Suriye’de dananın kuyruğunun kopacağı yer: İdlib

İdlib’e yoğun bir asker ve mühimmat takviyesi yapmaya ve tüm dünyaya göstere göstere İdlib ve Tel Rıfat harekâtını yüklemeye başladık. Türkiye, “Yapacağım” dediyse yapar! Rusya, “Yaparız” dediğimizde asla blöf yapmadığımızı, fitnedeki ikizi olan ABD’ye sorabilir. Öyle anlaşılıyor ki, Şubat ayında dananın kuyruğu kopacak!

TÜRKİYE’yi Suriye’de Rusya ve İran ile birlikte üç garantör ülkeden biri olarak ilân eden Astana (Nur Sultan) Mutabakatı, 4 Mayıs 2017’de ilân edildi.

Bu mutabakat, Doğu Guta’nın, Humus vilâyetinin kuzeyindeki belirli bazı bölgelerin, İdlib vilâyeti ve komşu (Lazkiye, Hama ve Halep)  vilâyetlerin belirli bazı bölgelerinin ve Güney Suriye’nin belirli bazı bölgelerinin çatışmasızlık bölgeleri ilân edildiğini” duyurmakta ve Güvenli bölgelerdeki sınırlar boyunca çatışan taraflar arasında çarpışmaları önlemek amacıyla ‘güvenli koridorlar’ oluşturulması ve bu güvenli koridorlarda ateşkese riayetin sağlanması için gözlem noktaları” tesis edileceğini belirtmekteydi.

Bu mutabakat gereğince Türkiye, İdlib’de güvenlik koridorunun iç tarafında 12 askerî gözlem noktası, koridorun dış tarafında ise Rusya 10 ve İran 7 askerî gözlem noktası kuracaktı.

Türk Silahlı Kuvvetleri, İdlib’deki ilk gözlem noktasını, 13 Ekim 2017 tarihinde Afrin güneyindeki Salva’da, 11’inci gözlem noktasını ise 16 Mayıs 2018 tarihinde İdlib batısındaki Cisrüşşugur kasabasına mülhak İştabrak’ta kurdu.

Ancak Suriye rejiminin çatışmasızlık bölgelerini hedef alan saldırılarının artması üzerine, 17 Eylül 2018 tarihinde Erdoğan ile Putin arasında imzalanan Soçi Mutabakatı, ateşkesi yeniden tesis etmiş ve buna bağlı olarak da “İdlib’deki gözlem noktalarının daha muhkem hâle getirilmesi” hususunu kayıt altına almıştı.

Ne var ki, Soçi Mutabakatı ile sağlanan ateşkes, 2019 yılı Mayıs ayından itibaren açıkça ihlâl edilmeye başlandı ve özellikle 2019 Ağustos’unda İdlib çatışmasızlık bölgesinde (!) çatışmalar şiddetlendi ve Rejim ordusu, Rus savaş uçaklarının hava desteği altında çatışmasızlık bölgesini parça parça düşürerek ilerlemeye başladı.

Bölgede bu vahim gelişmeler olurken, TSK unsurları, İdlib’teki gözlem noktaları arasında âdeta mekik dokuyarak Astana ve Soçi Mutabakatlarının kendine verdiği yetkiyi ciddiyetle yerine getiriyordu. Bu işleyişte elbette Türk ve Rus askerî mâkâmları arasında işletilen bilgi akışı ve yakın koordinasyonun da payı vardı.

Şubat 2020 tarihine kadar, küçük çaplı istisnaî ihlâller dışında şeklen sağlıklı yürüyen bu süreç, 2 Şubat’ı 3 Şubat’a bağlayan gece, Serakib’teki “7” numaralı Tel Tukan Gözlem Noktası’na takviye için gönderilen askerî konvoyumuzun -Ruslara sevk bilgisi ve koordinatları verildiği hâlde- rejim güçlerinin yoğun topçu ateşine maruz kalması sonucu 7 asker ve 1 sivilimizin şehit olmasıyla sona erdi.

Türkiye sürecin bu yana evrileceğine dair öngörüsünü, son zamanlarda çeşitli mahfillerde dillendirmeye başlamıştı. Özellikle Başkan Erdoğan’ın bu bağlamda -29 Ocak 2019’da, Afrika gezisinin dönüş yolunda- uçaktaki gazetecilerin sorularına verdiği cevap, gelinen süreçteki kırılmalara işaret ediyordu. Erdoğan,Rusya ile gerek Soçi, gerek Astana'da bazı görüşmeler, anlaşmalar oldu. Bu anlaşmalara Rusya’nın sâdık kalması hâlinde, biz de aynı sadâkatle yola devam ederiz. Şu an itibarıyla maalesef Rusya Astana’ya da, Soçi’ye de sâdık değil” demesi, malûmun ilâmından başka bir şey değildi.

