TÜRKİYE’NİN, benim “Tovuz-Trablusgarp
hattı” dediğim uzun ve problemli bir fay hattı var. Bu problemli fay hattının
en sık deprem üreten noktası ise Anadolu’nun güney sınırlarına tekabül eden
Kuzey Suriye ve Kuzey Irak hattıdır.
Atlantik
cephesinin Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bir müddet ertelediği, ancak içimize tam
anlamıyla sızdığı 1950’li yıllardan itibaren raflardan tekrar indirdiği bir
Sevr rüyası vardır; Türkiye’yi muhtelif parçalara bölmek… Özellikle İsrail’in
kuruluşundan sonra, Atlantik cephesinin güvenlik algısı tam anlamıyla İsrail’in
güvenlik algısı hâline gelmiştir. Daha doğrusu, bu cephenin güvenlik algısı,
İsrail’in güvenlik algısıyla eşleşmiştir.
İstilâcı
bir ot gibi Filistin’e monte edilen İsrail, kısa zamanda yayılarak Filistin’i
yutmaya başlamış ve çevresindeki devasa Arap dünyasının direncini kademe kademe
kırarak büyümesine devam etmiştir. Elbette onun bu büyümesinde ABD’nin rolü çok
büyüktür. Zira ABD’yi perde ardında yöneten para ve ideoloji Siyonizm’e aittir.
İsrail’in
Büyük İsrail Projesi, malûm, Ahd-i Atik’in vaat edilmiş topraklar ütopyasına dayanır.
Bu ütopyaya göre İsrailoğullarına vaat edilmiş topraklar, Ağrı dağının eteği
merkez alındığında güneybatı ve kuzeydoğudan çekilen iki hattın Arabistan
kıtasında birleştirilerek bir üçgen teşkil ettiği topraklardır.
Ağrı
dağından güneybatıya çekilen hat; Ağrı, Erzurum, Erzincan Sivas, Kayseri,
Mersin çizgisini izleyerek Doğu Akdeniz’e girer ve Nil nehri boyunca
ilerleyerek Somali kıyılarına uzanır. Kuzeydoğudan çekilen hat ise Ağrı, Van,
Urmiye’den Basra Körfezi’ne iner ve oradan çekilen bir hat ile de Somali ucuyla
birleşir. İşte Siyonistlerin bir ideoloji hâline getirdikleri, “vaat edilmiş
topraklar” denen altın üçgen budur!
Bu
habis üçgenin içine aldığı topraklara bakılırsa, Türkiye’nin yüzde kırkı,
İran’ın yüzde onu, Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin’in tamamı, Mısır’ın
hayatî tarım alanlarının tümü olduğu görülür.
Mevcût
duruma bakılırsa, vaat edilmiş toprakların büyük bir süratle altın üçgeni tamamlamaya
başladığı görülür. Irak ve Suriye fiilî olarak üçer devlete bölünmüş gibidir.
Bu hâlleriyle İsrail için ciddî bir tehdit olmaktan çıkmışlardır.
İsrail
ile kanlı bıçaklı gibi görünen İran, altın üçgenle sınır teşkil ettiği için
asıl hedef değildir. İran’ın Persler döneminde Kiros eliyle İsrailoğullarını
Asur istilâsından kurtarması, aralarında mitsel ve tarihsel bir muhabbet
derinliği de oluşturmuştur. Mısır’a gelince, artık bu ülke, İsrail’e Sina
yarımadasını istemese bile hediye edecek bir ihanet çetesi tarafından
yönetilmektedir.
Bu
durumda üçgenin tabanı oturtulmuş ve sıra, çatının kurulmasına gelmiştir.
Çatı
neresidir? Çatı, Türkiye’dir!
Atlantik
ittifakını Truva atı olarak kullanan İsrail, 1950’li yıllardan itibaren Türkiye’nin
büyük bir mücadele ile yırtıp attığı Sevr’i yeniden ihya ederek tarihî rüyasını
bir an evvel gerçekleştirmek istemektedir. Bu amaçla 1980 Darbesi ile içimize
tam anlamıyla soktuğu PKK, FETÖ, aşırı sol ve tarikat görünümlü örgütler üzerinden
hedefine ilerlemeye başlamıştır.
Bunun
için Türkiye ilk önce ikiye bölünecekti. Bu bölünmenin Ağrı dağı eteğinden
Mersin’e uzanan hattının batısı FETÖ’ye, doğusu da PKK’ya verilecekti. Aslında
PKK’ya verilecek kısım vesâyet üzerinden İsrail’e geçecekti. Doğu kısım ise
FETÖ üzerinden kukla bir Türk devleti hâlinde İsrail güdümünde olacaktı.
Birinci
Körfez Savaşı’nda Türkiye’nin o günkü zaafları dolayısıyla Kuzey Irak’ta otonom
bir kukla bölge oluşturmayı başaran İsrail, Arap Baharı sonucu aynı taktiği
Suriye üzerinde de deneyerek PKK uzantıları üzerinden bir otonom bölge ve kukla
devletçik inşâ etme çabasındadır. Nihâî gâye ise bu kukla devletçik ile
Irak’taki kukla devletçiği birleştirerek Türkiye sınırına ulaşmaktır.
Eğer
15 Temmuz ihanet harekâtı başarılsaydı, İsrail şu an itibarıyla altın üçgeni
tamamlamıştı. Zaten 15 Temmuz öncesi bu kukla devletçik yapısını sınırlarımız
ile birleştirmişlerdi. Fakat 15 Temmuz’un akim kalması, İsrail’in kâbusu oldu.
