“Sus payı”ndan bir nasip

Temeli sadece insana dayanan alanlar, sadece insana ait nitelik ve kıstaslarla ölçülür. Para desenli elbise insana ne kadar yakışır? Öyle eğreti durur, evet! Plâstik, çözülmesi zor, katkılı şeyler, insanın özünde dönüşmez. Bünyesi kabul etmez. Çünkü özü topraktır onun.

ÇAĞ, hız çağı olunca, her şeye gerektiği ve hak ettiği vakti ayıramıyoruz. Bu, hepimizin malûmu… Gel ki, bunu söylerken bile tesirini ne kadar hissederek söylemiş olabiliriz? Çok değilse bile bir miktar muamma bu. Küçük bir çatlak bile içindekini sızdırabilirken, bazen kapağını açsak bile içindekini dökmeye muktedir olamayabiliriz. Bu da doğru… Hemen dökmek istediğimiz için zamanı algılamak zorlaşır ve de dökülmez. Hâl bu iken, muhakkak “hız çağı” tâbiri de bir yerden kulağımıza çalınmış olmalı, değil mi?

Devrin çarkı hızını ve devrini arttırınca, bize ait olanla bizden olmayan, zamanla birbirine çok yakın birer ikili hâline gelebiliyor. Yine, çok hızlı akan hayatın çok hızlı düşündüğümüz/hissettiğimiz zamanlarında bir kenara not ettiğimiz satırlar, dileyelim ki tarzından dolayı bize kendisini hatırlatmış olsun. Bu olmaz ise, şaibeli ifadelerimizle bile karşı karşıya kalabilir, işin içinden çıkamaz hâle gelebiliriz. Olan ve yaşanmış bir konuyu yok saymaya kadar gidebiliriz. Hangisini daha kolay tanırız peki? Bizden olanı mı, kulağımıza yakın geleni mi?

Görece bakış açılarımızı ilgili başlığa ve ilgili konuya ortak beğeniler üzerinden sunmaya ne kadar alışkın ve ne kadar teşne isek, bu soruya da o kadar dürüst cevap verebiliriz. Evet, ne kadar teşneyiz, ne kadar değiliz? Kendimizle karşılaşmalarımıza tahammülümüz ne kadar? Kendimizle buluşmalarımız mı, başkasından kopuşlarımız mı daha kolay?

“Dur, hepsini birden içme! Doktoru, reçetesi var” diye bir ses duyacak gibi oluyoruz. Sonra o sesin de muhatabı olan başka bir iç ses buluyor bizi. Eleştiri kokusunu alınca, sesler birbirine karışır hâle gelir zira. Evet, öyle olur. Normal hâlde iyinin yanından geçmeyen, binasına iyilik hoparlörü takmaya çalışır. Hangi ses hangi kattan gelir, ayırt etmek iyice güçleşir. Yakın ama daha çok -iç- ses, kendini ve öznesini aramaya böylece devam eder.

“Eleştirel bakış sınırlarımızı sadece bir miktar zorladık. Neden eleştirel bakabilirken eleştirel yazmakta zorlanıyoruz?” sorusuna doğru bir miktar daha yaklaştık. “Çok genel bir cümle” hissi uyandırdı bu son cümle. Dikkati yeterince celp edemiyor. Başkaca nasıl ifade edelim? Zihnî kurcalamalar birçok yerden rahatsız ediyor. Ama hepsini döküp diğer zihinleri rahatsız etmeden, nasıl diyelim, nasıl girelim konuya? Belki de gizemli ve kör noktalardan girmek istediğimiz için çoğu konu, rahatsızlanıp gündeme giremiyor. Giremediği için de elden ele dolaşıp asıl muhatabını bulamadan, eskiyen bir sermaye gibi modası geçince müsait bir araziye demirlenen ve örümcekler tarafından hızla üstü örtülen bir mekanizmaya dönüşüveriyor. Birinin, mekanizmanın üstündeki tozu alıp onu hayatın içine çağırmasını bekliyor.

Ancak hayatın içinde tesiri fazla ve uzun olana değil, raf/vitrin ömrü uzun olana rağbet edildiğinden, kullanım süreleri henüz belirlenmiş yepyeni ürünlerle vitrinler çoktan doldurulmuş oluyor. Hemen arkasından yapılan kampanyalarla, doğruyu bilen çoğu kişi de susturulmuş olarak poz veriyor bu tabloda. Bir tablodan bahsetmeye çalışıyoruz, değil mi? Manzara budur efendim!

