
ANSIZIN önümde beliriverdi.
Daha beş altı yaşlarında… Akan kalabalıkların arasından önüme fırladı, gözleri
ile yalvarıyordu. Bakışları kalbimi yaraladı. Başı, sanki yaslayacak omuz
bulamamış da kendi omuzuna düşmüş gibi yana yatmıştı. Etrafı dalgın gözlerle
inceliyor, yalvaran bakışlarla elindeki mendilini satıyordu…
Toprağa,
paraya, petrole doyamayan kirli ellerin mahvettiği hayatına acıyor gibi, giden
umutlarına, biten yarınlara ağıt yakar gibi bakıyordu. Şu “modern” denilen,
aslında sırtlan olan, dişlerinin arasında ezdiği Müslümanın kanı olan,
salyalarını Müslümanların topraklarına akıtan pis çakalların bitirdiği
hayatlara şahit olmanın verdiği acı ile bakıyordu. Sanki elli yaş olgunluğuyla,
sanki tüm dünyanın ağırlığını o çekiyormuşçasına bakıyordu. “Çocuk” dediğin,
“masum pembe hayâllerle süslü dünyası olan, temiz, pak, günahsız varlık”
demekti. “Çocuk” demek, “umut” demek, “yarın” demekti; lâkin Suriyeli çocuğun
bakışları yılgın, yorgundu. Şımarık akranlarının annelerine nazlanmasını içini
çekerek izliyordu.
Ah
Suriyeli çocuk!
Önümü
kesip, o minicik boyuna yüklenen, arşa değen zorluklara bakar gibi yüzüme, o
zayıf omzuna yüklenen kantarlarca ağırlığın ezilmişliği ile gözlerime baktı.
Yarım
Arapçamla konuştum. Annesi Suriye’de kalmış, babası şehit olmuş, büyük
kardeşleri onları Türkiye’ye bırakıp Halep’e gitmiş: “Baba rahmet… Baba şehit
baba… Ümmü fi Suriye ümmi… Ümmi… Ümmi…” (Babam öldü, annem Suriye’de anne… Benim
annem… Annem…)
Her
şey sustu sanki, bir tek o çocuk konuştu, insanlar sağır oldu. İnsanlar ve
hayvanlar dışında tüm kâinat, tüm melekler o çocuğu dinlediler. Bitkiler soldu,
dünya karardı… Akan kalabalıklar etrafımda uğultuya dönüştü.
Kim,
ne sebeple anasını yavrusundan ayırmıştı? “Anne! Anne!” diye bilmediği bir
ülkenin bilmediği sokaklarında dolaşan bu çocuğun suçu neydi? Bu yavrucak,
hangi petrol yamyamı olan Batılı ülkeleri kızdırmıştı? Ne istemişlerdi bunca
masumdan? Annesinin sıcak bağrında, şefkatli kollarında olması gerekirken,
korkunç insanlar arasında, soğuk betonlardaydı.
Ah
Suriyeli çocuk!
Elimi
tutup dönerciyi gösterdi. İstediğini almak için dönerciye yöneldiğimde, dönerci,
Suriyeli masum yavruya tiksinir şekilde bakarak kafasını ileri doğru attı,
yolun ilerisini göstererek “Defol!” dedi. Bana da, “Bu Suriyelilere sinirleniyorum
abla, boş ver, hangisini doyuracaksın? Türkiye kendi karnını doyuramıyor” dedi.
Ama “Biz kendi karnımızı zor doyuruyoruz” diyen dönercinin gömlek düğmelerini
zorlamış göbeği, obez olduğunu aşikâr ediyordu.
“Ya
biz de aynı duruma düşersek dönerci kardeş? Ya kimse bize yardım etmezse? O
daha bir çocuk! Savaş görmüş, acı görmüş, ölüler görmüş, parçalanan vücutlar
görmüş bir çocuk… Suriyeli çocuğa sinirlenmeyin, o benzemeye çalıştığınız insan
iskeletleri üzerine şatolar kuran, sömürgeci Avrupalı ülkelere sinirlenin!
Dımaşk bizimdi, Suriye bizimdi. Onlar biziz! Hem açlığın ve ölümün rengi mi
olur? Hele hele çocuğun, masum minicik yüreğin Türkiyelisi, Suriyelisi mi olur?
Nesli tükenen kelaynaklar kadar kıymeti yok mu bu yavruların?”
Sonraki
günlerde de bize sığınan Suriyeli çocuklara hoyrat davranan, vicdanına zift
dökülmüş, insanlığına karalar çalınmış, merhametine güveler düşmüş, böceklenmiş
beyni düşünemez olmuş insancıklar gördüm. Basında en süflî duyguları için
Suriyeli masum çocukları katledenlerin haberleri düştü. İnsanlık ayağa düştü,
erdem yere gömüldü.
Başı
dik, mağrur, vakarlı, bir o kadar merhametli, bir o kadar hassas, ilim, irfan ve
hikmet sahibi Müslümanların yerini yılışık, çıkarcı, beyni dumur, hareketleri
samimiyetten uzak, bakışları tilki, nefsinin peşinde koşan kof insanlar aldı. Müslümanlıktan
bîhaber bu insanlar, yine Avrupalının dayattığı kültürün veletleriydiler.