Nitekim bu malûm, 3 Şubat günü o meş’um saldırı ile ilâm edildi.

TSK unsurlarına yapılan bu saldırının ince ince hesaplanıp müzakere edilmiş plânlı bir saldırı olduğu çok açıktı. Karşı tarafın (Rusya, İran ve Suriye Rejimi) bu saldırıya bağlı amaçlarının dökümünü şu şekilde yapabiliriz:

1) Saldırının ilk amacı, Türkiye’nin reflekslerini görmekti. Türkiye, süreç içerisinde yapılan ihlâllere kısmen tepki göstermekle birlikte sîneye çeken ve sabreden bir tutum izlemişti. Erdoğan’ın demeçlerinin sahada bir paradigma değişimi mi, yoksa kendi kamuoyunun tepkisini dindirmeye yönelik bir beyanatlar dizisi mi olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.

2) Saldırının asıl amacı, üç ahbap çavuşun (Rusya, İran ve Rejim) ekonomik ve siyâsî olarak içinde bulundukları feci durumdu.

Rejim iktisadî yönden neredeyse sun’î teneffüsle hayata tutunacak bir hâle gelmiş idi. Rejimin ekonomik açıdan nefes alması için muhaliflerin kontrolündeki M4 ve M5 karayollarını bir an önce denetim altına alması şarttı. Esed, içeride mezhebî cihat söylemiyle uyuttuğu yandaşlarına bir zafer sunamazsa kendinin de sonunun olacağı muhtemel bir tepkiden çekiniyordu.

İran’ın hâli de Rejim’den farksız bir çizgi izlemekteydi. İran Suriye’deki mezhepçi saldırılarını sürdürmek için kaynak bulmakta zorlanıyor ve kendi içinde her an patlamaya hazır bir ekonomik buhrandan fena kaygılanıyordu. Bunun için muhaliflerin son direnç noktası olan İdlib’in, bir an önce ele geçirilmesini hayatî önemde görüyordu. Böyle bir zafer, hem Kasım Süleymanî’nin öldürülmesinden, hem de Ukrayna uçağının düşürülmesinden kaynaklanan itibar kaybına ilâç gibi gelecekti.

Rusya’ya gelince… Uzayan bir savaşın kendisine ne kadar pahalıya patladığını Afganistan işgalinde tatmış ve SSCB’den feragat ederek Rusya Federasyonu’na tutunmuştu ülke. Suriye’nin getireceği ekonomik yüklerin artması, uzun vadede onu elindeki federasyondan da edebilirdi. Rusya da İdlib’i mümkün olduğu kadar kısa sürede elde ederek Suriye’deki varlığını pekiştirmek, plânladığı yeni üs bölgelerine yerleşecek zaman ve o bölgeleri askerî açıdan donatacak ekonomik imkâna kavuşmak istiyordu.

Rusya’nın asıl hedefi, 500 yıllık rüyası olan Akdeniz’e inme fırsatını sağlama almak ve Suriye kıta sahanlığı üzerinden Akdeniz’in doğusuna yerleşmekti. İçeride ise en ufak bir sürçmede Putin’i yemeye hazırlanan esaslı bir muhalefet de pusuda bekliyordu.

Üç ahbap çavuşun bu amaç ve hedeflerini tehdit eden en büyük risk ise, İdlib’te kendilerine karşı yekpare bir kitle hâlinde duran 4 buçuk milyonluk Sünnî nüfus ve bu nüfusun imhasına ve yerinden edilmesine karşı çıkan Türkiye idi.

Ortak amaçları ise, İdlib’de yerinden edilecek bu Sünnî nüfusun tamamen Türkiye’ye yönelecek olmasıydı. 4 buçuk milyonluk bir nüfusun kısa zamanda Türkiye sınırına yönelmesi, Türkiye’yi dev bir nüfus tsunamisinde boğulma tehlikesiyle karşı karşıya bırakacaktı. Değil Türkiye’nin, dünyanın hiçbir devletinin böyle bir olguyla başa çıkmasına imkân yoktu.