Manzara şu ki, “eleştiri ve hakkaniyet” denince, sus payını alan, köşeyi dönüp parasını sayıyor nasıl olsa. Hayır, köşeyi dönse kaybolacaklar ve görünmeyecekler. Kimseler de bu manzaraya tanık olmayacak. Demek ki öncesi var. Gizli bir zarfta iletilen bir önceki durum var. Zarfı da, mektubu da çok severiz, malûm. Bir kapalı zarf sevdâlısı toplum olarak, bir mektupta yazılmayan ne varsa, en çok onu özlüyoruz aslında. Her açılmamış zarfın içinde, aslında yazılmayan/yazılamayan bir sus hâlini başka başka şekillerde arıyoruz. Bilinçli veya bilinç dışındaki sus payı arayışlarımız da bundan mütevellit.

Yine ne ilginçtir ki, en çok ne yok ise en çok onu dillendiriyoruz, değil mi? İsmini çağırarak uzaklaştırmak, ismini anarak tüketmek bizimkisi... Sayalım birkaçını, doğrusu sıralayalım: Aşk, sevgi, sükût, yalnızlık, tenha, sağduyu...

Tıpkı kalabalıkla toplu çekilen program öncesi ya da sonrası resimleri gibi değil mi? Adı en güzel anılsın diye en güzel karede yer almak endişesi… Bir sıraya geçişler, bir hizadan kaçışlar… Bir köşe kapmaca oyununda yerini tayin edenler, yerini bilme gayretini gizleyenler… Hizada nerede ise, gerçekte o olduğunu sananlar… Onun için resimler kare değil midir zaten(!)? Yani bir köşede yer tutabilmemiz için… Varsa sırtımızı yasladığımız bir yer, onu daha da sağlamlaştırabilmemiz için… Çekilmesi bir dakikayı bile bulmayan bir resimde yerini belirlemek ve kalabalık bir sessizliğin içinden resme her bakıldıkça yüksek sesle bağırmak...

Niçin sus bağlarımız bu kadar kurudu ki? Yanlış bir aşı karıştı işe sanırım… Yanlış bir aşı karıştırdı aşımıza. Bahçıvana söylemiştik, dikkat etmemiş efendim! Siparişi yanlış vermiş. Niçin?

“Çünkü” ile başlayalım mı?

Hemen bir savunma mekanizması kuralım, haklısınız. Zira “çünkü”, bir gerekçe bildirmenin başlangıç kelimesidir. Önce mekanizmayı kuralım, sonra çalışanları belirleriz. Önce arsayı alalım, sonra binayı kurarız. Önce temeli atalım, yıllarca beklenebilir. Önce etrafını çevirelim, sonra bizim olur. Yeter ki salonda bizi görsünler, konferansı dinlemesek de olur…

“Nedendir bu cümleler?” diye sormak dileyebiliriz, bu bir ses tonu ayarlaması efendim. Susamayacağımıza kesin gözüyle bakıyoruz görünüyor. Kaybettiğimiz? Kaybettiğimiz öz sesimizi bulmak için nereye bakabileceğimizin arayışı belki. Nereye bakabiliriz? Elbette kaybettiğimiz yere! Çünkü kendimizle karşılaşmalarımıza efendim, kendimizle karşılaşmalarımıza... Evet, bir tahammülümüz yok onun için! “İnsana varmak kolay” diyen var ise, o da içimizden biri değildir. Bir dış sestir, bizden biri değildir. Kolay değildir efendim insana varmak. Ancak dünyanın, düzenin bizi sıkıştırdığı hiçbir yerde de varılmaz ona. Dünyanın en kol gezdiği yerde de varılmaz.

Örneğin dünyada gelişmesi en zor, en sorunlu alanlara bakalım. Zemini en kaygan, yine olumlu sonuçlarını görmenin en zor olduğu alanlar da bu alanlar değil mi? Neden? Milyar ile ölçülen paralara rağmen neden? Çünkü temeli sadece insana dayanan alanlar, sadece insana ait nitelik ve kıstaslarla ölçülür. Para desenli elbise insana ne kadar yakışır? Öyle eğreti durur, evet! Plâstik, çözülmesi zor, katkılı şeyler, insanın özünde dönüşmez. Bünyesi kabul etmez. Çünkü özü topraktır onun. Evinin bir köşesinde gereksiz yığınlar oluşturur sadece. Yine de insanın evine girilmiş sayılamaz. 

İnsan, bin bir odalı bir hanedir. İçeriye ayakkabıyla girilmez orada. Onda da bir plâstik vardır. Haciz memuru bile olunsa, alacaklı gibi olmuş olur. Yani olmaz. Kapıya sert bile vurulamaz. “Kim o?” dendiğinde bile yumuşak bir tonda sadece isim söylenir. Birinci tekil bir zamir de kullanılamaz. Henüz içeriye girmedik. Hayır, galoş giyilemez. O da plâstik… Elde çanta veya poşet nevinden bir malzeme de olmaz. Besmele çekilir sadece orada, kapıda… Orada, kapının önünde beklenir. Beklenir ama bir sus payı beklenmez. “Sus”tan bir pay alana kadar beklenir. Beklenir katkılı her maddeden arınana kadar…

Sonra mı? Nasip...