Ah
batasıca Batı! Belleri inceltirken yüreklerin inceliğini yok etti.
Ah
batasıca Batı! Piyano çalmayı üst kültür gibi lanse ederken, iyilik ve merhamet
denizlerini kuruttu.
Ah
batasıca Batı! Yardımsever müminlerin yerine, para ve mâkâm için yılan gibi birbirini
sokan zehirli insanlar türetti.
Ah
batasıca Batı! Başkasını nefsine tercih eden, ölüm ânında bile arkadaşını
düşünen insanların yerini bir kuruş için ailesini satan, nefsi için ahlâka mugayir
ne varsa mubah gören behimî varlıklar türetti.
Ah
batasıca Batı! Sesine önem verdiği kadar, bir insanın ilmine önem vermemeyi
telkin etti.
Ah
batasıca Batı! Mültecileri, kendilerine sığınan masumları tekmelerken,
içimizdeki kendi zihindaşlarına örnek oldu. Suriyelileri “istenmeyenler” olarak
lanse etti.
Hâlbuki
Suriyeli misafirlerimiz, bize Allah’ın emaneti olan misafirlerdi. İyilik yapmak
için fırsat, belâ yağmuruna kalkan olacak kapımız idiler. Çalı bile kendine
sığınan kuşu korur iken, nasıl oldu da Muhammed (sav) ümmeti kendine sığınan
masumları öldürebildi?
Ah
batak Batı! "Özgüven" diyerek insanları Ebu Cehil gibi gururlu
yaptın, "Önce kendine bak" diyerek bencil yaptın, "Maddî
özgürlük" diyerek insanları hasis yaptın, "Maddî güç" diyerek
cimri yaptın…
Batak
Batı, kavramlarını başına çal! İnsanlığı hayvanattan bir nüve yaptın. Allah'ın
bize emaneti olan misafirlerimizden Suriyeli bir kadın, çağdaş görünümlü
yamyamlara yem olmuş, Suriyeli çocuksa 25 yerinden bıçaklanarak öldürülmüş… Suriyeli
yorgun babanın ayağına çelme takan gazeteci için "Kâfir vicdanı!"
dedim, teselli ettim yüreğimi, ya şimdi kendi ülkemdeki yaratıkların
yaptıklarını kalbime nasıl kabul ettireyim?
Biz,
“komşusu aç iken tok yatamayan” Dinin müntesipleri değil miyiz? Biz, infak ve
sadakanın malı koruduğuna inanan bir inancın sahipleri değil miyiz? Biz, kul
hakkını bilen bir medeniyetin fertleri değil miyiz? Biz, kendine sığınanı canı
pahasına koruyan dedelerin torunları değil miyiz? Biz, merhametin timsâli
ceddimizin evlâtları değil miyiz? Ağlayan çocuğa dayanamayıp namazı kısa tutan
Peygamber’in ümmeti değil miyiz?
Şimdi
sizin olsun çağdaşlık, sizin olsun kültürünüz! Daha düne kadar bizim olan
Suriye’yi Batı’ya yem veren zihniyetin çocukları, asıl siz ülkemi kirlettiniz!
Biz,
dünyanın kabul etmediği Yahudileri bile 2. Bayezid zamanında ülkemize almamış
mıydık? Ahıskalısı, Bulgar göçmeni, Yunanistan’ın dışladığı kardeşlerimiz… Biz
hepsine ama hepsine kucak açmamış mıydık? Tarih boyu biz Müslüman Türkler, bize
sığınanı canımız pahasına korumamış mıydık? Suriye daha düne kadar bizimdi,
Musul bizimdi. 1926 Ankara Anlaşması’nda neler konuşulmuştu? Bizim toprağımızı
İngilizler hangi oyunla alıp kendi sömürüsünde olan Irak’a vermişti? Suriye’yi,
Irak ve Ürdün’ü Şerif Hüseyin’in oğulları arasında nasıl pay etmişti?
Hatırlayalım lütfen Suriye’nin bir vilayetimiz olduğunu, “Mîsak-ı Millî” diye
yutturulan vatandan vazgeçmeleri!
Borçlarını
ödememek adına toprak vermeyi nasıl çarpıtarak okuyoruz? Yakın tarihimizi neden
hep yanlış anlatıyorlar? Neden sokaktaki vatandaş, Vilâyet-i Şam’ın bizim
olduğunu bilmiyor, Dımaşklı kardeşlerimize neden uzaylı gibi yabancı gözlerle
bakıp dışlıyor? Suriye, Irak, Yemen, Arnavutluk benim toprağım değil miydi? Geçmişimizi,
tarihimizi kimler sildi hafızamızdan(!)?
Dünyadaki
bütün müminler, hadîs-i şerif mucibince, “bir vücudun âzâları gibidirler; bir
âzâ ağrıyınca, bütün vücut hisseder”. Dünyanın öbür ucundaki Müslümanın derdi
bizim derdimiz iken, biz kendi âzâlarımızı kesip atıyoruz. Uyanalım ve
kardeşlerimizin ellerini sımsıkı tutalım! Çünkü إِنَّمَا
الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ (İnnemâl mu’minûne ihvetun)
(Hucurat, 10).