizden olanı mı, kulağımıza yakın geleni mi?
Görece
bakış açılarımızı ilgili başlığa ve ilgili konuya ortak beğeniler üzerinden
sunmaya ne kadar alışkın ve ne kadar teşne isek, bu soruya da o kadar dürüst
cevap verebiliriz. Evet, ne kadar teşneyiz, ne kadar değiliz? Kendimizle karşılaşmalarımıza tahammülümüz
ne kadar? Kendimizle buluşmalarımız
mı, başkasından kopuşlarımız mı daha kolay?
“Dur,
hepsini birden içme! Doktoru, reçetesi var” diye bir ses duyacak gibi oluyoruz.
Sonra o sesin de muhatabı olan başka bir iç ses buluyor bizi. Eleştiri kokusunu
alınca, sesler birbirine karışır hâle gelir zira. Evet, öyle olur. Normal hâlde
iyinin yanından geçmeyen, binasına iyilik hoparlörü takmaya çalışır. Hangi ses
hangi kattan gelir, ayırt etmek iyice güçleşir. Yakın ama daha çok -iç- ses,
kendini ve öznesini aramaya böylece devam eder.
“Eleştirel
bakış sınırlarımızı sadece bir miktar zorladık. Neden eleştirel bakabilirken
eleştirel yazmakta zorlanıyoruz?” sorusuna doğru bir miktar daha yaklaştık. “Çok
genel bir cümle” hissi uyandırdı bu son cümle. Dikkati yeterince celp edemiyor.
Başkaca nasıl ifade edelim? Zihnî kurcalamalar birçok yerden rahatsız ediyor.
Ama hepsini döküp diğer zihinleri rahatsız etmeden, nasıl diyelim, nasıl
girelim konuya? Belki de gizemli ve kör noktalardan girmek istediğimiz için
çoğu konu, rahatsızlanıp gündeme giremiyor. Giremediği için de elden ele
dolaşıp asıl muhatabını bulamadan, eskiyen bir sermaye gibi modası geçince
müsait bir araziye demirlenen ve örümcekler tarafından hızla üstü örtülen bir mekanizmaya
dönüşüveriyor. Birinin, mekanizmanın üstündeki tozu alıp onu hayatın içine
çağırmasını bekliyor.
Ancak
hayatın içinde tesiri fazla ve uzun olana değil, raf/vitrin ömrü uzun olana
rağbet edildiğinden, kullanım süreleri henüz belirlenmiş yepyeni ürünlerle vitrinler
çoktan doldurulmuş oluyor. Hemen arkasından yapılan kampanyalarla, doğruyu
bilen çoğu kişi de susturulmuş olarak poz veriyor bu tabloda. Bir tablodan
bahsetmeye çalışıyoruz, değil mi? Manzara budur efendim!
Manzara
şu ki, “eleştiri ve hakkaniyet” denince, sus payını alan, köşeyi dönüp parasını
sayıyor nasıl olsa. Hayır, köşeyi dönse kaybolacaklar ve görünmeyecekler.
Kimseler de bu manzaraya tanık olmayacak. Demek ki öncesi var. Gizli bir zarfta
iletilen bir önceki durum var. Zarfı da, mektubu da çok severiz, malûm. Bir
kapalı zarf sevdâlısı toplum olarak, bir mektupta yazılmayan ne varsa, en çok
onu özlüyoruz aslında. Her açılmamış zarfın içinde, aslında yazılmayan/yazılamayan
bir sus hâlini başka başka şekillerde arıyoruz. Bilinçli veya bilinç dışındaki
sus payı arayışlarımız da bundan mütevellit.
Yine
ne ilginçtir ki, en çok ne yok ise en çok onu dillendiriyoruz, değil mi? İsmini
çağırarak uzaklaştırmak, ismini anarak tüketmek bizimkisi... Sayalım birkaçını,
doğrusu sıralayalım: Aşk, sevgi, sükût, yalnızlık, tenha, sağduyu...
Tıpkı
kalabalıkla toplu çekilen program öncesi ya da sonrası resimleri gibi değil mi?