Türkiye,
vesâyetten kurtulur kurtulmaz, can havliyle Suriye’de dört harekât icra ederek
Atlantik Paktı ile İsrail’in emellerine engel oldu. Ancak tam anlamıyla tehlikeyi
bertaraf etti mi? Hayır!
Karşımızdaki
yapı, biz kırıp döktükçe toparlayıp tamir ederek yoluna devam ediyor. Çünkü o Siyonist
devletin varoluş misyonu, bu habis üçgeni tamamlamaya bağlıdır.
Şimdi
iş gelip Suriye’de düğümlendi! Suriye’deki Rejim, iktidarını kurtarmak için
Rusya’yı da denkleme dâhil etti. ABD zaten PYD’yi DEAŞ üzerinden meşrulaştırmak
ve Irak’taki kukla yapı ile Suriye’de oluşturacağı kukla yapıyı birleştirmek
üzere orada… İşin tuhaf yanı ise, her iki süper gücün de İsrail’in çıkarına
çalışması!
İsrail’in
çıkarına olan, bizim aleyhimize olacağına göre, Türkiye hem iki süper güç, hem de
terörist İsrail ile karşı karşıya!
Türkiye,
kuvvet ve enerjisini sadece bu bölgeye teksif etmiş değil, Azerbaycan’da
Ermenistan ve Rusya, Doğu Akdeniz’de Yunan-Rum ve AB, Libya’da BAE, Suud,
Mısır, Fransa ve Rusya ile karşı karşıya... Yani Türkiye, Tovuz-Trablusgarp
hattında âdeta bir ateş çemberi ile kuşatılmış vaziyettedir.
Bizim
bu hatlarda dağıldığımızı düşünen ABD, büyük bir telâş ve kurnazlık ile
İsrail’in istediği kukla devletçiği oluşturmak üzere Rusya ile de örtülü bir
işbirliği içinde hareket ediyor. PYD’ye Suriye petrollerini peşkeş çekerek onu
ayakta tutacak bir mâlî kaynak sağlayan ABD, bölgedeki muhalif Kürt partileri
ve onlarla hareket edecek işbirlikçi Arap ve sair azınlık aşiretleriyle yapay
bir sosyolojik taban oluşturarak, kuluçkadan çıkardığı yapıya bir yaşam alanı
açmayı amaçlıyor. Tek başına Suriye’deki oluşum işe yaramayacağı için, Irak’taki
yapıyı da bu oluşuma katarak amacına ulaşmaya çalışıyor.
Bunun
için 2020 başından itibaren yoğun bir gayret sarf etmektedir. Bu çalışmaların
hangi düzeye geldiği, ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Jeffrey’nin geçenlerde
bölge ziyaretinde verdiği demeçte yatmaktadır.
Jeffrey,
PYD’ye, artık Türkiye’nin kendilerine bir harekât yapamayacağı güvencesini
vererek endişelerini gidermeye çalışmakta ve oluşuma katılmakta tereddüt
gösteren grupları cesaretlendirmektedir. Pekâlâ, Jeffrey bu güvenceyi neye
dayanarak vermektedir? Türkiye ile böyle bir anlaşması mı var? Hayır!
Jeffrey,
sanırım Barış Pınarı Harekâtı’nda 130 kilometre en, 30 kilometre derinlik
mutabakatına atıf yapmaktadır. Zira Türkiye, Barış Pınarı Harekâtı’na 430
kilometre en, 30 kilometre derinlik parolasıyla başlamış ama başta ABD ve
AB’nin, genelde de onlarla hareket eden ülkelerin yoğun baskısı sonucu harekâtı
130 kilometre en, 30 kilometre derinlikle sınırlandırmıştı.
Şu
hâlde Suriye’de böyle bir otonom yapı -fiilî olarak var ama- resmî olarak
ortaya çıkarsa Türkiye müdahale eder mi? Etmelidir! Etmezse, o yapı tekrar
palazlanarak terör kazanımlarımızı başa döndürür çünkü.
Karşı
tarafın plânı elbette budur. Türkiye, evet, yoğun bir siyâsî, askerî ve mâlî
savaşın içinde; ancak bu durumumuza bakarak böyle bir oldubittiyi
seyredeceğimizi sananlar yanılıyorlar.
Zaten
Türkiye, Pençe Harekâtlarıyla Irak’ı domine etmiş durumdadır. Çok başarılı bir
plânlama ile Irak’taki kontrol alanını Suriye’nin doğusundaki Kamışlı bölgesine
kadar getirmek üzeredir. Bu plân karşı tarafın iki ülkedeki kukla bölgeleri
birleştirme hayâllerinin önünü kesmektedir.
ABD
ve diğerlerinin Suriye’de böyle bir yapıyı ilân etmesi Türkiye için bir bekâ
sorunu olduğundan, ne yapıp edip, o yapıya müdahale edilecektir.
Kimse
Türkiye’nin diğer cephelere dağıldığı yanılgısından hareketle gizli ajandalarını
uygulamaya kalkışmasın! Yeni Türkiye, güç ve dirâyetini Hakk ve hakikatten alan
bir Türkiye’dir. Bizim tek oluşumuz, karşımızdaki Firavunî yapıları ümitlendirmesin;
bir hak asâsı cümle firavunlukları suya gömmeye yeter de artar bile.
Vesselâm…