“YENİ normal” denilen
hayata geçtik. Birkaç aylığına kimi biraz fazla cesur, kimi küçük adımlarla
olsa da korku eşiğini düşürerek sosyalleşmeye döndük.
Görünen
o ki, o birkaç ayın faturası, artan bir rehâvet ve tedbir azalışı ile devam
ederse bize biraz daha ağır olabilecek.
Günlük
yüz bini aşan test sayısına, hastalık belirtilerine rağmen test yapılmayan,
günler sonrasına randevu verilen kişileri duyuyoruz sürekli. Testin
güvenilirlik yüzdesi belli iken, tomografi ve benzeri başka araçlarla sonuç teyit
edilmeden, yoğun belirti gösteren insanları birkaç ağrı kesici ve ateş düşürücü
ile işine göndermek, hastalık tablosunu ağırlaştırmaktan ve bulaşı arttırmaktan
başka ne yapacak?
Mevcût
ekonomik sistem ve uluslararası ticâret hacmi bize Kelebek Etkisi Teorisi’nin
en azından ekonomik boyutta nasıl da işler olduğuna en güzel kanıtları sunuyor
her geçen gün.
Bir
ülkenin aşı ile ilgili açıkladığı bir aşama, piyasaları altüst edebiliyor. Bir
başka ülkenin almak zorunda olduğu karar, kıtalar ötesinin para birimi değerine
etki ediyor. Ticâretin sekteye uğraması dünya devi bütçelerde daralmaya yol
açtı. Ekonomiler alârm veriyor. Böylesi şartlarda çalışmak ve üretmek
zorundayız, kabul. Ancak üretimi aksatmadan, verimliliği arttıracak ve bazen
çok da basit olabilecek tedbirlerle yol alınabilecekken, akla zarar ihmâlleri
görmek sizi de yormuyor mu?
Corona
testi, karantina süresi, hastalığı yayma riskleri ve sair kriter açısından her
anlamda zorlu bir hastalıkla mücadele ediliyor. Artan test sayısının taşıyıcı tespiti
açısından ne kadar önemli olduğunu uzmanlar söylüyor. Buna rağmen, normalde
yaşamadığı öksürük, hâlsizlik, ateş gibi bütün semptomları gösterdiği hâlde
test yapılmadan, elinde ilâç poşeti ile evine gönderilen, dolayısı ile işine de
gitmek zorunda olan insanlara geç tedaviye başlanması hâlinde neler
olabileceğini, etkilenebilecek organ sayısının ve vücût hasarının artmasının
yanında tedavi mâliyetlerinin gecikmeye paralel artacağını öngörmek zor değil.
Fayda-zarar
denklemi gözetiliyor mu, yoksa artık önü alınamayacağının kabulü ve “Herkes bu hastalığı yaşayacak!”
düşüncesi ile seslendirilmeyen bir yönteme, sürü bağışıklığına mı geçildi? Böyle
ise, sağlık sisteminin daha ikinci dalga gelmeden, kış başlamadan tıkanması
kaçınılmaz değil midir?
Arttırılan
tedbirlerin, kısmî yasakların sonunda pandeminin başından beri beklediğimiz
illere özgü sınırlamalar, yasaklar ve tedbir kararları kısmen uygulanmaya
başladı. Bu güzel bir gelişme… Artık pandemi yönetiminde reflekslerimizin
gelişmiş olması gereken bir dönemdeyiz. Daha tecrübeliyiz. Buna rağmen bazı
valiliklerin, illerine özel sorun tespiti yapamadıklarını ve dolayısıyla
çözümsüz kaldıklarını görmek, “Hâlâ olasılıklar
ciddîye alınmıyor mu?” endişesini beraberinde getiriyor.
Zaten
özellikle kamu kurumlarında ve bazı sektörlerde bizzat pandemi kaynaklı
durulmaya ve iş yoğunluğunun azalmasına ters şekilde önlem olarak alınan
kararlarda da personelin kişisel korunmasını zorlaştıracak uygulamalar var.
Bunun yerine, işte geçirilen saatlerdeki verimliliğin artışı ve personelin
sağlığını destekleyici önlemler alınmalı. Topluma dair karar alma mekanizmasında
bulunan kişilerin ehliyet ve liyakati, en çok böylesi kriz anlarında aranıyor
ve yokluğunda ise can sıkıyor.
Eğitim,
sosyal bir yaşam, her bireyin ve özellikle çocukların en temel hakkı; bunları
sunabilmek için önce onları sağlıkla yaşatmak ve ebeveynlerinin de sağlıkla
başlarında, yanlarında olmalarını sağlayacak tedbirleri almak zorundayız.
Her gün sona eren bir yaşamı ifade eden o rakamlar birer sayı değil. Onca kaybın ardından her biri için onlarca canın yanması ve daha pek çok insanın hayatının bir daha aynı olmayacak şekilde değişmesi demek. Sorun büyük, sorumluluk kocaman! Altından ancak akıl, sağduyu ve iyi niyetle kalkacağız.