Adı en güzel anılsın diye en güzel karede yer almak endişesi… Bir sıraya
geçişler, bir hizadan kaçışlar… Bir köşe kapmaca oyununda yerini tayin edenler,
yerini bilme gayretini gizleyenler… Hizada nerede ise, gerçekte o olduğunu
sananlar… Onun için resimler kare değil midir zaten(!)? Yani bir köşede yer
tutabilmemiz için… Varsa sırtımızı yasladığımız bir yer, onu daha da
sağlamlaştırabilmemiz için… Çekilmesi bir dakikayı bile bulmayan bir resimde
yerini belirlemek ve kalabalık bir sessizliğin içinden resme her bakıldıkça
yüksek sesle bağırmak...
Niçin
sus bağlarımız bu kadar kurudu ki? Yanlış bir aşı karıştı işe sanırım… Yanlış
bir aşı karıştırdı aşımıza. Bahçıvana söylemiştik, dikkat etmemiş efendim!
Siparişi yanlış vermiş. Niçin?
“Çünkü”
ile başlayalım mı?
Hemen
bir savunma mekanizması kuralım, haklısınız. Zira “çünkü”, bir gerekçe bildirmenin
başlangıç kelimesidir. Önce mekanizmayı kuralım, sonra çalışanları belirleriz.
Önce arsayı alalım, sonra binayı kurarız. Önce temeli atalım, yıllarca beklenebilir.
Önce etrafını çevirelim, sonra bizim olur. Yeter ki salonda bizi görsünler, konferansı
dinlemesek de olur…
“Nedendir
bu cümleler?” diye sormak dileyebiliriz, bu bir ses tonu ayarlaması efendim. Susamayacağımıza
kesin gözüyle bakıyoruz görünüyor. Kaybettiğimiz? Kaybettiğimiz öz sesimizi
bulmak için nereye bakabileceğimizin arayışı belki. Nereye bakabiliriz? Elbette
kaybettiğimiz yere! Çünkü kendimizle karşılaşmalarımıza efendim, kendimizle
karşılaşmalarımıza... Evet, bir tahammülümüz yok onun için! “İnsana varmak
kolay” diyen var ise, o da içimizden biri değildir. Bir dış sestir, bizden biri
değildir. Kolay değildir efendim insana varmak. Ancak dünyanın, düzenin bizi
sıkıştırdığı hiçbir yerde de varılmaz ona. Dünyanın en kol gezdiği yerde de
varılmaz.
Örneğin
dünyada gelişmesi en zor, en sorunlu alanlara bakalım. Zemini en kaygan, yine
olumlu sonuçlarını görmenin en zor olduğu alanlar da bu alanlar değil mi?
Neden? Milyar ile ölçülen paralara rağmen neden? Çünkü temeli sadece insana dayanan alanlar, sadece insana ait nitelik
ve kıstaslarla ölçülür. Para desenli elbise insana ne kadar yakışır? Öyle
eğreti durur, evet! Plâstik, çözülmesi zor, katkılı şeyler, insanın özünde
dönüşmez. Bünyesi kabul etmez. Çünkü özü topraktır onun. Evinin bir
köşesinde gereksiz yığınlar oluşturur sadece. Yine de insanın evine girilmiş
sayılamaz.
İnsan,
bin bir odalı bir hanedir. İçeriye ayakkabıyla girilmez orada. Onda da bir plâstik
vardır. Haciz memuru bile olunsa, alacaklı gibi olmuş olur. Yani olmaz. Kapıya
sert bile vurulamaz. “Kim o?” dendiğinde bile yumuşak bir tonda sadece isim
söylenir. Birinci tekil bir zamir de kullanılamaz. Henüz içeriye girmedik.
Hayır, galoş giyilemez. O da plâstik… Elde çanta veya poşet nevinden bir
malzeme de olmaz. Besmele çekilir sadece orada, kapıda… Orada, kapının önünde
beklenir. Beklenir ama bir sus payı beklenmez. “Sus”tan bir pay alana kadar
beklenir. Beklenir katkılı her maddeden arınana kadar…
Sonra mı? Nasip...