Ayrıca İdlib içinde Batılı istihbarat örgütlerinin kontrol edip yönlendirdikleri 30 bin kişilik silahlı radikal muhalif gruplar vardı. Bu gruplar, Batılı devletlerden ciddî silah destekleri alarak hem rejimle, hem de Türkiye yanlısı gruplarla çatışıyordu. Rejim ve işbirlikçileri, İdlib’den yola çıkacak muhtemel bir mülteci akınında bu grupların siviller içine sızarak Türkiye’ye girmesini ve orada istikrar bozucu olası eylemler yapmasını da bir kazanç olarak görüyorlardı.

Daha önce Türkiye’ye gelen 3 buçuk milyon nüfusla birleşecek bu yeni 4 buçuk milyonluk nüfus, ülke nüfusunun yüzde 10’una tekabül eden bir pozisyona gelince, doğacak toplumsal kargaşaları öngörmek için kâhin olmaya gerek yoktu.

İşte bu sebeplerden dolayı Başkan Erdoğan’ın Astana ve Soçi Mutabakatlarının anlamlarını yitirdiklerine dair beyanatları, devlet olarak yeni bir kararın arefesine geldiğimizi gösteriyordu.

Ne yapmalıydık? Yeni bir milât başlatmalıydık!

Milâdın başlangıcı ve Türkiye

Rejim ve işbirlikçilerine sekiz şehit verdiğimiz 3 Şubat 2020 tarihi, Türkiye için yeni bir milât oldu. Önce sahadaki saldırıya ağır bir şekilde karşılık verdik. Millî Savunma Bakanı Akar, 4 Şubat 2020’de zikredilen saldırının nasıl bir karşılık bulduğunu şöyle açıklıyordu:  “54 Rejim hedefi ateş altına alınmış, çeşitli kaynaklardan aldığımız bilgiye göre şu âna kadar 76 Rejim mensubu asker etkisiz hâle getirilmiştir.”

Bu operasyonun ardından Başkan Erdoğan’ın Astana ve Soçi Mutabakatlarının milât öncesinde kaldığını açıklayan şu demeci geldi: “Elimizde kapı gibi Adana Mutabakatı var. Gereğini yapacağız. Suriye Hükûmetiyle 1998 yılında imzaladığımız Adana Mutabakatı, Türkiye’ye gerektiğinde Suriye topraklarında operasyon yürütme hakkını tanıyor. Bu saldırı Suriye’de yeni bir dönemin milâdıdır. Türk askerinin kanının aktığı yerde hiçbir şeyin aynı şekilde devam etmesine izin veremeyiz!”

Şems-i Tebrizî’nin çok sevdiğim bir sözü vardır: “Vay o güne ki, ben bir oyuna başlamayayım!”

Sahada kimin nasıl oynadığını ve ne dolaplar çevirdiğini gayet iyi biliyorduk. Şimdi oyun oynama sırası bizdeydi. Biz oyuna başlayınca ilham ve feyzi, iblisten değil, “Tuzak kuranların En Hayırlısı”ndan alırdık. Ona sığınanların da bozmayacağı tuzak yoktu. Fil sahiplerini parmak kadar ebabil kuşlarıyla mağlûp eden Rabbimiz, bize, kibir ve korku filinin kulluk, iman ve cesaret ebabiliyle alt edileceği mesajını veriyordu.

Ve oyuna başladık!

Saldırı günü verdiğimiz sekiz şehide mukabil, en az 76 Rejim askerini telef ettikten sonra, Rejim ve işbirlikçilerinin aylardır ısıra kopara kazandıklarını sandıkları bölgeyi Şubat sonuna kadar boşaltmalarını istedik.

Bu isteğin kuru bir talep olmadığını anlatmak için de İdlib’e yoğun bir asker ve mühimmat takviyesi yapmaya ve tüm dünyaya göstere göstere İdlib ve Tel Rıfat harekâtını yüklemeye başladık. Türkiye, “Yapacağım” dediyse yapar! Rusya, “Yaparız” dediğimizde asla blöf yapmadığımızı, fitnedeki ikizi olan ABD’ye sorabilir. Öyle anlaşılıyor ki, Şubat ayında dananın kuyruğu kopacak!

Şubat ayı kısa bir aydır ama her bir gününün hayli uzun geçeceği de çok açık. Bize düşen, verdiğimiz mühleti saymak: Bugün itibarıyla kaldı 19 gün…  

Ne demiş Mevlâna: “Geçsin günler, yok endişeye mahâl…”

Günler geçsin geçmesine de, doğruluk, adalet ve insaftan nasibi olmayanlar için de Hazreti Pîr, “Nasipsizin günü uzadıkça uzar” demiş ayrıca...

Nasipsizler için geliyor gelmekte olan!

Vesselâm…